Pazar, Haziran 30, 2013

Post-4-Modern Popüler (Alt-)Kültüroloji Örnekleri



Popüler kültür bir altkültürdür ve onun da altkültürleri (arabesk, porno, futbol, vd) vardır.

Modern dönem 1895-1945 arasında yaşandı.

Post-modern dönem 1945-1990 arasında yaşandı.

Post-2-modern dönem 1990-2001 (11 Eylül) arasında yaşandı.

Post-3-modern dönem 2001-2011 (Wikileaks) arasında yaşandı.

Şu an post-4-modern dönemdeyiz.

2013 dünya isyanları; 2011’in de parçası olabilir, yeni bir dönemin de imleyicisi olabilir.

Post-4-modern dönem aynı zamanda internet dönemiydi.

Aktivizm modern dönemden beridir vardı.

Slaktivizm, hep vardı olmasına karşın, özellikle post-4-modern dönemde öne çıktı ve tanımlandı. Çünkü 1980 ertesiki neo-liberal dalga da, bir tür internet altkülütürü yarattı: Bu kendi keyfi için , internet üzerinden (Facebook’ta Farmville oynar gibi) aktivizm yapan küçük burjuva tavrı gibi tanımlanabilir. (Başka biçimlerde de tanımlanabilir.)

Slaktivizm, post-4-modern’in bir parçası ama yalnızca bir parçası, onun da öncesine ve sonrasına sarkan parçaları ve gidişatının sonu henüz belli değil.

Blog yazarlığı başka bir örnek:

Osmanlı’dan beridir gazete köşe yazarlığının kabul gördüğü Türk kültüründe blog yazarlığı, yeni bir tür sanal köşe yazarlığı olarak yerleşti.

2013 momentiyle, Türk kültüründeki paçozluk da, yeni tür bir altkkültür: Mankenler paçoz, futbolcular paçoz (bu, başka bir metnin konusu olarak ayrıca irdelenecek).

Pornonun (daha çok internet aracılığıyla) yaygınlaşması post-4-modern dönemde 2 sonuç verdi: Olağan filmlerin pornolaşması (1970’lerin jargonuyla araya parça konması) ve olağan filmlerdeki bu abartılı cinsel sahnelerde porno oyuncularının oynaması ve hatta oyunculuk ödülü alması.

Pop müzik piyasasında ise, internet üzerinden müzik üretimi ve dağıtımı,‘Gangnam Style’lı Psy’nin çıkmasını sonuçsadı. Kendisi kısa sürede çabucak unutuldu, olağan olarak.

Çizgiromanda ‘Spiderman’in ‘11 Eylül’ özel sayısı her açıdan ilginç bir kültürel örnek olarak tarihe kaydedildi.

Bunları geçmiş dönemciklerle karşılaştır ve karşıtlaştır yaparsak:

Büyük söylem bitmiş gibi yapılıp, büyük söyleme geri dönüldü (uyguralıkların çatışması).

Avangardizm sona ermiş gibi yapılıp, yeni avangard sanat ürünleri görmezden gelindi.

Dünya sistemi ile neo globalist neo-liberalizm, ekonomik determinizm söyleminde ayırtsızlaştı.

En önemlisi ise şu oldu:

Dilbilim açısından çapraz medya, en baştan makro-meta-meta-tekst-söylem olarak baştan öyle tanımlandı ama henüz uygulamaları çok zayıf.

Böylelikle, yeni dönemin altkültür geometrisinin epeyi dağınık olarak kırınım saçaklı olduğunu modelleyebiliriz ki bu da çöküş dönemlerinin Barok veya Art-Nouveau türü son parıltılarını imliyor.


Cumartesi, Haziran 29, 2013

AFL ve Kolejler

AFL Ankara Fen Lisesi olmakta. Kolejler ise paralı okunan liseler olmakta.

AFL 1982’ye dek tek fen lisesi idi. Şimdi ise 150’nin üzerinde özel ve devlet fen lisesi mevcut.

Kolejler ise gelenek olarak hep aynı. Kontenjanlarını arttırıyorlar ama bu yalnızca eğitim kalitesini düşürüyor. Galatasaray Lisesi’nden Fransızca öğrenmeden mezun olabiliyor birileri mesela.

1974 AFL mezunuyum. O zaman, orta son 4 önemli dersi notu ortalaması 7 olan biri, 2 aşamalı sınavla okulu kazanabiliyordu (96 kişi). O zamanki (1960 doğumlu) nüfus, 1 milyon 300 bin kişi idi.

Yine o zaman, (1972-1977) arasında, İş Bankası burs verdiği için basından izleyebildiğimiz biçimde, ilk 50’ye 25 kişi falan AFL’li giriyordu. Şimdilerde birçok dalda ilk 10’da hiç yoklar.


Kolejlerle AFL arasındaki fark para. 40 küsur yıldır AFL, Anadolu kökenli fakir ve zeki çocukların çıkış noktası olageldi.

Robert Lisesi taksitli yatılı parası ise, geçen yıl 55 bin küsur idi, bu yıl 68.000 küsur.


Meali:

Eğer paran varsa, çocuğuna 20 yıl boyunca 2 milyon TL (1 milyon dolar) harcayacaksın. Yalnızca eğitiminin temeli için.

AFL parasızdı.

O nedenle bizim bir şarkımız vardı:

“Siz parayla biz beleş, İbrahim kolej” diye...

Son 30 yıllık 3 liberalizm dalgası, büyük abilerinden kopya çekip, en çok para kazanılacak alan olarak eğitimi ve sağlığı seçti. Sağlık daha çok önemli sayıldığı için, yılda her kişi başına 200 dolar harcar duruma geldik. Eğitimde ise hepi topu binde bir-üç kolejlerden yararlanıyor, orada para ise Fethiyeci dershanelerde. Kolejlere gidebilenler birkaç bin kişi. Gerisi (devlet okulları) küllüm mafiş.

AFL de mafiş. Fethullah sayesinde. Son 10 küsur yıldır, eski mezunlar biraz orayı derleyip topladı ama bence tren kaçtı.

