Cuma, Mayıs 31, 2019

Katarsis ve Simülasyon


Katarsis, Aristo tanımına göre, bir izleyicinin bir sanat izlerken onunla özdeşleşmesi, izledikten sonra da duygusalca arınmasıdır.
Bu durum, daha çok avamlar için tanımlıdır ama Aristo’dan beridir, avamın ve elitin benzer bile değil, tıpatıp aynı katarsis süreçlerini yaşadığı gözden kaçmış (ki bu ilkellerin düşüncelerinin somutlaştırma ve kişileştirme yönünde olduğuna ilişkin kültürel antropolojik saptamayla da koşut bir durum).
Bu, günümüz koşullarında oligark komprador burjuvayla proleterin aynı popüler kültür ürünün tüketmekten aynı hazzı yaşamasıdır (ki bunun globalleşmeyle de ilintisi yoktur).
Katarsi, sanatın gibi yaptığını baştan kabul eder. Böylelikle izleyici de sanat ürünün tüketirken gibi yapmış olur.
Simülasyon, gerçek bir olayın, diyelim bir uçağın uçuşunun görselleştirilmiş dijital tasarımıdır ve seyirlik bir olaydır. Bu uçuş benzetişimi, pilotlar için gerçek uçuş kadar gerçektir. Beyinde gerçek bir uçuşu ve uçuşun simülasyonunu izlerken aynı nöronlar çalışmaktadır çünkü. En azından şimdilik, bu ikisini birbirinden ayırsamak imkansızdır.
Simülasyon yaklaşımı, sanatın gerçekten daha gerçek ve daha somut olabileceğini baştan kabul eder bu nedenle.
Demek ki biri MÖ 600, diğeri MS 1900 momentli, 2.500 yıllık kültürel evrimli, 2 ayrı sanat tüketimi kültürolojisi ve estetiği anlayışı sözkonusudur.
MÖ 600’de Antik Yunan’da (retorik) 1’i sanat olmayan 6 sanat dalı vardı.
MS 1900’de AB’de (mimari) 1’i sanat olmayan 9 sanat dalı vardı.
MÖ 600’de Aristo’nun katarsis anlayışına herkes katılmıyordu, kimi sanat üseri tüketmeyicileri ve bazı oyun yazarları diyelim…
MS 1900’de AB’de bu 9 sanat dalı ayrımına katılmayan çoktu, henüz fotoğraf ve sinema sanat sayılmıyordu örneğin…
MS 2000’de sanat eseri tüketimi; G-7 ülkelerinde bile, yılda 1 kitap ve artı yılda 1 film düzeyinde hala. Yani (proleterya olsun, burjuvazi olsun) kitle, hala zihinsel olarak sanat eserini gereksinmiyor. Bu, 1 kitabın ve 1 filmin de, katarsisi ne kadar becerebileceği de kuşkulu.
Simülasyon içeren sanat eserlerinin, şimdi ve burada çapraz medyanın ve ‘Virtual Reality / Sanal Gerçeklik’in kullanım oranı, yukarıdaki oranlardan çok daha düşük, global nüfusta milyonda bir bile değil, on milyonda bir belki.
Not: Simülasyon, çapraz medya, VR tasarımcıları ve üreticileri bunu tarih ve sanat bilincine sahip değiller.
Oysa, katarsis ve simülasyonun karşıtlıklarını veya praksisini kullanbilseler, onuncu sanat dalı çapraz medyadan sonra, polografik sinema üzerinden, birçok yeni sanat dalı daha sentezlenirdi ama bu 21. Yüzyıl’da olamayacak gibi…
Bizi ilgilendiren şey, buradaki ve şimdiki koşullarda hangisinin yeğ olduğu sorunsalı. Bunu yanıtlayabilmek için, her ikisinin de, birer düşüncelenme ve duygulanma aracı ve silahı olduğunu akılda tutmak gerekiyor.
Bundan da, Tatar yayının ve Kalaşnikof tüfeğin aynı savaşsal başarıyı sağlayabildiğini, yani hedefi vurabildiğini akılda tutmak gerekiyor.
Katarsi ve/ya simülasyon için de böyle… Herhangi biri, herhangi bir yerde ve/ya herhangi bir anda işlevsel olabilir ve bu önceden kestirilemeyebilir.
Buradaki dert, katarsis-simülasyon sentezi ve praksisi ki bu ayrı bir metnin konusu…
Çıkış notu:
Kültürel, beyinsel ve zihinsel evrim açısından bakınca, katarsis Homo Sapiens için, simülasyon Homo Posterus için daha uygun görünüyor…
(29 + 31 Mayıs 2019)

