Cumartesi, Kasım 30, 2013

Trans’laştırabildiklerimizden misiniz ki?



Bir haber:

Bu çocuk kime 'Anne' diyecek?

...

28 yaşındaki Karen erkek olarak doğdu. Kendini kadın hisseden ve kadın kimliğine sahip olmak isteyen Karen amacına ulaşmak için üç yıl mücadele etti. Kadın olarak doğan 26 yaşındaki Alexis de erkek kimliğine sahip olmak için aynı mücadeleyi verdi. Geçen yıl yasalaşan ve mahkemeye başvurmadan kimlik değiştirmeye olanak sağlayan Cinsiyet Kimliği Yasası imdatlarına yetişti.

Karen ve Alexis, Arjantin’in en tutucu eyaletlerinden Entre Rios’da evlenen ilk ‘gay’ çift oldu. Karen Bruseralario ve Alexis Taborda aşkı Buenos Aires’de transların katıldığı politik bir eylemde başladı. Çift tanıştıkları günden itibaren hiç ayrılmadı.

Hormon tedavisi gören ancak, cinsel organlarında değişiklik yaptırmayan çiftin kilisede evlenme istemi kabul edilmedi. Karen, birkaç gün önce Twitter üzerinden Papa’ya izin için başvurdu. Ancak şu ana kadar herhangi bir yanıt alamadı. 8 aylık hamile olan Alexis, 22 Aralık’ta sezaryenle ‘Genesis’ adını vermeye karar verdikleri bebeklerini dünyaya getirecek.”


Konu, Zihni Sinir fantezisini aşmış. Görüldüğü üzere, Papa’nın bile havsalasını zorlamış, adam konuşamayacağı konuda susmuş..

Daha önceki aşama, 2 kadın lezbiyen çiftten aktif ve bıyıklı olanın 2 çocuk doğurması ve ardında boşanma ile sonuçlanmıştı.

Evlenmek isteyen eşcinsellerin zıtcinsellerden farklı hiçbir yanı olmadığını düşündüğümü daha önce de yazmıştım.

Çocuk sahibi olmak isteyen eşcinsellerin zıtcinsellerden hiçbir farkının olmadığını da daha önce yazmıştım.

Birbirini aldatan eşcinsellerin zıtcinsellerden hiçbir farkının olmadığını da daha önce yazmıştım.

Evlenip boşanan eşcinsellerin zıtcinsellerden hiçbir farkının olmadığını da daha önce yazmıştım.

En son da bunu yazmış oldum:

Aldatma olsun olmasın, boşanma olsun olmasın, bu duble trans çiftin de zıtcinsel çiftlerden hiçbir farkının olmadığı gerçeğini...

Soru kipleri:

Farklılık tripleri bunun için miydi?

Özgürlük tripleri bunun için miydi?

Dünya’yı değiştirme tripleri bunun için miydi?

Bla bla bla...


Cuma, Kasım 29, 2013

Yurdum Ateistleri



Valla, bana feci asparagas bir haber gibi geldi ama asparagas ise bile çok mavra:

“SEKAM'ın 81 ilde 15-28 yaş aralığındaki 5 bin 541 gençle yaptığı araştırmada ‘ateist’ kimliğini kendisine uygun bulan 160 gencin verdiği yanıtlar şaşırttı. Ateist olduğunu belirten 160 gencin yüzde 61'i ‘Allah'ın varlığına kesinlikle inanırım’, yüzde 18'i ‘inanırım’, yüzde 13'ü ‘şüpheliyim’, yüzde 9'u ise ‘inanmam’ seçeneğini işaretledi.”


Kendi gözlemime göre ise, kendini ateist sayan yurdum insanlarının yarısı panteist, yarısı ise agnostik.

Gelelim halkımızın bu araştırmaya tepkilerine:

“Yapılan bir araştırmaya göre, cennete giden ateist sayısı, müslüman sayısını ikiye katladı. HAHA Ankara Bürosu.

% 61'lik araştırmaya ateistlerden beklediğim tepki:
‘Dinime söven ateist olsa.’ Hahahaaay:)))

Benim bugün kendi aralarında toplanıp danaya ortak giren Ateist arkadaşlarım da var.

Bu topraklar cumaya giden ateistler gördüyse Allah'ın izniyle Marksist ülkücüleri de görecektir.

valla bizim oralarda ülkücüler bile ahmet kaya dinler ateistler bile selamun aleyküm diye selam verirdi...

Ateist gençlerin yüzde 61'i Allah'a inanıyorsa, bu gruba giren müslümanların yüzde 61'i de ateist oluyor o zaman.”

Bu ülke, Geziciler sayesinde, kendini Müslüman sananlara cuma namazı kıldıran, kendini ateist sananlar da gördü.

Özgürlük ‘ne olsa gider’ değildir, multi-kulti ‘ben yaptım, oldu’ değildir.

Muhafazakar ve liberal olunamayacağı gibi, ateist olup da Allah’a da inanılamaz.

Ancak, alıntıların da gösterdiği üzere, dedesi 1968’li, babası 1978’li olanın burnu feçesten çıkmaz zaten.

Zırvalamaya devam gençler, tarih size mabadıyla gülmeye devam ediyor. Daha olmadan çürüdünüz gençler... Beyninizi çöpe attınız gençler... Sizi internet bile bilgilendiremedi gençler... Ölmeden mezara girdiniz, beyninizi kubura ve kabire döndürdünüz gençler...

Sıradaki kuşak gelsin gençler...

Siz evlenin, çocuklar peydahlayın, sınıf atlayın...


Deli ve Freak



Önbilgi 1: Psikiyatristler şizofrenlerin bazılarıyla pek tartışmazlar, çünkü onlar söz ve akıl oyunlarıyla psikiyatristi yenebilirler.

Önbilgi 2: Bu metin, bir psikiyatristin ‘freak’ sözcüğünü kullanma hakkının olup olmaması üzerinden işler.

2006-2012 yılları arasında 6 yıl psikiyatriste gittim.

Ben hariç 4 kişilik ailemin tamamı deli doktoruna gitti. En sona ben kaldım.