Köy enstitüleri, AFL ve Darüşşafaka, henüz para insanlara bu denli kafayı yedirmemişken ve Cumhuriyet diye bir şey ortada varken, Türkiye’nin güzide eğitim kurumları oldu. Bedavaya binlerce sanatçı ve bilimci yetiştirdi. Binlercesi de hapse girip çıktı, toplum davası uğruna.

Tabii ki mezunların tamamına yakını, hiç oralardan mezun olmamış gibi yaşadılar.

Şimdilerde ise; Kadıköy, Gebze ve Bayazıt’ta ilerizekalı çocuklar için, ilkokul düzeyinden başlayan eğitimler verildiğini biliyoruz.

Bunun formülü yok. Tüm saydığım türden okullar, başka başka açılarda eğitim vererek, yetenekli kişilerin toplum tarafından asimilasyonuna engel olabilir.

İlerizekalı olmayan ve olan marjinaller, toplumu o kronik cahillik ve aptallık batağından arada sırada çıkarabilen tek insan altkümesidir.

Orta Çağ’ın ne olduğunu biliyoruz. Bir yenisine daha girdik.

Orta Çağ’da bildiğimiz anlamda bugünkü (kampüslü olarak) üniversiteler başladı. Yani, zehirin panzehiri bu.


Cuma, Haziran 28, 2013

Pişekar ve Kavuklu



Yeni komedi ikilimiz Levent Kırca ve Levent Yılmaz oldu.

Kırca şöyle demiş:

“Bir tweet yüzünden tiyatrocu kardeşimiz Mehmet Ali Alabora’nın peşine düştüler. Genç kardeşimizi öldürmeye çalışıyorlar. Bunlar utanılacak şeylerdir. Ne yazık ki sanatçı kardeşlerimiz Türkiye’den yediği ekmeği hak etmiyor. Paralarının, dizilerinin peşindeler. Lütfedip 2 tweet atan Cem Yılmaz, endişesinden, korkusundan öteki gün tweetleri sildi. Duydum ki ‘Bizim artık çocuğumuz var’ diyormuş. Ulan bizim yok mu? Burada ölenler çocuk değil mi?”


Kırca’nın belinde silah gezdiğini de biliriz, yahi kendini korumak için. Zamanımızda müşterimiz, yani kitap alıcısı idi.

Bu, bir bakış açısı. Yanıt da başka bir bakış açısı:

“İhtiyar seni ciddiyete davet ediyorum.  Senin dengin değilim. Ben komedyenim... Ne olduğumu biliyor olman mümkün değil!”


Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı...

Eleştiriye bak, yanıta bak.

Adam zaten ciddi bir eleştiri yapmış. Bari, ciddi bir yanıt vereydin.

Tabii ki sen onu dengi filan değilsin.

Sen komedyen de değilsin.

Ne olduğunu biliyor olmam mümkün:

İkindi vakti gölgesini gören...

Yazık.

Apolitiksen apolitiksin, bu hakkın var ama sana politik eleştiri yapan birini hiç olmazsa dinlemen ve söylediğine yanıt vermen daha uygun olurdu...

Özellikle de 1. Cumhuriyet bitmişken...

Git de, ‘Mephisto’ filmini seyret.

Ya da ‘Bağışlanmış Küheylan’ı oku.

Senden önce de, binlerce kişi, aynı yollardan çıkar bataklığına yürüdü gitti.

Sonra da, kıvır babam kıvır...

Sakil-akiller gibi...


Çarşamba, Haziran 26, 2013

Gezi Kütüphanesi



“Gezi Parkı’nda kurulan açık hava kütüphanesi tıpkı Antik Yunan’daki kütüphanelere benziyor. Ve bu açık hava kütüphanesine 12 günde iki milyona yakın kitap ulaştı.”


Olayın düzenleyicisi Sel Yayınları imiş. (Sonuçta, töhmet altında onlar kalacak.)


Sonra, yeşil amcalar devreye girdi:

“Gezi Parkı protestocuların kaldırım taşları ile kurduğu 'Gezi Kütüphanesi' dün geceki olaylarda harap oldu.

TOMA'lardan sıkıldığı iddia edilen su ile kitaplar ıslanırken, kitaplıklar devrildi. Eylemciler sabah saatlerinde kütüphaneyi tekrar kurmaya çalışıyorlar.”


Sonra olaylar bitti.

Taksim’i polisler düzledi.

O kitaplar ne mi oldu?

Yağmalandı.

Çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir seyyar kitapçı olarak utanarak belirtiyorum ki o kitapların bir bölümünü sahhaf sayılanlar yağmaladı.

Artı, gençler. O olayların içindeki gençler. Ortalıkta binlerce künye sayfası yırtılmış kitap dolanmakta, çünkü o yaprak damga taşımakta.

Peki, o kitapla kaça mı satılıyor?

Tanesi 1 TL’ye. Yani yarım dolara.

Yani, bizim yağmamız bile acaip.

Bakın:

2 milyon kitapla 200 halk kütüphanesi kurarsınız, çünkü var olan halk kütüphalerindeki ortalama kitap sayısı 10.000 civarında.

2 milyon kitabın üst fiyatı 30 milyon TL veya 15-17 milyon dolar. Bu para, o kitapları bağışlayanların cebinden çıktı.

Hiç kimsenin cebine de girmedi.

O nedenle, hoşgeldin yeni orta çağ.

/span><~ � 0 � MsoNormal> 

O nedenle, hoşgeldin yeni orta çağ.


(26    Haziran 2013)

Pazartesi, Haziran 24, 2013

Cami, Cemevi, Kilise, Vs

2 haber:

“İzmir'de turizmin parlayan yıldızlarından Alaçatı, dinler arası hoşgörünün de en güzel örneklerinden birini sunuyor. Kilise olarak inşa edildikten sonra camiye dönüştürülen ibadethane hem Müslümanlara hem de Hristiyanlara ev sahipliği yapıyor.”


 “Ordu’nun Fatsa ilçesinde yıllardır aynı çatı altında hizmet veren Hz. Ali Camii ve Cemevi, kardeşlik, barış ve hoşgörü örneği sunuyor.”