Sanatlar Yoluyla Homo Posterus’a Eksoduslar


İnsan türü, 1945’teki 2 atom bombasıyla, kendi türünün sonunu getirebileceğini kanıtladı. 1957 Sputnik uydusu ile yepyeni ve bambaşka bir tür olabileceğini de kanıtladı.
Bu durum insan türü için, bir Verhulst çizelgesi modelinde, sonsuza limitlenen çoklukta ve kezlerce, yolları çatallanan bir evrim bahçesi imledi. O nedenle, 1 değil, n değil, N potansiyel-olalı-olası Homo Posterus (insan sonrası tür) yolu ve ontosu mevcut, % 99,99’u tasarımsal olarak…
Bilimkurgu sanat olarak, gelecekbilim bilim olarak, hep bu yolların üzerinde zihnen ve kültürelce çalıştı. Bu ikili sarmalın kolları, DNA’nın kollarından farklı olarak, kimi birbiriyle kesişti veya birbirinin yerine geçti.
Bilimkurgu 1840, gelecekbilim 1940 momentli, diyelim.
Bundan sonrasında:
Bilimkurgu, 1945-1990 arasındaki Soğuk Savaş döneminde, türün yok olması olasılığının gerilimiyle, farklı ürünler verdi.
Bilimkurgu, 1990 sonrasında, 2010’a kadar gevşeme ve sünme dönemine girdi. Sonrasında, gelecekbilimin yerine geçebilecek biçimde, ‘2312’ yazarı Kim Stanley Robinson’un bilimkurguyu 21. Yüzyıl’ın (şimdilik, yani 2000-2020 arasında) en realist sanat dalı saymasında simgeleşen bir biçimde, kendini ikameledi.
Ancak, gelecekbilim bilim olduğu ve duygu yerine düşünceyi ve gerçekleri öne çıkardığı için, bilimkurgudan hep farklı olageldi. BM ve onun Roma Klübü projesi üzerinden, global yaygınlıkta somut tasarımlar üretti, romanlar değil.
Şerh: Bilimkurgucuların gelecekbiilm eylemekten kaçındıklarını imlemesiyle, Dünya Sistemi’ci tarihçilerin gelecekbilim eylemekten kaçındıklarını imlesinde bir düşüncesel koşutluk var.
1945-2020 arasındaki 2. Sanayileşme’nin öncü altkültürleri ve 2010 ertesinde yaratılan çapraz medya birleşince, artık sanatlar, hala duygu ağırlıklı ama düşüncesel novumlar ve artı-değer’ler içeren tasarımlar üretti.
Kojima’nın ‘Death Stranding / Ölmeye Yatmak’ projesinin 5 bilgisayar oyunu sinemasal fragmanı, bu alanda bir novum yarattı. Bu da başka bir metnin konusu…
(30-31 Mayıs 2019)

Almanya = 4. Reich = AB?


Brexit’ten sonra, bunun böyle olmaya doğru oy aldığını imleyen birden çok metin yazdık.
Ancak bu kez, göstergeler tersine işledi.
Alıntı:
"Her Alman şansölyesi, ABD Başkanı ile ilişkileri pekiştirmekle, ilerletmekle yükümlüdür.
ABD'nin 2. Dünya Savaşı sonrası aldığı en önemli kararlardan biri, Almanya ve Avrupa'ya gerçekten kendilerini kalkındırmaları için bir şans vermesiydi. Bu, Marshall Planı sayesinde başarıldı. Amerika, her zaman bizi savunmuştur"
Bunu diyen Merkel. Kendisi hala Almanya başbakanı ama partisinin başkanı değil ki bu da, AB’deki politik sağ-sol ayrımsızlığının ilerleyen fay hattı kırınımları.
Yaklaşık 20 yıldır, AB’nin ve ABD’nin uluslararası çıkarlarının birbiriyle çatıştığını ama 2. Dünya Savaşı nedeniyle, AB ülkelerinin ABD’ye karşı aşağılık kompleksi duyduğunu yazageliyoruz.
Ancak, bunu AB’nin 1 nolu politikacısı doğrudan söyleyince bizi şaşırttı doğrusu.
Çünkü bu sav, geçersiz.
1945’te belki öyleydi belki.
Hadi, 1990’da bile belki öyleydi belki.
Ancak, 2001’den sonra hiçbir zaman öyle olmadı.
Üzerine de ABD, 2007 Krizi’nden sonra, doları avroya karşı özellikle düşük değerlikli tutarak, AB’ye karşı apaçık bir kur savaşı uyguladı. Bu sayede de, ABD’nin krizinin faturasının bir bölümünü AB ödedi. Almanya, sürekli (bütçesel ve ihracatsal) ekonomik fazla verdiği için bu, Merkel için belki önemli olmayabilir.
Ancak şu gerçek var ortada:
ABD, 1945’te AB’ye kredi açarak ve onu borçlandırarak büyüdü. 1980’de de bunu G-20 ülkelerinin G-7 olmayanları için aynen uyguladı.
Ancak, 2007 krizinden sonra, global deniz bitti ve kapitalizm gemisi karaya oturdu.
AB ve ABD arasındaki, politik, ekonomik ve askeri anlaşmazlıklar giderek çatışmaya ilerliyor. Bizim imlediğimiz moment bu.
ABD, yalnızca kendisinin ve hatta yalnızca kendi bazı oligarklarının çıkarları dışında, hiç kimsenin çıkarını korumuyor. Kendi 1 çıkarı için de, Dünya’ya 10 zarar veriyor.
Demek ki Merkel tüm bunlara aymamış veya bu durumları kulak arkası yapıyor.
Bunu önümüzdeki 1-2 yıl içinde, kendisi daha çok açıklamalar yaptıkça öğreneceğiz.
Yine de, Almanya gibi bir ülkeyi ve Avrupa’nın doğusunu 20 yıl yönetmiş biri için, söyledikleri açıkça gaf olmuş, bunu da belirtelim.
(31 Mayıs 2019)