Doktorla aramızdaki diyalog ilginçti: Ben kendisinin deli olduğunu düşünen bir deliyken, o kendisinin deli olduğunu düşünen hastasının deli olmadığını düşenen bir doktordu.

O kişi, 53 yıllık yaşamımda beni dinleyen tek kişiydi ama o da eksik dinledi.

Süreç göreli başarılı sonuçlandı. Deliliğimi daha çok kontrol etmeyi öğrendim ama bana göre deliliğim daha da arttı, tabii ki bu yaşlılıktan dolayı böyle: İnsan yaşlanınca, başkalarını rahatsız etmekten rahhatsız olmaz oluyor, yani huysuz bir moruk oluyor.

‘Freak’ demeyelim ama kendimi hep bir marjinal ve ayral olarak algıladım.

Marjinal sınır kavramına dayalıdır. Asosyallikle sosyallik arasında tam sınırda durdum (kaldım değil, durdum). O nedenle hala yeni bir grupla tanıştığımda, hacimsel olarak da, tam o grubun kenarında dururum / yer alırım. Ders sınıflarında ise, hep sol arkada yer aldım ki bu da bir mecaz / metafor teşkil edebilir.

(Bu sınırdalık, beni ‘multi-binded border-line’ bir tip gibi yaptı.)

Kendi kendimi marjinal olarak niteleyebilirim ama bu başkalarına beni bir marjinal olarak niteleme hakkı vermez.

Neden?:

Çünkü:

Bir: İntihar etme eğilimli biri, başkalarına onu cinayet hakkı vermez.

İki: TC toplumu, yarıdan çoğunun marjinal olduğu veya tanımlanabildiği bir toplumdur, yani kimsenin kimseye diyecek sözü yoktur bu konuda.

Üç: Başkalarına ‘freak’ demek veya bilinçaltında olsa bile öyle düşünmek, bir psikiyatristi Hipokrat ve Türk doktoru yeminini çiğnemiş konuma sokar.

Dört: Bu tutum / davranış, mahalle baskısını geçer, otomatik lince yol alabilir.

Beş: Bu koşullarda bir özsavunma ortamı doğar. Diyelim ‘Dogville’ filmindeki gibi. O özsavunma da bu metindir.

Gelelim orman panoramasına:

Bir: Yeni bir orta çağa girdik. Orta çağlarda delilik artmasa da, tuhaflaşır: Eski ve bu-yeni orta çağdaki toplu dans etme krizleri gibi.



(Dans Vebası)

İki: Bu koşullarda devrimi marjinaller ve deliler yapabiliyor / yapabilecek. Zaten toplumsal değişimi hep marjinaller yapar ama tarihte bu durum belki ilk kez ortaya çıktı gibi.

Üç: Normaller marjinallerden berbat durumda, çünkü orta çağ koşulları genelde öyle olur.

Sonuç:

Hepimiz ölümlüyüz, ölünce geriye çocuktan başka şeyler de bırakma hakkı verilmiş ender kişilerdendik ve limit tamamımız bunu kubura / kabire gömdü çoktan.

O nedenle, bırakınız marjinaller devrim yapsın. Siz normaller tarihi yeterince yaptınız zaten ve sonuç da ortada...


Perşembe, Kasım 28, 2013

Niyazi Biggart, Niyazi-Değil Sipahioğlu


Biggart profesyonel bir fotoğrafçıydı.

11 Eylül 2001’i fotoğraflarken öldü.

Felaket objesine bilerek daha yakın durduğu için öldü.

Yani isteyerek öldü veya isteyerek eylediği bir edim kendisinin ölümüne neden oldu.

Olayın 300’ü üzerinde fotoğrafını aldı. Onlar daha sonra sergilendi.


Olayda ölen tek profesyonel fotoğrafçı oydu, yani Niyazi’liği buradan geliyor, hem de gönüllü Niyazi’liği...

Çektiği fotoğaflardan biri, SİPA’nın 40. yılı için yapılan bir kitaba girdi.

O kitabın sergisi Türkiye İstanbul FKM’de açıldı.


Bendeniz de, Niyazi’nin varlığını orada öğrendim.

Bir de Niyazi-değil olan, o ajansın sahibi Gökşin Sipahioğlu var.

Ancak, kendisinin Niyazi-değil’liği oradan gelmiyor.

Yine, o sergide yer alan bir fotoğraf var, bir başkası çekmiş: Nik Wheeler.

Sipahioğlu, o fotoğraftaki terörist Carlos’u teşhis ediyor ki bu edim, onun ve fotoğrafçının ölümüne neden olabilirdi. Arkadaş, bununla da yetinmiyor, konu hakkında Fransa devletiyle işbirliği yapıyor, yani bir Omo beyazı kuvvet gibi davranıyor (bu bilgi, sergi içindeki metinlerden alıntıdır).

Tuhaf olan şey, o fotoğrafın Carlos aleyhinde delil olarak kullanılması ve dahası, Carlos’un adamı öldürteceğine veya öldüreceğine, üzerine bir de tebrik etmesi.

Carlos neden böyle bir şey yapmış?

Çünkü kendisi, terörden kişisel olarak birkaç 10 milyon dolar kazanan biri: Biraz farklı bir terörist yani.

Çünkü kendisi, medya geştaltının bir terörist olarak kendisi, eylemleri ve global terörizm için kullanılmasını onaylıyor.

Çünkü kendisi, meşhur olmaya bayılıyor.

Peki Sipahioğlu, bunu Arafat için yapsaydı, ya da Che, ya da başka biri için?

Sağ kalır mıydı?

Bence hayır.

Peki, buna ayar mı? Aydı mı? Ayabilir mi? Çok mu cesurdu?

Ayamasa bile, bunu bilmek onun sorumluluğunda idi.

Ve bu adam bugün bile hala fotoğrafçı ahlakı ve onuru için aday gösteriliyor.

Bence yanlış geçersiz ve katl-i vacipmiş kendisinin...

Ey kari, sen ne dersin bu konuda?

Dipnot: Metnin fotosu, Wheeler’ın çektiği ve bir dergiye kapak olan Carlos fotoğrafı.



Salı, Kasım 26, 2013

Freak, Ucube, Marjinal, Ayral

Geçen perşembe gecesi bir arkadaş masasındaydık.