Şimdi 77 yanlışı bulalım:

Hoşgörü saysan değil, şu an Hristiyan-Müslüman savaşı alabildiğine sürüyor. 2001’de Haçlı Seferi ilan edildi.

Zorunluluk saysan değil, ibadullah yer var.

Alevi köylerine hala zorla cami yapılıyor.

Aleviler hala Sünniler’ce öldürülüyor.

Cemevleri bu iktidar tarafından ibadethane sayılmadı.

Bazı Aleviler bu Sünni iktidara yamanarak, nemalanıp, dindaşları tarafından düşkün ilan edildiler.

Müslümanlar hala Hristiyan komşu istemiyor.

Tüm bunlar tamam ammaa faça güzel yani:

Kardeşlik ve saire...

Anımsayalım:

800 yıl barış içinde yaşadığı varsayılan Hristiyanlık, düşman kardeşini İspanya’da 1492’de 5 yılda ‘yeniden fetih’ eylemişti.

Ulu Tayyip de, İstanbul’u ‘yeniden fetih’ eyleme arzusunda olduğunu kezlerce beyan etti.

Sonraa?:

Bazı aymazlar, böyle teranelerle vakit geçiriyor işte...


Lale Mansur Güzellemesi



Konuya bodoslama girelim:

“Biz niye bu kadar hakaret işittik, ... ?”


Elinizde tuzlukla, ‘hıyarım var’ diyene koştuğunuz için...

Kimse size oralara gitmenizi söylemedi. Kendiniz gittiniz.

Kimseyle sözleşmeniz yoktu. Kimse önerilerinizi beğenmek durumunda değildi.

Asıl önemlisi, bunu konuya girmeden önce düşünecektiniz.

Tuzunuz bitince, bir sürü hıyar size talepkarken, düşünmeyecektiniz.

Lale Mansur denince, aklıma hep ‘sosyal içerikli memeler’ dönemi gelir. Hani, 1980 ertesinde, ne yöne gideceğini bilemeyen yönetmenlerimiz, yemek tarifi gibi tarifli, bir takım bunalım filmleri yapmıştı ya, o dönem yani... Sosyal içerikli meme, filmin acissosu olmakta idi.

Artiz, konu mankeni, futbolcu, falan filan. Bunlar ünlüdür, Wright Mills’in ‘İktidar Seçkinleri’ tanımıyla...

İktidar seçkinlerinden işadamları, yine iktidar seçkinlerinden medyatörler eliyle, bu ünlüleri tüketim toplumu ve sınıf atlama hayali için idol olarak yaratır, epeyi de sık yaratıp sık demode eder.

Ünlüler, böylelikle hem devrin insanıdırlar, hem de iktidarın kölesidirler.

Bu akillerin bir bölümü de öyle oldu:

Orhan Gencebay, Lale Mansur, vd, vb...

Akiller, ünlülüklerine bakmadan boylarından büyük işlere kalkıştılar. Altında kaldılar.  Köşeye sıkıştılar, tüyecekler ama tükürdüklerini de yalayamıyorlar.

Bu gidişle yakında, Eski Akiller Huzurevi bile açacağız.

İşte böyle genç arkadaşlar, kıssadan hisse:

Siz siz olun, fabl hesabınca, fareliğinizle arslanın koynuna girmeyin, ağını da kemirmeyin. Ağdan kurtulunca, ilk işi sizi meze niyetine yemek olur nasılsa... Üstüne de sek ayran içer.

‘Kahv(e)altı’dan sonra, ‘ayranaltı’ diye sözcük bilem icat olur.

Kapanış alıntısı:

“Abiniz Şanar Yurdatapan’ın etkisi olmuş mudur üzerinizde?”

Garibim, o da gidip Dilipak ile halvet olmuştu. Dilipak, şimdilerde ince dilim laiksever konumunda... Tabii Yurdatapan da, ara sıcak olabilir o katl-i vacip sofrasında...

Ya böyle Mansur Nene, takıyyeperver insancıklardan uzak durmak gerek...

Dipnot: Fonda Atilla Özdemiroğlu’nun ‘İnsanlar İnsancıklar’ parçası çalmakta...


Özgür Düşünce



Özgür düşünceli olmak, Jack London gibi özgürce yaşamak değildir.

Çünkü, yolculuk dışsal değil, içseldir.

Söz eylemdir. Özgür düşünmek eylemdir, hem de tarihteki en etkili eylem.

İnsanı insan yapan düşüncedir ama Spinoza’nın sandığı gibi, her insan düşünmez, yalnızca eylem yapar. Hemen tüm insanlar hiç mi hiç düşünmez. Milyonda bir bazı insanlar, yaşamlarının yüzde ya da binde birinde düşünür. Uygarlık sayılanların altkümeleri de o zamanlar inşa edilir. Geri kalanı debelenmedir.

Başka bir açıdan bakılırsa ve dilegetirilirse:

Kültürolojinin veri tabanının % 99,99’u boş verilerden oluşur. Geri kalanın da, çok yoğun besleme ışınına (faz konjugasyon) maruz bırakılarak, ondan kültürel bir hologram (panorama) edilmesi ancak mümkündür.

Yani, düşünce sayılan şey, dahilerde bile çok seyreltiktir.

Epistemoloji açısından bakılırsa:

Dehanın ve özgür düşüncenin değişik yerzamanlarda ve değişik kültürel modlarda, bambaşka biçimlerde tanımlanmasının nedeni budur: Oradan gelen saklı varsayımsal dogmalar.

Bunlar özgür düşünceye yönelik birçok ezber oluşturur.

Saklanan şudur:

Özgür düşüncenn ürünleri, özgür düşünceli sayılanlarca bile tabu sayılan bazı yenilikleri yaratır.