Global Popüler Kültürün Yanılmaları


Global ve/ya hegemon kültür empozeleri, nedense, gücün ve iktidarın simgelerinden sayılıyor.
Bu simgelerden bazıları, kot, kola ve hamburger idi.
1980 sonrasıki neo-liberalizmde bu taktik geri tepti.
Mavi Jeans uluslararası / global marka oldu.
Alutarka kolalar, Türkiye’de yani kolalarından daha çok sattı.
Mc Donalds, bildiğimiz köfte ekmek satar oldu.
2015 sonrasında bu süreç, televizyon ve internet dizileri için de geçerli oldu.
Tıpkı Türk müziğinin Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya ve ortadoğu ülkelerinde çoksatar olması gibi, türk dizileri de aynı sürece girdi. Burada ironik olan örnek, ‘Köle Isaura’ türü Latin Amerika melodramını tersine çeviren alaturka dizilerin oralara da dizi film satar olması oldu. Bir de, Bollywood’un accaip bir İstanbul fon mekanı taşıyan fimler merakı…
Sonunda şuraya gelmişiz:
“Netflix, üçüncü orijinal Arap yapımı dizi hazırlığı yapıyor. Yazar Ahmed Khaled Tawfik’in ‘Paranormal’ adlı korku romanından aynı adla uyarlanan Orta Doğu dizisini, Mısırlı yönetmen Amr Salama çekecek.”
Burada saptamalar:
Netflix, kendi parasıyla çektiği kendisini anlatan belgeselde, tüm Amerikalar’ı kendisinin keşfettiğini sanıyor. Oysa, HBO asıl öncü kuvvet idi. Üstelik, hiçbir Netflix dizisi, bir ‘Amerikan Tanrıları’ değil, olamadı, olamıyor, olamayacak da.
Arap veya Bollywood korku filmi olamıyor, alaturka korku filmi de olamıyor.
‘Amerikan Tanrıları’nda cin / ifrit tanımlamasının neo-oryantalizmi hep gözden kaçtı, kaçıyor. Netflix de bu sağlam çizgiyi üstlenmişe benziyor.
‘Muhafız’ adından belli olarak, BBC yapımı ‘Bodyguard’ın bir gölgesi yalnızca. Sıkıyorsa, o dizideki tüm adların yerine Türkiye adları koysunlar ve Netflix’te yayınlasınlar bakalım.
Demek ki:
Taşıma suyla değirmen dönmüyor.
Eski paradigmaların yerine, yeni paradigmalar konamıyor.
Oryentalizm, ister eskisi, ister yenisi olsun, eksi zekalı ve eksi bilgili bir paradigma yalnızca…
Evdeki kültür hegemonyası hesabı, çarşıdakine uymuyor. Pirince giderken, bulgurdan da oluyorsun ve Yankice’ne ‘bulgur’ diye bir sözcük giriveriyor.
En-en önemlisi.
Tüm bunlar; bilinçsiz, toplu bilisizce (collective unconscious), dolaylı, dolayımlı, istemeyerek gerçekleştirilen edimler ve popüler kültür / sanat ürünleri…
Yoksa, bu neo-Yanki faşizmi, neyi sonuçsadığını bir ayırsasa, hepsini anında siler. Marvel’in ezeli-ebedi ergenler için yarattığı, sıfırdan başlatılan yeni-Marvel popüler kültür tiplemelerinin zeka ve bilgi düzeyine bakmak yeterli bunu doğrulamak için…
Çok şükür ki global politik odaklar da yanıldı, popüler kültür yaratı odakları da…
Yoksa; ‘Happy!’, ‘Amerikan Tanrıları’, ‘Vaiz’ nasıl yaratılabilir ve yayınlanabilirdi ki?
O nedenle:
Amman devam edin Arap korku filmi yanılmalarınıza… Daha bunun türkisi var, hindisi var…
(29 Mayıs 2019)

Çarşamba, Mayıs 29, 2019

Hangi Kapitalizm 2020?