Masadaki bir çocuk psikilatristi arkadaş benim gibilerin konumunu taınmlamak için ‘freak’ (= ucube) sözcüğünü kullandı.

Öncelikle, meraklısı için aşağıda linkler var, konunu 2 farklı açısını ele alıyor:

‘Ucube’ (Freaks) filmi:


(Bu filmin Hitler’in ilktidara geldiği ilk yılda yapılmış olması, dolaylı bir gösterge.)

‘Ucube Bedenlerin Fenomenolojisi’ kitabı:


Gelelim bize:

Masadakiler, TC’deki o zamanlarki on binde bir zekayı temsil eden AFL mezunlarıydı. Konu da, aramızdaki ayrallar, marjinaller, sosyopatlar, psikopatlar üzerinden açıldı.

Masadakilerin ben hariç tamamı, zekalarını normalleştirmişlerdi, çünkü bunun cezasını çekmişlerdi veya çekenleri görmüşlerdi.

Beni de tam sınırda olan, kurtarılacak yaramaz kardeş olarak görüyorlar.

Gelelim ana tanımlarımıza:

Marjinal, adı üzerinde sınırda yaşayanları tanımlar. Bu sıralar ağırlıklı olarak iler marjinallik üzerinden ekonomik bir tanım sayılsa da, tüm alanlardaki marjinalleri kapsayan bir tanımdır marjinal.

Ayral ise, geleneksel bir kavram, yani 1980 öncesinden kalma.

İstatiksel olarak 3 standart sapma tesinde nitelilkler sergileyenleri kapsar ve nicel olarak % 1,5 gibi bir yüzdeyi içerir.


Şimdi tüm bu sayılanların ortak özelliği, toplumu değiştirenlerin onlar olmasıdır. Çok olurlarsa, ortamın canına okurlar, hiç olmazlarsa toplum statikleşir ve bunu acısını çok çeker: Böyle de ironik bir ikilem mevcuttur.

Dolayısıyla bu kardeşlerimiz, hem cezalandırılır, hem de uzaktan uzaktan sevilir gibiler.

Gelelim ucubeliğe:

Aslına bakılırsa, o da göreli bir kavram: 1 metrelik 1 pigme için 2 metrelik 1 Hotanto bir ucubedir ve tersi de...

Kendime gelirsem:

Bu sayılanların hepsiyim ve daha fazlayım. 50 yıl boyunca tüm anormalliklerimi tanımlamaya çabaladım ama hala % 10’luk bir dilim var ve onlar en önemli bölgede.

Ucube olma sıfatını taşırım, çünkü 9 yaşında şiddetten aşırı zevk aldığımı öğrendim. Böyle bir sürü niteliğim var ve bazıları burada sayılamaz.

Tabii, bu yönlerimi elimden geldiğince sakladım ama normallerin burnu da iyi koku alır doğrusu. Dolayısıyla, epeyi de ceza gördüm toplum tarafından...

Gelelim işin nesnel momentine:

Yeni bir orta çağdayız artık. Geçmişteki orta çağlardan bildiğimiz üzere, bu dönemlerde acaiplerin oranı da sayısı da artar ve arttı da. Bugün TC toplumunda anormal sayılan tüm sıfatlar biraraya geldiğinde, geriye nüfus kalmıyor gibi.

Tabii benim asıl derdim şu:

Kendi bir ucube olacakken, karış tarafa geçip ucubeleri ‘ağaç yaşken eğilir’ hesabınca, çocukken değiştirmek için, bir çocuk psikiyatristi olan arkadaşın durumu...

Onun takdirini okura bıraktım...


Pazar, Kasım 24, 2013

Soru ve Yanıt

Türkiye’de ve Türkçe’de internetin iletişimi ne duruma getirdiğine ilişkin 1 örnek ve açımlamaları:

Olay Facebook’ta 1 psikiyatri grubunda geçer, soru benim, yanıt 1 psikiyatristten değil:

Soru:

“Psikiyatri hastalarına neden kortizon veya muadili verilir?”

Yanıt:

“Şişman insanlar daha sakin, daha sevecen, mülayim oluyor, görüntü de ister istemez insanın psikolojisine yansıyor...”

Yorumlar:

Bu soruya yanıt bu mu?

Hayır.

Arada kortizonlu bileşiklerin insanlara kilo aldırdığı bilgisi var ama bunu herkes bilmez ve bilmek zorunda da değil.

Bu soru, bir uzmana soruldu. Yanıtlayan bu konuda bir uzman değil. Yani yanıtlayan bu konudaki soruyu dinlemeden, o konuda kafasında olanı yazdı / anlattı.

Çıkarsamalar:

Bu adamın tanıklığına güvenilmez.

Bu adamın iletişimine hiç güvenilmez.

Bu adamla birlikte hiç mi hiç iş yapılmaz. Sürekli ‘ben öyle demedim’, ‘sen şunu demek istedin’ gibi, deli edici laflar duyarsınız.

Bunları da internet bu duruma getirdi, çünkü tüm internet iletişim(sizliğ)i böyle...


Cumartesi, Kasım 23, 2013

Otobiyografi Üzerine Öznel Notlar

Otobiyografi üzerine okurken ve yazarken bulmayı arzuladığım arzuladığım malzemeleri bir türlü bulamadım. Ben de oturdum, o olası tasarımların bir bölümünü karaladım, karalama çünkü bu konu hakkında ilk kez yazdım, yani son 8 yıldır, yani son yazma aşamamda.

30 bin sayfa yazmış durumdayım. (Bu konuda rekor bende değil, onu belirtmiş olayım.)

Bunun 3 bin sayfası günce, 3 bin sayfası mektup.

Bir: Yani, benim için günce ve mektup otobiyografik edebi formlar. 1984-2013 arasında haftada 1 tempoyla gibi yazılmış olan bu metinler, soyut varlığımı anı anına değilse bile, günü gününe imlemiş oluyor.

Bir ayrım burada başlıyor:

İki: Ben bile oturup, şu an 50 yıllık yaşamımı yazsam, o son 30 yılı farklı yazarım.