O nedenle, kitle yeni düşünceyi önce red,  sonra inkar, en sonunda da belki kabul eder. Geleneğin ağır bastığı dönemlerde, milenyum boyunca falan inkar edebilir. Orta Çağ da bu demektir zaten. (Daha da ironiği, Orta Çağ Aristo bilgilerini hristiyanlaştırarak engizitörleştirirken, o dönemin Dünya çevresi hesaplamasını binyıl dışlamıştır, sonra da Colomb boylam aralıklarının farklı meridyenlerde farklı olması yüzünden, Arap haritasıyla Hindistan’a vardığını sanmış ama Amerika’ya varmıştı.)

İkilemsel biçimde, yeni paradigmalar yaratmış, Einstein türü bilimcilerin yarattığı paradigmatik duvar (belirsizlik, kuantum, görelik kuramları) sayesinde bilim, yüzyıldır kilitlendi. Belki çoktan ışık hızını aşma hesapları yapılmış olacaktı ve yıldızlara çoktan yol alıyor olacaktık ama ev-gezagen Dünya antropormorfik faşizmine gömülüp kalmış durumdayız.

Sanat avangardizmi (öncü ruhunu) yitirdi.

Felsefe, novum (yeni ve farklı) düşünce üretmeyi ve sorulmamış sorular sorabilmeyi yitirdi.

Yani, şu an bilimde, sanatta, düşünde bile özgür düşünce yok.

Ancak, yaramaz çocuklar her zamankinden daha becerikli. Kendilerine, ciddi bilim dergilerinde bile söz hakkı yaratabiliyorlar ki yeni orta çağın ironik özelliklerinden biri de bu. Bunun nedeni de, bir tür ‘ne olsa gider’ci lümpen anarşist paradigmatizm idi (Feyerabend türü denebilir).

Ancak, eski çökerken duvarlarını da indiriyor.

İnsanlar yeni orta çağa girmişken duvarsız kaldı.

O nedenle yeni ve farklı düşünce hiç yankı bulmuyor.

Ancak aynı zamanda geleceğe yönelik blokajı da çok az. Zaten güncel teknolojik koşullar, düşüncelerin kıyameti bile atlatabilmesi olanağını yaratmış durumda.

O nedenle özgür düşünce, geleceğin eksodus yoluna doğru yürüyenlerde, marjinallerde, ayrallarda var ama onlarda da gayet saçmasapan ifade edilmiş olarak...

Özgür düşüncenin minimalizmine ve yeni diline hoşgeldiniz...


Cumartesi, Haziran 22, 2013

Demokrasi ve Özgürlük

Demokrasi ve özgürlük ezber kavramlardan ikisi, nedense hep içiçe sanılıyorlar. Oysa değiller.

Demokrasi, halkın halk tarafından yönetilmesi ise, özgürlük yönetmeme ve yönetilmeme olmakta ki bu anarşizmden farklı bir şey.

Demokrasi toplumcu ise, özgürlük bireyci.

Diğer bir ezber kavram ikilisi, liberalizm ve bireycilik olmakta.

Bireycilik, Yanki tipi pragmatik bireycilikten, anarşişt bireyciliğe dek epeyi geniş bir yelpazede yerleşik.

Şimdiki liberaller ise cemaatçi (dini anlamda değil, toplumcunun feodal versiyonu anlamında). Ekonomide bireysel girişimcilik yerine, devletin bağladığı kuşları avlamaya yönelik bir teşvikçilik cemaatçiliğini yeğlemişler. G-7’de de bu böyle. Bireycilikleri tümüyle görüntüsel.

Aslına bakılırsa, birey olma ve özgür olma, birbirinden epeyi farklı şeyler.

Özgür olma bir biyografinin tümünü ama eklektik olarak kaplar.

Birey olma ise, olsa olsa 24-65 yaş arasını kaplar. (Yaşlılar kategorik olarak yaşlıdır, birey veya cemaat değil, yani insan olma oyununun dışı demektir.)

Birey ve özgür olmanın ötesinde ise, asıl sorun olan yaratıcılık var veya çok bilgili ve çok zeki olma sorunu.

Tarihin tüm manevi (bilim, sanat, düşün) birikimlerini 100 milyar insanın 100 bini yapmış. Gerisi fasa fiso yaşamış gibi yapmış.

Özgürlük; yaratıcılık, bilim, sanat, düşün üretmek için gerekli ama bunlar amaç değil de, araç konumunda.

Bireysel özgürlüğüm ise gayet taoist, gayet yolcu. Sorun yolda olmak. Menzil yok. Henüz yok.

Demokrasi yolunda 500 yıla gereksinim var.

Özgürlük ise hep imkansız olarak kalacağa benzer, çünkü insanlar özgürlük istemiyor. Toplumsallık, onlar için gönüllü bir zorunluluk ve kölelik, kafeslerinin kapısı açıksca bile uçmuyorlar, uçamıyorlar.

Ancak artık özgürlük, insan-olmama olarak da yaşanıyor ve böylelikle de insanın özgürlüğe zulmü sakil kalıyor.

Demokrasi sorunum değil, özgürlük ise sorunum.

Demokrasi basit ve sade bir şey, istenildiği an şakkadanak olabiliyor. Bu kadar gürültü patırtı gerekmiyor aslında.

Özgürlük ise içsel bir şey. O nedenle hapsihanede bile özgür ve demokratik bir ülkede bile açıkhava hapishanesinde olabiliyorsunuz, G-7 ülkeleri için olduğu gibi.

Yazmam ama yaşarım seni ey özgürlük...


Cuma, Haziran 21, 2013

Radikal Blog Rapor 4


19 Haziran 2013 19:35 itibarıyla, en çok okunmuş 10 metnim ile en çok puan almış 10 metnim arasında arakesit 0 idi.

Bunun anlamı ne?

İkisi de beğenme yönünde eylem. Oysa sonuçlar, birbirinden çok çok farklı.

Öncelikle, burada da bir kişiye yorum yazmışsan, o kişi o yorumu beğenmemişse, kendisi ve tanıdığı okurlar aracılığı ile senin puanını düşürüyor, durumu var, onu belirtmiş olayım.