Kapitalizm, hesapça devletin ekonomik varlığının sıfıra limitlendiği, özel şirketlerin varlığınınsa tüme limitlendiği bir durum olarak özetlenebilir.
Oysa, ne oldu?
“ABD Başkanı Donald Trump'ın, ulusal güvenlik riski teşkil ettiğine inanılan yabancı telekomünikasyon şirketlerinin Amerikalı firmaların teknolojilerini kullanmasını yasaklayan kararının ardından Google, Çinli Huawei şirketi ile anlaşmasını sınırlandırdı.”
Yani:
Bir monark-devlet, bir oligarka emrediyor, o da yapıyor.
Konu ne?
Ulusal güvenlik riski.
Bu risk hesapça askeri olarak ima ediliyor ama aslında iktisadi, çünkü Iphone, rekabette çoktan Samsung ve Huawei’ın gerisinde kaldı, yani ABD’li ileri teknoloji ürünleri ve şirketleri, o1980 liberalizmi sonrasında oyuna zorbalıkla soktukları oyuncular karşısında kaybetti, sonra da mızıkçılık ve şike yapmaya başladı.
Oysa, eskiden şöyleydi:
Kissinger, zamanında devletin kendisine yaptığı teklifi, o anda çalıştığı şirketin çıkarları devletinkinden önce geldiği için reddetmişti.
Özetlersek:
Bir: Nixon, Kissinger, Mc Namara, Brzesinski çizgisi. Bildiğimiz şahin-ötesi çizgi. Tuhaf olan gerçek, ABD’nin 1990 sonrasında tek başına kaldığı global hegemonya alanında 2000 ertesinde yapamadığını, 1970’te yapmışlığı ve bunu da gidip 1971’de Çin’i global oyuna sokarak berbat etmişliği çizgisi.
İki: Baba-oğul Bush çizgisinin hanedanlığının bildik klasik şahinliği. Oldukça sürpriz olarak ABD’nin iktisadi, siyasi, askeri tekkutupluğu hakkında ilk soru imlerinin oluşması. Bu, 1991 1. Irak Savaşı ile değil, 2003 2. Irak Savaşı ile başladı.
Üç: Trump, (bilmem kaçıncı kez) Putin, Erdoğan çizgisindeki neo-tekadamlılık-otokrasi-totaliteryanizm çizgisi. Bu; Stalin, Hitler, Mussolini dönemi ile karşılaştırılınca, parodi bile değil. Trump, bildiğimiz medya ve sosyal medya ‘Apprentice’ tiplemesi çiziyor yalnızca. Tuhaf olan şey, bildiğimiz Mc Carthy tipi dezenformasyonun ve propagandanın neo-dezenformatif-sosyal-medya çizgisinden daha etkin olmuşluğu. Bu da, tıpkı gerçek savaşlardaki gibi, sanal savaşlarda da eski-klasik-ilkel silahların daha işlevsel olmaları durumunu imliyor.
1970-2020 arasındaki içiçe geçirilmiş bu kapitalizm(cikler) çizgisi, sıfır devlet derken, tam devlet noktasına vardırıldı. Yanısıra da, devletin işlevini budarken, yanılmış devlet sayısını ve içeriğini global olarak üçte iki orana limitledi. Ve hala globalizmin etkisiz olduğu bir % 50 var ortada.
Dolayısıyla, ‘hangi kapitalizmcikler?’ idi.
Şu anda da, ‘hangi kapitalizm?’deyiz.
Kıssadan hisse:
Oligarklar ve iktidar seçkinleri, kendilerine bedavaya sunulan iktidar gücünü kullanamazsa, onu saklı veya açıkça, doğrudan veya dolaylı olarak kullanmaya talip, bir sürü Ali kıran baş kesen, başıbozuk, ayaktakımı taifesi çıkacaktır, çıkmıştır çıkıyor. 1789 için bu, burjuvazi idi. 2015 Türkiye içinsebu, sultancıklar idi.
2020 için bu, adlandırılmamış sınıflar:
Sosyal moloz sınıfı.
Üçüncü ve Dördüncü dünya için, bu sosyal moloz sınıfının dişi sosyal moloz bölümü: Yemek yapmayı, çocuk bakmayı, sevişmeyi, artı mesai yapmayı, şunu bunu bilmeyen kadın sınıfı: Tüm kadınların en az üçte biri ki bunun karşısında 45 yaşına gelip hiç çocuk yapmamış % 25’lik 1. Dünya kadınları var antitez olarak.
İleri marjinaller.
Global göçmenler ve altkümeleri: global neo-ümmi dalgasının taşıyıcı öğeleri.
Mafya, terörist, kontra-terörist, ÇÜŞ negatif sembiyözü.
Orta sınıflığını yitirmiş bir orta sınıf.
Silinmiş bir kültür ortamı: Neo-entellektüel’in kültürel regresyon, zihinsel regresyon, kültürel konfüzyon, zihinsel konfüzyon, kan, ter gözyaşı ve ateşle sınavı; yine, yeni yeniden…
Çıkış:
Anarşizmin yeniden sorgulanması:
Otoriteye, hiyerarşiye, mülke, devlete karşı olan fiili ve fikri çıkışların % 99’unun artık anarşizm olmaması… artı, anarşistlerin belki % 75’inin fiili ve fikri isyan-devrim eylemini ve kuramını terketmişliği… Bu ne yaman çelişki anne…
İsyan (rebel, revolt) ve kazan kaldırma (riot) arasındaki ayrımın aşırı berraklaşması…
Aktivizmin yerine slaktivizmin geçirilişinin aşırı berraklaşması…
Anafikir:
Bir önceki paradigmalar tasfiye edildikten sonra, 40 yıl sonra bile hala yeni paradigma kümelerinin oluşturalamamışlığı…
Yani:
Parti-devlet kapitalizminin, reel sosyalizm olmayan bir neo-devletçi-kapitalizm epsilon-momenti…
Ne biçim kapitalizm bu?
Yerse…
(29 Mayıs 2019)