Üç: Biyografi otobiyografiden çok farklı olacaktır ama illa ki doğrudanlık açısından eksik olmak zorunda değil, çünkü bazı yazarlar ister anı anına yazsın, ister 30 yıl sonra yazsın, kendi yaşamlarındaki güncel ayrıntıları ayırsamada zayıflar ama iyi belgeleyiciler bu zorluğu aşıyor nasılsa.

Dört: Böylelikle, benim bakış açımdan söylenirse: Ben, sen ve o olarak otobiyografi ve biyografi, benim soyut varlık saydığım, başkalarının kendi olarak tanımladıkları şeyi anlatmak durumunda değil.

Beş: Zaten ek olarak benim özel bir durumum var: Ben şizofrenik bir kendi-değil’im. (Aynı zamanda insan-değil’im ama cins’im ve bu da, ‘bir, iki, çok’ ekseninde beni asimetrik yaptı.)

Altı: Benim yaptığımsa, varlığımı tanımlamak, varlığımı / biyografimi kültüre yerleştirmek ve aynı zamanda kültürü de varlığıma yerleştirmek oldu. Özel not: Bu Escher’in çift / çok yansımalı resimleri gibi değil. Yansıma, bir geometrik dönüştürümdür, düz aynada bile perspektif görsel dönüştürüm vardır. Yani benim anlattığım, benim içimden geçen kültürün beni değiştirmesini ve yazma yoluyla benim kültürü nasıl değiştirdiğimi öznel olarak imlemek oldu.

Yedi: Hepsini birleşik alan saysam da; anı ve portre, özyaşamöyküsel çabama koşut ama ondan ayrı ilerledi. Özellikle portre yazıktırmalarım, özellikle ‘İstanbulaceze’ ve ‘Güzellemeler’ dizilerinde olduğu üzere, yine öznel seçimimle oluşan ama kesinkes tarihin momentlerinden etkilenmiş metinler oldu.

Sekiz: Seyyar sahhaflık gibi, sözel bir altkültürde de sürekli / yoğunca bulunduğum için, konuşmalarım yazdıklarımdan biraz farklıdır, bunu da imlemiş olayım. Bazı kuramcılar bunun gerekli ve/ya kaçınılmaz olduğun önesürer ama ben o kanıda değilim.

Dokuz: Tarihte ünlü kişelerin belki binde biri otobiyografi yazar ve onların çoğu, artistlerinki gibi lüzümsuz (Hildegard Knepf gibi) ve çarpıtılmış ve başkalarınca yazılmış (Knepf gibi yine) olur.

On: Edebiyatçıların otobiyografi eksikliği ise, pek tahammül edilir bir durum değil. Romanlarında doğrudan kendi görüşlerini kullanan yazarların, kendini doğrudan ifadeden kaçınması ironik bir durum. (Bence buna cesaret edemiyorlar aslında.)

On bir: Otobiyografinin kendini doğrulama veya itiraf olması da yine tarihsel momentlerle ilintili.

On iki: Fakir Baykurt’un Almanya’ya eksodusundan sonra, Türkiye okurundan kopması ertesinde, eğer 1995 tarihli 8 ciltlik otobiyografisi olmasaydı, onun eserleri bambaşka kulvarlarda anlaşılmış kalırdı. Yani otobiyografi yayınlandığı anda da kuşkusuz eserleri etkiliyor.

On üç: Muzaffer Buyrukçu’nun 8 ciltlik güncesi ise, portreleme-günce alanında tanımlı kalsa da, bize inanılmaz özgün bilgiler aktardı şimdiden.

On dört: Dolayısıyla otobiyografi türü, değil eksik, henüz başlamamış bir edebi alan durumunda hala.

On beş: Yine de, 1940-1970 yılları arasındaki Cumhuriyet dönemi için, özellikle edebi yazarların anılarının 100 tanesi bambaşka bir öznel tarih yazdı bizlere. Asıl önemlisi, yazarlar da diğer eserlerin tamamına yakınını bilmediği için, böyle bir moment de kayıtlanmış oldu. Not: O anıları okumak, benim otobiyografi / günce nalayışımı çok değiştirdi.

On altı: Kendi biyografimi tarihe şöyle ya da böşle yerleştirmiş olsam da, soyut varlığımı tümüyle tanımlamayı, kendimi ancak proto-tip / arketip sayarak hayal edebiliyorum. Yani, 30 yılda bu işi tamamlayamadım ama belki 5-10 yıldır da pek değişmiyorum içsel olarak.

On yedi: 3 bin sayfa güncemi okumayı kimseye önermem. Çabaya yazık olur bence.


Cuma, Kasım 22, 2013

Viral Videoların Salgın Kaotiği


0. Derece Koyutlar:

Bir: Ne salgınları biyolojik hastalık sayıyoruz, ne de viral videoları kültürel hastalık. Her ikisinin de yayılması ve durması için kaotik dağılımlı parametreleri olan ve matematiksel modelini sorguladığımız değişkenlikler (atematiksel) fonksiyonları olarak sayıyoruz.

İki: Bunun benzeri olan bir durum, orman yangınıdır. Bir orman yangını, kendini de bitirebilr, sonsuza dek yayılabilir de.

Üç: Henüz olguların ve olayların veri tabanından tümevarımla kesin denklemlere varmayı beceremedik ve bunun peşindeyiz.

Ana metin:

Viral videolar, virüs gibi çok hızla yayılan videolardır.

Genelde çok hızlı yayılırlar ama yayılmaları bir süre sonra sıfıra limitlenir.



Salgınlar ise farklı bir görüngü kümesi sergileyebilir:

Salgınlar, kuluçkaya veya uykuya yatabilirler, böylelikle de gelecekte 1 veya 1’den çok kez daha yeniden salgın olma / yaratma potansiyelini taşırlar.

Şimdilik böyle bir viral video görülmedi henüz.

Ancak, internet ileride yüz yılını falan doldurduğunda, yeterince yineleme kümesi birikecek ve bu görülecektir. Örneğin, belli makro toplumsal olayların yuvarlak sayılı yıldönümlerinde, eski dönemin belgesellerinin seyrine yönelik olarak bu durum gözlenebilecektir.

Bu bir.

Görülen viral video dağılımlarına bir bakalım ve onları modellemeyi deneyelim:

Muhatap sayısı sabit giden yayılım var, muhatap sayısı artarak giden yayılım var.