Diyelim bir metnim başta 5 / 5 puan almış. Gözden kaçmış. Bir süre orada kalmış. Sonra bir bakıyorsun, puan ortalaması neredeyse sıfıra düşüyor, çünkü birileri 5-10 atışla manipülasyon yapmış. (Buna dikkatimi başka bir yazarın saptaması çekmişti.)

Yani: Bir metne puan veren sayısı pratikte sıfır.

Bir metni okuyan sayısı çok artabilir, çünkü 10 civarında linkte sayfalarım görünüyor. (Bu da ayrı bir konu: Her sitenin birbirinden bağımsız okuru var, yani birini okuyan diğerini okumuyor. Aradaki farkı, farklı linkleri koyuş zamanımın hemen ertesindeki okuma artışlarından izleyebiliyorum.) Burada 1 metnimin maksimum okunma sayısı 4.000’in üzerinde.

Puan veren sayım 536, okur sayım 77.000.

Kendimse hiç puan veremedim, çünkü henüz o mevkiyi keşfedemedim. Ayrıca, puan verme konusunun burada nasıl çalıştığını da bilmiyorum. Ayrıca, puan vermek istiyor muyum, onu da pek bilmiyorum.

Yorum alma sayım 10, yorum yapma sayım 15. Bunlar da diğer sitelere göre çok düşük sayılar.

Sonuç?:

Radikal Blog, 1 yılını doldurmadan, hem benim için, hem de kendi için, menziline erdi. Gezi olayları, bunun kanıtlanmasını epeyi öne aldı kanımca.

Sorun şu: Düşünce çeşitliliği yok burada. Gençler için bu bir küfür olmalı ama acı bir gerçek bu. (Blog demek, düşünce zenginliği demek, benim için.)

Ancak, yine gezi olayları için 1968’lilerin yaptığı yorumlar da dehşet verici idi.

Benim için daha da dehşet verici olan durum, (ikametimin olduğu) Kasımpaşalılar’ın pazar günüki vahşi saldırısından hemen önce, 1978’li ebeveynlerin çocuklarını geri çekme çağrısı idi. Daha sopayı görmeden paniklemişlerdi. Maçın yeni başladığını imleyen ‘nene’ başlıklı mesajlarım infial uyandırdı.

‘Duran adam’a bir şey diyemem ama ‘kaçan adam’a derim. Ya meydana çıkmayacaksın, ya da sopayı atana, sen de sopa atacaksın.

Evet aynı insanlar, ‘mahalle baskısı’ ile ‘cadı avı’nın aynı şeyler olduğunu, illa ki yaşayarak öğrenecekler.

2013’lüler beni şaşırttınız açıkçası. Tam Türk işi, başlangıç iyi idi ama bitiriş berbat oldu. Hem de bukleli berbat.

Onların mekanı sayılabilecek Radikal Blog da, bir bakıma öyle oldu, oluyor ve olacağa benzer.


Evet, sıradaki lütfen...

NBA: 40 Yıl



NBA basketbol maçlarını 40 küsur yıldır seyrederim. (1972’de babaevine ilk kez televizyon geldiğinde, Yunan Televizyonu’ndan maçları izlerdik, Kerim Abdülcabbar dönemini yani.)

Bu sürede neler değişti?

O zamanlar NBA’da oynamak Türkiyeli oyuncular için hayaldi, şimdi değil.

Bizden önce Avrupa oyuncuları oraya girdi.

Zenciler hala zenci gibi oynuyor ama beyaz oyuncular çook değiştiler.

ABD’li beyaz oyuncular hala çok iri ve çok güçlü, hatta zencilerden bile güçlü.

Diğer beyazlar ise beynini kullanarak oynuyor.

Beynini kullanarak oynamanın getirdiği bir sonuç ise, bir oyuncunun maçın kaderini belirlemesi yönünde işliyor.

2012-2013 sezonunda bunu çok gördük.

Başka şeyler de gördük:

Yıldız oyuncu efsanesi fiyaskolaştı.

Basketbol sakatlıklar nedeniyle çok riskli bir spor oldu.

Hiç kimsenin bünyesi normal sezonun temposunu kaldıramıyor artık. Basketbolcuların kondüsyon bitmesini de, sürklase olmalarını da çok gördük.

Takımlar giderek birbirine yakın kalitede oldu ve bu da oyuncuların erken tükenişini hızlandırıyor, çünkü bir maça düşen performans miktarı çok artıyor.

Bunu söylemek üzücü ama artık oyuncular çok aptal. Bildiğimiz spor performansı aptalı. Anlık yanlış inatçı ataklarla koca bir maçı ve tüm takımın performansını (hem de en yapılmayacak davranışlarla) kenara atabiliyorlar ki bu profesyonellik için ayıp bir davranıştır.

Çok fazla kişisel hata (top çaldırma, olağan atış kaçırma, blok yeme, vd) olmaya başladı. Süper takımlar ve süper oyuncular için bile böyle.

Böyle olunca oyun çok çirkinleşti ve iticileşti, özellikle de basketbol kurallarını bilenler için.

Böylelikle çıkarsamalar:

Daha çok takım ve daha az maç (haftada maksimum 2 maç) gerek.

Ligin yapısı değişebilir:

Doğu-Batı düzensizliğine bir çözüm gerek ama bu sorun 40 yıldır var ve kimse çözüm üretemedi henüz.

Oyunun kuralları biraz daha AB’li olmalı. Faul ve hatalı yürüme NBA maçlarında feci sakil görünüyor. Maç, mahalle basketboluna dönüyor.

Hakemler de en kritik anlarda hatalı karar verdiler. (Bilerek örnek verilmiyor burada.)

Sonuçta, NBA maçları artık seyredilirken çekilmiyor, epeyi sıkılınıyor. Bu da azalacak seyirci ve gelir demek. Koskoca bir işkolunu çökertebilir Yankiler.


Çarşamba, Haziran 19, 2013

Anketler ve Oylar

Son 1 aydaki seçmen anketlerinin sonuçları şöyle imiş:

“POLLMARK

Pollmark anket sonucuna göre AK Parti yüzde 51, CHP yüzde 22, MHP ise yüzde 14 oy alıyor.