İkinci Cumhuriyet Edebiyatı Ne Zaman Başlar?


(Öndeyi: Birinci Cumhuriyet 1923’te, asıl Birinci Cumhuriyet edebiyatı ise 1935’te başladı. Bu bir önnot olarak kayıtlı olsun.)
Bunu 2019 momentinde soruyoruz.
Birinci Cumhuriyet, 1923’te başladı, 2013’te bitti. İkinci Cumhuriyet, 2013-2023 arasındaki 10 yıllık Yeni Fetret Devri’nden sonra, 2023 gibi kurulacak gibi…
Şerh: Birinci Cumhuriyet’in 6 ok-ilkesi belliydi ama İkinci Cumhuriyet’in 6 ok-ilkesi ne olabilir, 6 yıllık fetretten sonra hala belli değil. Ek bilgi: Altıncı ilke, 1940 gibi eklenmişti, yani 6 ilkenin tamamlanması 17 yıl almıştı. Bunun edebiyat izdüşümleri de ayrı bir metin konusu.
Birinci Cumhuriyet; 3 adam, 3 darbe, 3 liberalizm ile, 90 yılda 9 dönem yaşamıştı.
Birinci Cumhuriyet edebiyatı; 1935’ler bağımsız ‘Garip’ akımı ve şiiri, 1940’lar ve 1960’lar toplumcu edebiyatının halkı / kitleyi yazması, 1950’ler 2. Yeni şiirinin süslü sözlülüğü gibi 3 ana kümede toplanmıştı.
1983 sonrasındaki liberal dönemin yazını ise; rep şarkı sözü dili, fanzin dili, sosyal medya dilcikleri, graffiti dili ve ‘twitteratür’ dili ile biçime aşırı yüklenip, içerikte hiçbir gerçek konu içermemesi (realiteden kopukluğu ve kaçması) ile bir çukur edebiyat dönemi oldu.
Dünya’da ise; 1980 liberalizmi, 2007 ‘mortgage’ kriziyle sonun başlangıcını, 2017 Arap Baharı çöküşü ile de sonun sonunu yaşadı.
Nobel edebiyat ödülü çizgisinde yaşadığımız ve izlediğimiz üzere, aynı dönemde Dünya edebiyatı da kafaüstü çakıldı. Oysa 1830-1900 ile klasik-klasik, 1900-1960 ile modern-klasik dönem ile yaşandığı üzere edebiyat, yüzyılı aşkın bir süre avangard yaratı maratonu yaşamıştı.
Dünya’daki ve Türkiye’deki 1980-2020 çukur-edebiyat dönemi, tarihsel momenti iflas ettiği için süremeyecek o kesin. Ancak, yakın gelecekte nasıl bir edebiyat doğacak, o henüz belli değil. Belli olan şey, bilimkurgunun gelecekbilim eyleme üzerinden, 21. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde naturalist edebiyatın işlevini üstlenmişliği.
Dünya edebiyatında, 1990 sonrasında reel sosyalizmin çöküşüyle, hem 2. Sanayileşme süreçleri, hem de bilimkurguda motive edici olan Soğuk Savaş kültürel dinamiklerinin bitişiyle, belli bir kültürel regresyon yaşansa da, ‘2312’ ve ‘3 Cisim Problemi’ ile, hiç beklenmedik novum-eksodus’lar yaşadı.