Bu daha çok, kalıcı ün ve geçici ün ayrımında ama o da kesinlikle bir salgın konusu.

Bu iki.



Muhatap sayısı pratikte sıfır olan bölgeler var. Örneğin viral videolar için bu, internetsiz bölgeler olmakta. Veba salgınında Avrupa’nın belli bölgeleri, ana ticaret yolları üzerinde olmadıkları için, salgından kurtulabilmişlerdi. Demek ki bu koruyucu hekimlik konusu.



Bu üç.

Zamansal olarak eşzamanlı sayılabilirseler de, bazı salgın hastalıklar ve bazı viral videolar, diğerlerinden çok daha hızlı yayılabildi ve her ikisi için de, bunun nedenleri tam açıklanamadı henüz. Ancak, 1 parametre var: Çığ etkisi. Yani, daha çok izleyici başlangıcı, daha çok izleyici devamı demek. Bunun tersi de, kendini bitirme demek.

Bu dört.



Bir de bunun daha küçük ölçeklileri var. Makro viral videolar, global toplam seyircide 100 milyonu gördü. Oysa sosyal medyada her gün binlerce veya yüz binlerce ölçekli paylaşımlar yapılıyor ve bunlar düzenli olarak sayılmıyor. Kaos matematiğine göre, bunların mikro örüntüleri büyüklere benzer ama varyasyonlu olacaktır. O varyasyonlar da ana denkleme ulaşmamızı sağlayacaktır.

Bu beş.



Salgın hastalıkların yayılma mevsimi olduğu gibi, viral videoların da, tüm sosyal medya konularında gözlendiği gibi, yayılma saatları var.

Bu altı.

Sonuç:

Bunlar, bir tür doğrusal programlama sınır doğruları çiziyor.

Ancak, bizim aradığımız doğrusal-olmayan bir matematiksel model.

Bu durumda, 2 modeli melezleyeceğiz demektir.


Çöken Uygarlık Senfonisi

Önnot: Schoenberg’in böyle bir kompozisyonu olabilir, emin değilim, o eser ‘A Survivor from Warsaw’ da olabilir, ondan da emin değilim.

1974-2014 arasında, 40 yıl boyunca bir deli saçması, bıçak sırtı, amok koşusu tutturdum.

Bir beyin olmak için yaşamımı oto-anarşistçe yıkarken, Türkiye’de 1. Cumhuriyet, ölmeden önce son bakışta aşklık bir epi-rönesans tutturup, yükselip çöktü; Dünya’da ise, 1960’larda 3. Dünya’nın ve 1968’lilerin yükselişi geldi, sonra kapitalizm bilmem kaçıncı kez küllerinden yeniden doğdu, neo-globalist neo-liberalizm dalgası ile ortalık kan ve ateşe boğuldu.

Şu an durdum, bakıyorum:

Ben kurtuldum ve Dünya toptan öldü. Tam da, ‘Mülksüzler’deki Shevek gibiyim ama onun gibi tek başına kurtulmanın vicdan azabını duymuyorum, çünkü kendini yeterince zekat keçisi yerine koyduktan sonra, kerizlikten vazgeçmiş bir neo-entellektüelim artık.

Daha da berbatı, benim için bir gelecek yok ama intihar etmeyeceğim, öyle bir yetim yok ve ayrıca Stephan Zweig kadar salak da değilim. Öylecene dururum, o da bana yeter de artar bile...

Nasıl oldu da böyle oldu?

Çünkü en inanılmaz sürpriz atlara oynadım ve en inanılmaz sapa yollara girdim ve en inanılmaz ayaz sularda yüzdüm ve ben haklıymışım: Tek-hiç yol buymuş, eğer o da bir yol ise tabii ki...

Ancak, burada ve bu anda durup, sessizce saygı duruşum varken, o çöken uygarlığın da, kulaklarımda çınlayan, inanılmaz estetik bir senfonisi var.

Bu, ne batan ilk uygarlık, ne de gelecek olan ilk rönesans / neo-uygarlık...

Aç parantez Bosch-Bruegel, kapa parantez Kafka-Fassbinder üzerinden öyle bir kuadreliktik dikmeler dizisi almışım ki dosdoğru karşı kıyıyı bodoslamışım.

Ve kulaklarımda o eşsiz melodiler çınlıyor...

Kurtulmamın bir ve yalnızca bir nedeni var:

Asla ve kata bir evim olmadı ve asla ve kata bağlanmadım, yani asla ve kata bir insan olmadım...

Bu açıdan bakınca ilk reel-uzaycıyım, daha doğrusu bir arketipim / prototipim... Hem de başarısızından...

Bu açıdan biyografim-tarihçe griftliği tam da çakışıyor.

Tam da budur, denklemin henüz görülmemiş çözümünü uygulayışım.

Tam da budur, sorulmamış soruları soruşum...

Tam da budur, o senfoniyi ilk dinleyenin ben oluşum...

Gelelim kabaca konunun müzikalitesine:

Genel melodik akış, benim ilk kez ‘Zombi War’ filminin 2 yıl önceki ön-fragmanında duyduğum tını üzerinden işliyor...

Genel müzikalite-kültüralite, kesinkes Piazzolla’nın ‘Pulsacion’ dizisindeki gibi, iniyor çıkıyor, çakıyor söküyor, acılar sökülmüş çiviler gibi gönlümüzde nakşolmuş kalıyor...

O çivilerin delikleri, tuhaf bir viskositedeki kültür tarafından gelgitlerle doldurulup boşaltılıyor.

Eksilen yaşamlar, kendini hiçleyen / kendi harcanmış yaşamlar akıp gidiyor...

Tuhaftır vurmalı çalgılar zayıf ama poliritmleri var ve bunun nasıl bir müzikalite olduğunu bilmiyorum henüz... Belki de, yine ‘Zombi’deki gibi, yavaş gelip giden bir poliritim olabilir bu pekala, çünkü tarihin 25-50-250 yıllık döngüleri var bilinen ve bizim şu an yaşadığımız 1985-2000 (proto-11 Eylül 2001) için olan en küçük boyuttaki siklus...