ANDY-AR

Andy-Ar anketine katılanların yüzde 49,6'sı hafta sonu seçim olsa AK Parti'ye oy vereceklerini belirtirken, CHP'nin oy oranı yüzde 23, MHP'nin oy oranı ise yüzde 15 oldu.

ORC

ORC'nin Haziran ayı anketinde ise Ak Parti yüzde 41.5, CHP yüzde 26.8, MHP yüzde 12.6, BDP ise yüzde 5 oranında kaldı.

METROPOLL

...

AK Parti'ye oy veririm: % 35,3
CHP'ye oy veririm: % 22,7
MHP'ye oy veririm: % 14,5
BDP'ye oy veririm: % 6,2
Kararsızım: % 7,6
Cevap vermeyenler: % 6,2
Diğer: % 5
Protesto oyları:& 2.8”


Çıkarsamalar:

Halkımız yönünü şaşırdı. Son olaylar insanları kafa karışıklığına itti.

Veya:

Halkımız ne halt yediğini bilmiyor. Her zamanki gibi.

Gezi olaylarının senkoplu gelişimi, oyların dağılımını da etkiledi. Halkımız değişken.

Anket şirketleri hile yapıyor olabilir.

Anket şirketleri güvenilir yöntemler kullanmıyor olabilir. Örneğin, örnekleme kümeleri çok küçük olabilir.

Sonuçta, yine de tüm sonuçlar birarada geçerli olamaz.

Ortalama almak bir yöntem olabilir.

Boştaki oylar epeyi çok.

Boştaki oyların dışında % 15 AKP oy oranı oynaması var. Parti değiştirecek oylar onlar.

4-5 milyon kişi daha, yani % 8-10 oranda yeni seçmen var.

Demek ki yeni bir Genç Parti vakası yaşanabilir.

En son:

Türkiye büyük bir belirsizliğe girdi. Neo-liberalizm, bu belirsizlikte sürebilecek bir uygulama değil.

Gerisini göreceğiz.


Salı, Haziran 18, 2013

Yakın Geleceğin Teknolojileri





Başlıklar (İngilizce alfabetik sırayla)

Tarım

Biyoloji ve tıp

Eğlence

Elektronik

Enerji

İnternet teknolojileri ve haberleşme

Üretim

Malzeme bilimi

Askeri

Sinirbilim

Robotbilim

Ulaşım

Tarım Alt Başlıklar (İngilizce alfabetik sırayla)

Tarım robotu

Deneme aşamasında.

Kapalı ekolojik sistemler

Özellikle uzayın kolonileştirilmesinde çok işlevsel. ABD’de 2 kez denendi. Başarılı olamadı. Parametreler kontrol edilemedi, hesapta olmayan gelişmeler yaşandı. (İronik olarak Ferhan Şensoy, bir tiyatrocu olarak ABD’ye gider ve bu projenin içine girer, çünkü Nuh’un Gemisi konulu bir oyun yazmıştır: Bakınız ‘İngilizce Bilmeden Hepinizi Ay Lav Yu’)

GDO

Ticari ürün çok. Yasaklama da çok. GDO’lu ürünlerin tarlalarından saçılan artıklar genetik sonuçlara başladı bile.

Mutfak kuluçka makinesi

Yapay et için ön aşama.

Yapay et

Deneme aşamasında. Farklı projeler başardığını duyurdu ama ticari sonuç yok ortada.

Tarım programının bilgisayarla optimizasyonu

Karışıklıklar var, çünkü tarımda denetlenemeyen parametre çoktur.

Dikey tarım

Yatay değil de, dikey tarla gibi düşünülebilir. Alan darlığı nedeniyle işlevsel. Uzay tarımında da kullanılacak.

Açıklama:

Birinci Sanayileşme tarımda traktör demekti. İkinci Sanayileşme ise tarımda açlık demek. 2010 itibarıyla, Dünya insan nüfusunu doyururken, önlenebilir çökme noktasını geçtik. Yani, kuraklık ve kıtlık kaçınılmazlaştı. Bunun tek çözümü yapay tarım. Yoksa, toplu ölümler yaşanacak (aslında yaşanıyor da).

Bunun tek yolu da, on kiloluk balkabağından bin kiloluk balkabağına başarılmış geçişin tüm ürünlerde gerçekleştirilebilmesi. Şimdiye dek elde edilebilen en büyük buğday ürün artışı on kat yalnızca.

İkinci sanayileşme makina yapabilen makinalar demek. Bu da tarım yapabilen makinalar yapabilen tasarımlar demek. Henüz bu aşamada değiliz. İlginçtir ki olmamız gerekirdi ama değiliz.


Pazar, Haziran 16, 2013

İsyan, Genel Grev, Devrim



İsyan oldu, yenildi. Olabilir, bir sonraki isyan lütfen.

Genel grev oldu. O da bu kezliğine yenilecek. Olabilir, bir sonraki genel grev lütfen.

Tarihe bakarsak;

Radikal Blog yazarlarından Demir Küçükaydın’ı 1963 / TİP kuşağı sayıyorum.

Saptama: 1963 ve 1968 biraz farklı şeylerdi. Ulusalcılık ve enternasyonalizm açısından ve eylem dozu açısından.

Eylem dozu açısından 1968 ilkti, Dünya’da da öyleydi.

Sonra, benim de dahil sayıldığım 1978’liler geldi. 1968’lileri hiç mi hiç takmadılar. Çünkü 1980’lerde uyuşturucu işine giren uç kanat sol ve PKK çizgisinin peklala işlevsel olabileceği ve yine PKK, ETA, RAa ilişkileri açısından, tıpkı global mafya gibi, global terörizmin dedelerini oluşturma sürecinin başlangıcını 1968’liler kuramazlardı ve hatta onu (eylemin bu dozunu ve biçimini) dışladılar. Yani, güncel savaş (karşı tarafın deyimiyle ‘asimetrik savaş’) modelini 1978’liler denedi. Ama bunun bilincinde olamadılar, çünkü bellerinin ortasına 1980 darbesini yediler. Ama o bilgiler hep vardı. Hep de var olacak. Makyavelli ve Neçayef bilgileri gibi.