Türk Edebiyatı’nda ise; bilimkurgu, polisiye, fantastik, çizgiroman, gotik-korku yazın türleri hiç (var)olamadı. Onun yerine, yine Batı / G-7 kültürü kökenli olan graffiti, fanzin, rep yazını oldu, ‘twitteratür’ oldu diyemeyiz.
Dolayısıyla Türkiye 2019-2020 momentinde, 2023 ve ertesi için, ne politik, ne estetik, ne de estetiko-politik eksodus ve/ya sıfırdan başlama umulamıyor veya tahmin edilemiyor.
Bunun en belirgin kanıtı, Betül Dünder’in 80 küsur Türk kadın şaire sorduğu, 30’ar küsur soruya verilen yanıtlardan belli: Türk Edebiyatı’nın belli bir kesrini temsil eden türk kadın şairleri; tarih, sanat, şiir, otobiyografileri konusunda, eksi zekalı ve eksi bilgili konumundalar. Sözün özü: Tek bir epsilon novum veya sürpriz bile yok aralarında.
Gözlenen şu:
1980 sonrasında alaturka erkekler feminenleştiği için, kadınlar patriyarklaştı, Hürrem Sultan rolüne soyundular ve kendi sesleriyle coşan deliler korosuna benzediler.
Kuşkusuz; ne Dünya’nın edebi açmazı gerçek, ne de Türkiye’nin, çünkü ortada politik açmaz yok: Hegemon AB ve ABD kendi politik hegemonyalarını kendi elleriyle yıktı, yıkıyor. AB ise; bilimi, sanatı, düşüne kaniliğini, Aydınlanma kültürünü, rasyonalizmi terketti. Batı bitti, 180 küsur yıllık Tanzimat hayali de bitti.
Bu durum; Türkiyeli edebiyatçılar için bir şans, bir olanak ve bir lütuf aslında: Kendi özgün eserlerini ve ekollerini üretme olanağını buldular. Yani, 200 küsur yıllık nakil ve tefsir yerine, telif eser yaratma olanağı.
Bu ülke, 1935’te Sait Faik öyküsünü ve Orhan Veli şiirin çıkardı. 600 küsur yıllık Osmanlı’nın Birinci Cumhuriyet’e aktardığı edebi mirastan daha çoğunu, 90 yıllık Birinci Cumhuriyet İkinci Cumhuriyet’e aktarmış durumda. 1920 Memduh Şevket esendal biçimi ve içeriği, 2020’de bile hala kullanılabilir durumda, keza 1950 Adan Veli çizgisi de. Ancak, bunu görebilecek edebi bilgi ve zeka hiçbir yeni yazarda yok.
Artı çıkış:
‘2312’ veya ‘3 Cisim Problemi’ türü kitapları yazabilecek Türk yazarı, değil 2020’de, 2070’te bile çıkamamış olacak, o kesin…
Yani:
Yeni Türk edebiyatı, avangard değil, naturalist olabilecek, o da olabilirse…
(28 Şubat + 29 Mayıs 2019)

Pazartesi, Mayıs 27, 2019

Öcalan Suriye için Aktör Olabilir mi?