Genellikle yerel-tümel ölçek-ölçüt üstüste çakışmaz. Ancak, Türkiye-Dünya 1960-2010 bir biçimde çakıştı... Hep birlikte çıktık, hep birlikte indik...

Dolayısıyla tek bir çalgı ile orkestranın senkronundan ziyade, tuhaf bir az faz farklı, ekstradan boyutluluk işitsel artetkisi mevcut...

Tüm birleşik disiplinlerarası bilgim, çöken uygarlık senfonisini ancak böyle tanımlayabiliyor henüz...

İnanın, ne yazdığımı ben de anlamadım... Metin kendini bana yazdırdı işte...


Perşembe, Kasım 21, 2013

ABD'nin Pratik Ekonomik Gelecekbilimi

Hisarcıklıoğlu şöyle demiş:

“Dünyada ilk kez gelişen ülkelerin ekonomik büyüklüğü, gelişmiş ülkelerinkini geçti. Bu ilki tespit edip, buna göre strateji üretmek isteyen ABD, bütün dünya ekonomisini kökten etkileyecek 2 büyük atılım için harekete geçti. Amerika; Latin Amerika’dan Avrupa’ya dünya ekonomisinin % 75’ini tek bir pazarda, daha da önemlisi tek bir standartta buluşturmayı hedefliyor ve bütün yatırım ortamlarını da aynı noktaya götürüyor. Bu bölgenin dışında kalanlar, maalesef kaybedenler olacak; çünkü dünyanın üretiminin standardını değiştirecekler.”


Katılmadığımız birinci nokta şu:

Bu, yeni bir süreç olarak sunulmuş ama değil: ABD’nin 2000 askeri Stratejisi ve CIA kökenli proje üreticisi Barrett’in deyimiyle, neo-liberalist global pazarın dışında kalan yerlerin nüfuslarını pazarlaştırma çabası, 1990’lardan beridir var.

Koşut olarak Putin Rusya’sının gücü (ki bunu Suriye konusunda doğrudan yaşadık) ve yine 1990 ertesi Rusya planlarının (anti-komünizmin geri tepmesi ve bugün AB’de Rusya’da eski komünistlerin pekala % 20 oy alabilmesi) yanılması var elde.

İkinci nokta:

Çin’de görüldüğü üzere, böylesi bir makro yeni bir tüketim dalgası, Dünya ekonomisini bir daha çökertir ve çökertecek de ve Çin çökmesi henüz gelmedi. Böylelikle ABD, 2029 global ekonomik krizini öne almaya çalışıyor gibi oluyor. (Bunu da yapabilirler ama bu ABD o cürete kalkışamaz gibi.)

Üçüncü nokta:

Taa Mao zamanından beridir, yani  3 Dünya kuramlarından beridir, hem 1. ve 2. Dünya farklı tanımlandı, hem de 4., 5. ve n. dünyalar da görmezden gelindi. Ek olarak da, G-7 nüfusunun belki yalnızca % 70’i veya % 60’ı 1. Dünya şu an. O % 25 de öyle.

Dördüncü nokta:

ABD’nin bu çabası, şu anki NASA’sız özel sektör uzaycılığının sonuçlarını öngörememesi gibi, 2. Sanayileşme’nin 9 öncü altkültürünün, örneğin beden nakli ve insan kolanlama yoluyla gelecek ölümsüzlüğün, ekonomik ve kültürel olası sonuçları yönünde sıfır çalışmaları bulunması öngörüsüzlüğüne sahip.

Beşinci nokta:

Dolayısıyla, 2. Sanayileşme’nin ekonomisiyle, üretimin tüketimden çok olduğu ve dolayısıyla ekonomik krizlerin tersine yönde de olsa, daha çok geri tepeceği bir dünya kuruluyor ve bundan da en çok zarar görecek ülke ABD.

Altıncı nokta:

ABD, Japonya’yı veya Avustralya ABD ürünleri bağımlısı yapabilir mi, o da belli değil. Japonya, arabasıyla bilgisayarıyla ABD’yi kaç kere tuş etti tersine.

Sonuç: Gelecekbilim geçmişbilimden ders alarak tasarlanır ve uygulanır.

Nasıl ki 2000 Askeri Stratejisi tuş olduysa, bizce ABD’nin bu ekonomik gelecekbilimi de tuş olacaktır.

Hisarcıklıoğlu’nun ABD’nin dümen suyunun izlenmesi önerisi de hiç yeni bir öneri değil, 30 küsur yıldır zaten öyleyiz. İşe yarasaydı, çoktan yarardı.

Yani: Kılavuzu ABD olan Türkiye’nin sonu külliyen mafiş...


Çarşamba, Kasım 20, 2013

Bitiricinin Oyunu



Hem roman dizisinin ilk cildi, hem de film, bir tema üzerine yoğunlaşmış:

Bir savaşı kazanan bir çocuk: Ancak ve ancak o kazanabiliyor bu savaşı, çünkü büyüklerden farklı zihniyette, aynı zamanda yaşıtı çocuklardan da farklı o.

Bunu ‘Yaşlı Adamın Savaşı’ bilimkurgu romanı ile birleştirince, ortaya şunlar çıkıyor:

Bir: Yaşlılar ve çocuklar savaştan muaf değildir.

İki: Savaşın kuramını yaşlı erkekler ve özelllikle de yaşlı bir erkek olan Sun Tzu yazmıştır ama çocuklar, gençler ve kadınlar, savaş kuramına ve edimine artı-değerli şerhler ekleyebilirler, aslına bakılırsa eklemişlerdir de (bununla kastedilen ne ‘Açlık Oyunları’dır, ne de ‘Yüzüklerin Efendisi’). Yani, savaş ve yaşam için farklı zihniyetler gereklidir.

Üç: Kıyamet tematiği dışında, son bilimkurguların ve bilgisayar oyunlarının toplu bilisiz olarak ayırsadıkları ve sanat dolayımıyla aktardıkları bir gerçek mevcut: İnsan türü, bu var olduğu biçimiyle yok olmaya zorunludur ve atom bombası-uzaya gitmeden sonra, şimdilerde yeni br şol ayrımına gelmiştir.