Otobiyografik notlar:

1960’larda özgürlüğü yaşadım. Sonraki tüm yaşamımı pasta için satılmaktansa ve bir sömürge valisi olmaktansa, özgürlük için ayırdım ve bedenen ve zihnen kezlerce öldüm. Tüm devrimciler de öyle oldu ama 1960 doğumlu biri olarak ancak 2000’den sonra donanımlı bir devrimci idim. Ondan öncesinde lümpen apolitik sayılan, anarşist, Birikim’ci, varoluşçu sanılan biriydim. (Evet, bunlar da vardı, 1970’lerde.)

Devrim zor iştir. Hatta kimi imkansızdır ama olsun.

İsyan, genel grev, kargaşa katliam, vd: Çook bela demektir. O da yalnızca gerçekleşene kadar. Sonra, genelde devrim çocuklarını yer.

Ancak, devrimler bitmez. Metamorfoza uğrar ama bitmez. (Rusya ve/ya Çin yanılmış falan da değil, reel sosyalizm de öyle.)

Çünkü, insan türünü etobur Neanderthal İnsan’dan omnivor (hem etobur, hem otobur) Düşünen İnsan’a çeviren Neolitik Devrim’den sonra, son 500 yıllık koloniyalizm ve emperyalizm süreci sonunda, insan türünün hem yok olması, hem de başka bir türe evrilmesi süreçlerini içiçe ve ilk kez yaşadığımız, 2. Sanayileşme ile yepyeni bir metamorfoza girmiş durumdayız. Bunun rönesansları da var, engizisyonları da. Şu an engizisyon kuburuna ve kabirine gırtlağımıza dek batmış durumdayız. (Unutmayın, yeni edebiyat türü denemeyi, Montaigne bu koşullarda yaratırken, erken ölen arkadaşı Etienne de la Bootie’nin ‘Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’ini basmak da ona düşmüştü: Tarihte olur böyle şeyler.)

1980’lerin neo-globalist neo-liberalizmi 1968’lilerin ve 1978’lilerin geri tepen değişim rüzgarından yorulmuş kitleleri, yeniden bir yüzyıl daha geriye çekti. Öyle ki 1950-1980 arasında kazanılmış olan global okuryazarlık olanağı, 1980-2010 arasında tasfiye edildi. Bu da, kitlenin şu an neden bu denli cahil ve aptal olduğunu açımlıyor.

1988’lileri ve 1998’lileri pas geçtik ve onları tarihin çöp tenekesine yolladık. Şimdi elimizde, 2003-2013’lüler (Taksim’de) var, bir de benim gibi 1968’li ve 1978’li olanların tekne kazıntıları mevcut. Bir tür, ‘Fahrenheit 451’deki, her bir birer kitap belleği olan son kalanlar gibiyiz. Tıpkı onlar gibi, sistemin, düzenin ve tarihin dışına çıkmamız gerek (ki ben hiç tarihin içine giremedim, şizofrenik yapım nedeniyle, son olayları yalnızca izledim örneğin).

Tarihi bu denli açıkseçik şematiklikte göremeyenler hezeyanlara kapılıyor ve hezeyan devrime feci zarar verir. Bu bitmeyen bir kavgadır, şakkadank kazanılacak bir maç değil.

Bizler bir kez daha yenileceğiz ve gelecek için başkalarına yol açacağız. Taksim’dekiler de genel greve vesile oldular ve işlevleri bitti. Sağolsunlar.

Gelelim günümüze:

Can Dündar yumurtlamış:

“Savaşın bile asgari ahlakı vardır!”

El cevab:

“Savaşın asgari ahlakı yoktur. Birçok şeyin asgari ahlakı yoktur. Özellikle de şimdiki gibi yeni Orta Çağ'larda. Apartman çocuğu tipi aydınlanma tripleri geçersiz. Bu, başta yenilecek olduğumuz bir savaşın başlangıcıdır. Sonunda gene kazanılacak ama şimdilik yenilgi var, olsun. Sırada genel grev var. En risklisi ise 'riot' ki buna 'kargaşalı isyan' diyebiliriz. Tarihi bilmek yararlı. Bu oyun dizileri kezlerce oynandı, elimizde yeterince anatomik ve patolojik veri var. Onları kullanmayı bilelim. Kaybedelim ama hiç olmazsa geleceğe veri bırakalım.”

Dündar ve Küçükaydın, doğrusal prorgamlama açısından, önümüze epeyi sınır çizgisi koydular.

Birilerinin eylemlerde düşünmesi gerekli. (Yönetmesi değil.) İşte bu aydıncıklar, yol açacağına, yolun ortasında yatan bozuk greyder gibiler.

Çok antipatik baktığım Çarşı bile ne yaptı?

Kamyon ve/ya greyder kullandı. (Taksim’ciler sopa yedi.)

Haa, tutuklandılar. Yani, iktidar futbolculara bile girişecek derecede tırstı, onu gördük.

Bu kadar uzun bir metin, dağınık gibi görünebilir ama değil.

Çok basit bir durum:

Eylemin, hurucun, eksodusun; yönü, büyüklüğü, zamanlaması hesaplanacak ve uygulanacak. Sonra durulacak. Yeni hesap yapılacak. Bu sırada kuşak değişebilir, devrimi kendimiz için istemiyoruz.

Hesap doğruysa, ikinci veya üçüncü adımda, iktidar kopar.

İkinci adımdayız:

Genel grev.

Meydanlara hoşgeldiniz işçi sınıfı.

Es.


Herkes Gider Mersin’e, Norveç Gider Tersine

Habere bakar mısınız?:

“Norveç'te kadınların da zorunlu olarak askerlik yapması gündemde. Parlamentoda, cinsiyet gözetmeksizin tüm vatandaşların zorunlu olarak askerlik görevini yerine getirmesine ilişkin yapılan oylama sonucunda alınan kararla, hükümete kadınların da askerlik yapmasının yolunu açacak yasal düzenlemeye gidilmesi çağrısı yapıldı.”