Murat Sabuncu, T24’de bu başlıkla bir metin yazmış.
İşte bu kürtperver yazarlar böyleler:
Ya kullanışlı aptal, ya eksi bilgili ve eksi zekalı, ya da kötüniyetin tavanında. Artı, başkalarını da kendi gibi sanıyorlar.
Gerçek şu:
Öcalan, Suriye konusuna 50 yıldır müdahil.
PKK henüz vitamin iken bile, Öcalan Suriye’de cirit atıyordu, silahlı eğitimini de orada almıştı.
Bu bilgi içeriden:
Açın bakın, ‘Devrimcinin Filistin Günlüğü’ kitabına…
Ancak bu yazarlar olmasa, karşı tarafın yakın gelecekte ne yapmak istediğini eksik bileceğiz, o da doğru.
Alıntı:
“Sanki Öcalan, seçim sonuçlarının belli olmasının ardından, iktidarın kendisiyle yaptığı / yapacağı görüşmelerin nedeni / niyeti ile ilgili daha net bir tablo göreceğini düşünüyor.”
Dikkatleri çekerim:
“Göreceğini” yazıyor, “göstereceğini” değil…
Yani, şu an Öcalan da ne halt yediğini bilmiyor.
Durum şu:
Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz, durumu… Kulak arkası dursun bakalım, durumu…
Tecritteydi, bundan kurtuldu; üstüne de, yeniden akil adam pozisyonuna sokuldu.
Bu arada; Demirtaş tasfiye edildi, HDP % 12,5’tan % 4,5’a düştü. Birileri hizaya getirildi yani…
Öyleyse, gel Abdullah Baba’nın kıllı kollarına…
Burada, son 5 yılda şaşırtıcı olan şeyler şunlar:
2016 Aralık Dolmabahçe olayı, apaçık olarak IŞİD’i imlerken, kimse bunu görmedi, devlet bile bunu görmezden geldi, demek ki bu işlerine geldi.
% 5’e kadar çıkabilecek olan (% 0,5’i, kendi verdiği oyların yol açtığı olaylar yüzünden, son 5 yılda Türkiye’yi terketmiş olarak) beyaz Türkler, siyasal bilinçsizliğe ve maddi / manevi satılık oya, artı slaktivizme ilginç satırlar ve paragraflar eklediler. Örneğin, seçimler üstüste geldiği için, bir bölümü her seçimde farklı bir partiye oy verdi.
Kürtler; politiko-demografik olarak, beklenmedik biçimde ve ve fragmanları hala belirsiz olarak parçalandılar. Bu, Suriye, İran ve Irak Kürtleri’nin parçalanmasıyla eşzamanlı oldu: Kürtler şu an 30 parti falanlar.
Aydın Selcen ve Fehim Taştekin çizgisi bunu görmüyor ve/ya yoksayıyor. Sabuncu gibi tali olanlar da öyle…
Devam:
Sabuncu bir şeyi daha ima etmiş oluyor:
Öcalan, şu an için ne halt yiyeceğini bilmiyor. Çünkü, tecritteyken politik gidişattan epeyi koptu. Anlatılan 4 ülkelik makro panoramayı izlemiş olabilmesi pek mümkün değil. Bunu kabul etmesi ise imkansız: Dağ gerillasının, Brexit’teki ingiliz acaipliğini kavramasını bekleyemeyiz. Aynı zamanda, 35 yıl kendilerini destekleyenlerin, bir anda kendilerine sırt dönmesini de…
Sonuç mu?:
Kürtler büyük oynadılar, böylece de büyük kaybettiler. 1 devlet yerine, 30 kabile-aşiret beyliği oldular. Bilgi Çağı’nda Çoban Çağı’ndan Taş Çağı’na geri döndüler.
Öcalan da, hep ‘dinle küçük adam’idi, öyle de ölecek.
1975’te uç-solcu bir arkadaşıma söylediğimi anımsıyorum:
Tito ve Mao ölsün, ne olacağını göreceğiz.
Eh, gördük de…
Şimdi de diyoruz ki:
Öcalan ve Perinçek ölsün, ne olacağını göreceğiz.
Çinliler’in dediğince:
Size büyük kötülükler yapanların yüzüne 40 yıl sonra bakmanız, soğuk şerbetli intikam için pekala yeterli olabilir…
Olmayabilir de, ayrı konu…
(27 Mayıs 2019)