Gelelim Atilla Dorsay’ın t24’te ne yazdığına:

“O yok edilen tüm Formic ırkının tam bir katliama kurban gittiğini, oysa daha doğru-dürüst tanımadan, hiç diyalog kurmadan, en ufak bir yaklaşma ve anlama çabası göstermeden kazanılan bu ‘askeri zafer’in, aslında tam bir soykırım olduğunu kavrıyor Ender...16 yaşının zekâsıyla, büyüklerin anlayamadığı bu gerçeği anlıyor. Ve suratlarına haykırıyor.

Ve onun ölmekte olan ‘Formic kıraliçesi’yle ilk ve son kez kurduğu ‘el teması’, belleklerimizde Spielberg’in “E.T.” sinin o unutulmaz sahnesini canlandırıyor: küçük Elliott’la uzaylı yaratığın parmak uçlarının dokunuşu sahnesini...”


Bu ‘güzel vahşi’ tematiği, artık sıkıyor ve yaşlı adam hissiyatının sentimentalizmi, koca film de bunu görüyor yalnızca. Romanları da bilmiyor sanırım.

Oysa, romanda ikinci ciltte çocuk, yok ettiği uygarlığın antropolojisini ve arkeolojisini çalışıyor ki bu birçok novum bilgi yorumu demek.

Bir: Bütün uygarlıklar ölür, şu ya da bu biçimde... Ya da: aslında uygarlıkların ölmesi, türlerin yok oluşu gibi, zararlı değil, yararlıdır, yeni türler oluşur böylelikle.

İki: Kendin yok etsen de, o uygarlığının arkeolojisi, kültüre yeni bilgiler katar. Unutmayın ki o uygarlığı savunanlar veya içindekiler, o uygarlığı arşivlemedi, buna örnek Kolomb öncesi Amerikalar uygarlıkları.

Şerh: Bilgi yaratanlarla uygarlığı yok edenler ayın kişiler değil, o nedenle burada anlam ikilemi yaratılmasın.

Üç: Aslolan farklı düşünebilmektir: İster böyle bir roman kurmacası yaratarak, ister böyle bir yaşam kurgulayarak.

Meraklısına notlar:

4’lü dizi ‘Bitiricinin Oyunu’ romanları:


(2. ve 3. cilt te Türkçe’ye çevrildi ama basımı yok.)





‘Yaşlı Adamın Savaşı’:


Film:



KDP-TC vs BDP-HDP

Tam japon kale maç olacak sanırım:

“... hazırlık çalışmaları uzun süredir devam eden KDP’nin Türkiye partisinin kuruluş aşamasında sona gelindiği öğrenildi. Eski PKK yöneticilerinden, PWD Nerin’in kurucusu Nizamettin Taş’ın da aralarında olduğu isimlerin, bir senedir partinin kuruluşu için biraraya geldiği iddia ediliyordu. KDP’nin Türkiye partisinin kurucuları arasında Sertaç Bucak da yer alacak. BDP ile ayrışma noktasına gelen Leyla Zana’nın da kurulduktan sonra partiye katılabileceği söyleniyor.”


Kadroya bakar mısınız?

Fener’in toplama-ithal morukları gibi...

Bitmedi daha var:

“Faili meçhul cinayete kurban giden babası Faik Bucak’ın kurucusu olduğu Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi’ni diriltmeyi amaçladıklarını söyleyen Sertaç Bucak, yerel seçimlere katılmayacaklarını ancak ‘yurtsever’ adayları destekleyeceklerini söyledi. Taraf’ın Nizamettin Taş’ın da parti girişiminde olup olmadığına ilişkin sorusunu ‘şehir efsanesi’ olarak yanıtlayan Bucak, Leyla Zana’nın isminin geçtiği iddiaları hakkında ise ‘Leyla kardeşimizi kazanmak bizi çok mutlu eder’ dedi.”

Kürtler’in mayoz bölünme konusunda Türkler kadar başarılı  olduklarını daha önce de yazmıştık.

Zaten yüzyılı aşkın bir süredir, bir Barzani-Talabani karşıtlığı vardı ve bu 2 aşiret birbiriyle savaşıyordu. Sonra çıkar hesabınca, biraraya geldiler.

Talabani Barzani’yi ekarte etti sanırken, 2 yıldır Talabani uf olduğu için, oyunun final bölümündeki tiradlar Barzani’ye kaldı.

O da TC’den sufle almışa benzer. Bu proje, AKP onayı olmadan yürümez ama hangi akl-ı evvelin bu fikri yarattığını merak ediyorum doğrusu.

TC-Irak ikilisi.

Ancak HDP bundan evvel davranıp, acilen bölündü ve BDP-HDP oldu.

Kürtler’in siyasal / kültürel altkümelerini sayalım:

Musevi, Alevi, Zerdüşti, Sünni, ateist, solcu, ortacı, sağcı.

Öcalan; marksist sol görünüp / başlayıp sağ, muhafazakar, Müslüman oldu. Dolayısıyla, görünüşe pek aldanmamak da gerekli.

En önemli vurgu:

Hiçbir altküme demokrat falan değil: Töre cinayeti, kan davası, kumalı aile, başlık parası, ağa, şıh, şu bu ile demokrat falan olunmaz. Irak’takilerin 20 yıldır zamanı vardı, tık ilerleme yok bu alanda.

Küsurat da var tabii:

Burkay uzlaştı. Anter uzlaşmadı ama mezarda, kim vurduya gitti ama ölümü her 2 tarafın da işine yaradı.

Panoramayı hafifçe süzelim bir bakalım:

Şu an 4 küme var gibi. Hepsi birbirine karşıt gibi. Çıkarları ayrı gibi. amaçları ayrı gibi. İnsanları ayrı gibi. Sol oyları saymazsak, TC’nin Kürt nüfusu % 10 diyelim, zaten barajı geçmiyor, bir de bölününce hiç geçilmez baraj.

Tabii, konu yerel seçimler. İnsanlar yerel seçimlerde daha gevşek oy veriyor.

Şu an Kürtler’in tek seçeneği cemaatle işbirliği ki buna çoktan başladılar gibi. O zaman toplamda en az % 15 oy eder. Bir % 5 de sandığa pek gitmeyenleri peşlerinden sürüklerler, eder % 20.