Sanki MS 21. Yüzyıl’da değil de, MÖ 21. Yüzyıl’da gibiyiz.

En güzeli de sol forvet golü:

“İşçi Partisi Milletvekili Laila Gustavsen, ‘Haklar ve görevler herkes için aynı olmalı. Silahlı kuvvetlerin cinsiyet gözetmeksizin en iyi kaynaklara erişmeye ihtiyacı var ve şu anda çoğunlukla erkekler silah altına alınıyor’ dedi.”

Eh, ne diyelim?:

Heil Laila...

Norveç’te şu anki askeri durum da şu imiş:

“Her yıl yaşları 19 ve 44 arasında değişen 8-10 bin erkeğin askere alındığı Norveç'te kadınlar, 1976'dan bu yana gönüllü olarak orduda hizmet verebiliyor. Kadınlar, mevcut durumda ülkedeki askerlerin yüzde 10'unu oluşturuyor.”

Şunu merak ettim:

Norveç kiminle savaşmayı düşünüyor?

Kadınistan ile mi?

Bu kadarını TC bile yapmıyor.

Sonuç:

Kadın-erkek eşitliği konusu, ancak bu kadar lümpenleştirilebilirdi.

Ancak, kabul edelim:

Yeni Orta Çağ, yeni seçme saçmalar dizisi de demektir.


Cuma, Haziran 14, 2013

TC ve ABD


Neo-demokrasi incileri:

“ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey ise bir panelde yaptığı konuşmada, ‘Elbette ki iç işlerinize karışırız’ dedi.”


Tabii karışırlar.

Karıştılar da...

Darbe de yaptılar...

3 liberalizm de yaptılar...

Tayyip’i başımıza musallat ettiler...

Tabii ki karışırlar...

Biz muz cumhuriyeti olursak, böyle olur...

Tabii ki karışırlar...

Asker Tayyip’i asmayıp besler, Tayyip askeri asmayıp hapise atar.

Neo-demokrasi rakkasesi böyle kıvırır işte...

Anımsatalım:

Tarihte çöküşler; askeri, iktisadi, siyasi veya kültürel olabilir.

Tarihte çöküşler; içsel veya dışsal nedenlerle olabilir, savaşlar kadar iç savaşlar ve halk isyanları da vardır...

Halk isyanları devrimler kadar etkili olabilir. Hatta daha da etkili olabilir, çünkü devrim Rusya’yı SSCB yaptığında ikisi de emperyalist kaldı ama halk isyanları ile çöken devletler bir daha belini doğrultamadı.

Haa ABD, TC’ye ‘bizim çocuk’ muamelesi yapmaya devam edebilir. Hatta tüm sağ liderler, başa gelmeden önce muhakkak ABD icazeti alabilir ama bir gün gelir devran döner.

Anımsayalım:

Osmanlı da, bir zamanlar Paris’teki ‘can can’ kızları için Fransa’nın içişlerine (doğru yazılışı bu, ötekini bilerek ellemedik) karışırdı. Şimdi ölü bir devlet yalnızca.

ABD de öyle olur elbette...

TC zaten kendini tasfiye etti.

Evet, sıradaki müstakbel devletleri alalım tarih sahnesine lütfen...


Perşembe, Haziran 13, 2013

Neo-Demokrasi Parodileri



Danıştay başkanı açıklamış:

"Referandum sonucu yargı kararının önüne geçemez"


E Tayyip, bunu bilmez mi?

Bal gibi bilir.

Ancak bu, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne, uluslararası hukuğa, anayasaya veya yasalara aykırı seçim ve/ya referandum kararı ve uygulaması durumu her yerde mevcut. Artık böyle. Yersen: Yeni demokrasi komedisi bu.

Almanya anayasasında yasak olmasına karşın, yurtdışına asker yolladı ve bu nedenle cumhurbaşkanı durumu protesto için istifa etti. Onlar da hemen yenisini seçti.

Japonya’nın silahlanması hala yasak olmasına karşın, başkent Tokyo füzelerle korunuyor.

ABD Yüksek Mahkemesi, eşcinsel haklarının anayasal güvence içinde olduğunu belirtmesine karşın, çeşitli eyaletlerde (diyelim Kaliforniya’da) eşcinsel evlilikleri referandumu yapıldı ve ret oyu çıktı.

Bir de Putin taklası var:

Genel demokratik temayül, cumhurbaşkanlığının ertesinde o kişini aktif siyaseti bırakmasıdır. Ancak Putin, bağlı kuşa tecavüz etmeye doymayan diktatör hesabınca, Medvedev’i kukla başkan yaptı, kendi başbakan oldu ve geri döndü. 2012-2024 arasında başta.

Tayyip’in hayali de o: 2024’te hala başta olmak.

Bunun için, 4. kez milletvekili seçilmeme parti tüzüğüne karşın, bir yolunu bulur mutlaka.

G-7 demokrasi denilenlerinde bir parodi daha var:

ABD başkanlık seçimlerinde bile seçmenin yarısı sandığa gitmiyor. Gidenler de, 2 aday / parti arasında limit % 50-50 bölünüyor.

AB Parlamentosu seçimlerinde ise katılım, % 25’te bile kalıyor. Kimse de, ‘bu nasıl demokrasi be?’ demiyor.

Bakın:

Etkin okuryazarlık limit sıfıra düşüyor, halkımız cumhuriyet ve demokrasi istemediğini tüm darbelerde ve tüm liberalizmlerde kezlerce kanıtladı. İşçi hakları sıfıra limitleniyor.

Evet, 1. Sanayileşme bitti, onun kazanımları da bitti.

Sıra kaosta.

Ondan sonra da, 1950’de başlamış olan 2. Sanayileşme’nin tamamlanmasında...

Demek ki demokrasi olmasa da oluyormuş: 1980-2010 arasının en önemli tarihsel dersi bu oldu...

Gömülen Laz’ın hesabınca, ‘bu baa ders oldi’.

Dipnot: Şekil 1-A, diğer bir demokrasi parodisini imlemekte.