% 20 ile AKP yenilir, CHP haydi haydi yenilir ama bu yalnızca bir güç gösterisi olur ve genel seçimlerde tıknefes kalırlar.

Eğer, genel seçimlerde tüm farklı yoldaki adaylar bağımsız seçilip, TBMM’de ortak hareket ederlerse, değil TC tarihinde, Dünya tarihinde bile bu bir ilk olur ve kötü de olmaz.

Bunu AB panoraması ile de ilintileyelim:

Orada çatlak Yeşiller, Alternatifler, Korsanlar gibi, yeni / farklı / küçük / marjinal partiler üzerinden yürüyor.

Biz de ise, bildik konu Tanzimat’tan beridir aynı.

Hangisinin şansı daha yüksek acaba?

Bizcesi, ikisi (1. ve 3. Dünya olarak) toplamda genel bir olanaklar ve olanaksızlıklar açılımı yaratacak. Sonrasında ise:

2014-2018 arası, 2029 krizinin ve başarısız-proto bir global-devrim dalgasının ön gidişatını açımlayacak.

İyi de olacak:

Gelecek hep gelir ve uzun sürer, aynı zamanda yavaş da...


Salı, Kasım 19, 2013

Galaxy Gear, etc



Sürpriz:

Galaxy Gear 'en çok satan giyilebilir ürün'

Samsung’un iki ay önce satışa sunduğu Galaxy Gear akıllı saatinin küresel satışları 800 bini geride bıraktı. Galaxy Gear’ın başarısı, Samsung’un ilk akıllı saat denemesinin başarısız olacağını düşünenleri yanıltmış oldu.”


Sonuçta, 800 bin benim bir ara değer. Yani tam sürpriz değil. Sürpriz başka noktalarda:

“New York Times’ı kısa süre önce terk ederek Yahoo’da yeni bir tüketici elektroniği odaklı ‘web’ sayfası başlatan analist David Pogue, Galaxy Gear’ı ‘uyumsuz ve sinir bozucu’ olarak tanımlamış ve alınmamasını tavsiye etmişti.”

Şimdi bu ne?

Tek yorum:

Adam Apple’dan para almış.

“Reuters’ın haberine göre, İngiliz perakendeci Phones4U, Galaxy Gear’ı Galaxy Note 3 ile bedava verirken, ABD’deki ‘Best Buy’ mağazalarından alınan saatin yüzde 30’u iade edildi.”

Demek ki İngiltere’de haksız rekabet farklı işliyor ve ABD’liler yeni teknolojik ürünlere karşı artık tutucu.

En çok satan giyilebilir ürün ise hünez teknolojik bir sıfat değil ki askeri-akıllı giyilebilir ürünlerin Dünya’daki durumu hakkında bilgi yok.

Sonuç:

2 olasılık var:

Ya Apple, ilk defa bir pazara ilk giren olmak istemedi ve haklı çıkacak: 4 rakibini masrafla ekarte etmek istiyor.

Ya da Apple, artık istop etti. Yani, artık yarışta kesin geçildi.

Dipnot 1: Giyilebilir akıllı saatlar, Swatch’un manda gözü saatları boyutunda olmadıkça, yalnızca oyuncak niteliği taşır kanımızca.

Dipnot 2: Diğer bir sürpriz haber de şu:

Candy Crush 500 milyonu geride bıraktı

Mobil cihaz ve Facebook üzerindeki indirilme sayısı 500 milyonu aşan Candy Crush, 2 milyar indirilmeyle rekoru elinde bulunduran Angry Birds’e az da olsa yaklaşmayı başardı.”


Donanım-yazılım istatistikleri ilintisi ve karşılaştırması babında verdik bu haberi.

Genel bilgi: Bugün 100 dolara tablet bilgisayar var ama ünlü oyunlar 100 dolardan pahalı.


Google Books vs Abebooks



Bir haber:

8 yıllık yargı savaşını Google kazandı

ABD yargısı, Google ve kitap yazarları arasında 8 yıldır devam eden tartışmaya son noktayı koydu. Google kitapları artık dijitalleştirebilecek.”


Öyle tuhaf durumlar ki:

Bir: Google’da 20 milyon kitap var, Abebooks’ta 150 milyon. Ancak, Abebooks’taki hiçbir satıcının aklına, Google’daki gibi kitaptan alıntı koymak gelmiyor ki eleştiri / tanıtım için bunun ne kadar hacimde olacağı ülke yasalarına göre değişiyor. Bin sözcük olan ülkeler de var ve bu miktar zaten yeterli.

İki: Google’a dava açanlar, ona tekel konusunda da dava açmış, hani dinime küfreden Müslüman olsa hesabı.

Üç: Kimsenin görmediği bir ayrıntı var: Çeviri eserlerde, aynı sayfa konursa, eğlenceli sonuçlar otaya çıkar. Herhalde, işin içine bir de çevirmenler davası girer.

Dört: Google burada durmaz, olay Wikipedia’ya döner, herkes elindeki telifsiz dönemdeki eserleri tarar ve yükler, antika kitapçılık batar.

Beş: Sansür olan ülkelerin dillerindei kitaplar, en kısa zamanda o dilde konur. Yani, Google isterse, basılmış tüm kitapların % 99,99’unu internete yükler. Bunun yapacak mı, ben de merak ediyorum.

Altı: Google, bloglar alanında sınıfı geçemedi ama e-kitaplar konusunu henüz bilemiyoruz. Yine de yaparsa, çok kısa sürede kalabalık konuşulan dillerde, çok yakında e-kitap sayısı, matbu kitap sayını geçer.

Yedi: Wikipedia deneyiminin bize gösterdiği üzere kimse bedava ansiklopedi falan da okumuyor, dizi kahramanı izliyor yalnızca. 1980’lerden zaten kitap alınır, elde taşınır ama okunmaz, geleneği mevcut. İnternetteki e-kitap da öyle olur, matbu kitap da: Bakılır ama okunmaz.

Sekiz: Bu çabanın Google Gözlük’ten çok daha anlamlı olduğu kanısındayım.

Dokuz: Bu çabanın yine de Google tekeli için olduğu kanısındayım.

Sonuç.

Bilgi gelecekbiliminde yeni bir yol açıldı.