Muhteris ve Kifayetsiz: 1940-1980 Dönemi Türk Yazarları: Önsöz


Bu deyimi ilk kez Ferhan Şensoy’un ağzından duydum. Bu deyim, 1940-1980 dönemindeki edebiyatçılarımızı topluca tanımlamak ve sıfatlamak için, en uygun terim gibi görünüyor.
Hırslı ama yetersiz:
Hepimiz böyle olabiliriz.
Bu deyimi diline pelesenk eden Şensoy da öyle: Örneğin, tiyatronun Beckett alanında, ‘Güle Güle Godot’ oyunuyla, tam anlamıyla öyle oldu: Üstelik, hem kendi biyografisi, hem de tarihçe, tam da Beckett-Godot çizgisinde seyrederken…
Bu satırların yazarı da öyle: Edebiyatın kurmaca-dışı alanlarında rekor kıracağım derken, zihninin oralarını buralarını kırmış biri kendisi.
O nedenle, iğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıracağız.
1940 Kuşağı, Cumhuriyet’in ilk toplumcu yazar kuşağı dalgasıydı. Bunu da; hapislerle, işkencelerle, ruh iflaslarıyla ödedi.
1960-1980 toplumcu kuşağıysa, 1940 Kuşağı’nın hatalarını dikkate almayıp, ödenmemiş özgürlüklerinin israfını, 1980 sonrasında ruh iflasıyla ve/ya döneklikle ödedi.
Asıl sorun, yazınsal biçim ve içerikti. Köy romanı olsun, imgecilik olsun, şairanelik olsun, şiirsellik olsun, eser nesnelliğinde ve yazarın öznelliğinde biçimi / nasılı, içeriği / neyi yazdığını açımlamadı hiç. Onun yerine, romanda şive konusunu, incir çekirdeğine eziyet çekişmelerle tartışır gibi yaptı. Ancak hiç kimse, 1945’teki 20 bin sözcüklük sözlükle veya 2015’teki 110 bin sözcüklük sözlükle yazmanın tartısının hesabını sorgulamadı ve bilançolamadı.
İşte bu açmazları açımlamak için de, bu kitap yazıldı.
(26-27 Mayıs 2019)

1940 Kuşağı Yazarlarının Muhterislikleri ve Kifayetsizlikleri


Muhterislikleri:
Türkiye’de devrim olsun istiyorlardı. O zamanlar SSCB vardı ama henüz Çin’de devrim yapılmamıştı. Dolayısıyla, devrim demek, SBKP ve Stalin demekti: O da, 10-30 milyon ölü delekti. 1917’den 1940’a kadarlık sürede olmuş bitmişler, henüz Dünya’ya yansımamıştı, bilanço sonradan ortaya çıktı. Yani, Türkiye’de devrim yapacak adam yoktu ve olsaydı da, aynı katliam bizde de olacaktı. Büyük olasılıkla da, SBKP ve Stalin eliyle: Sonuçta Troçki 1940’ta öldürüldü.
Büyük işler yapmak istiyorlardı (ama o büyük işleri tam tanımlamamışlardı): Bu; devrim yapmak olabilirdi, kalıcı eser yaratmak olabilirdi.
Eserlerinin gücünü olduğundan büyük görüyorlardı. Eserleri güçlüydü doğru ama ilk kuşak eser olmanın tüm eksikliklerini de barındırıyordu.
Kifayetsizlikleri:
Aşırı duygusaldılar. Bu da onları sentimental faşizme, yani çıkış vektörlerinin tam karşıtına taşıyabildi.
Türkçe’leri yetersizdi. Türkçe Sözlük henüz 20 bin sözcük sözcük hacmindeydi. 20 bin sözcükle de, ne devrim, ne de toplumcu edebiyat yapılamazdı. Şerh: 1960 kuşağı yazarları sayıldığı kadarıyla, 18 bin sözcük icat etmişken, 1940 kuşağı yazarlarının bunu denememişliği ilginç (Baykurt’un bireysel çabası vardı ama o da daha çok 1960 kuşağına yakındı).
Yaşam ve marksizm hakkında (aşırı) bilgisizdiler. Çeviriler nicelce yetersizdi ve nitelce yamuktu. Bir de, yazarlar yazmaya başladıktan sonra pek okumazlardı.
Kendi devletlerinin gücünü hesaplayamadılar. Sonra da o devlet, onları biçti, hem de kezlerce.
İkindi vakti gölgesini gören, padişah cücesi gibiydiler. Yani, güçlerini yanlış hesaplıyorlardı.
Osmanlı-Tanzimat geleneğini aynen üstlenmişlerdi. Batıcılığı kader ve kıble sayıyorlardı.
Tarih, otobiyografi, sanatçı bilinçleri yoktu. Özeleştirileri de yoktu. Oysa, herşey bittikten sonra oturup yazdıkları otobiyografileri, artık hiçbirşeyi değiştiremeyecek olsa da, durumu gayet açıkseçik kavradıklarını imliyordu. Ancak, tren kaçmıştı bir kere. Bir daha da gelmedi.
Nötrlükleri:
Belki başarabilirlerdi. Ancak, bu da kesin değil, çünkü 1. Cumhuriyet’in ilk toplumcu dalgası onlardı, yani arkalarında başka örnek yoktu.
Batı-Doğu ayrımını ve hesaplaşmasını yapamamışlardı. Ancak, bunu önceden ve sonradan batılılaşan tüm Asya ülkeleri de yapamadı, yapamıyor, yapamayacak gibi de… Bunun her yerde ve her zaman bir kader gibi, kör gözüm parmağına absürdlükte eylenmesi hem hüzünlü, hem gülünç.
(27 Mayıs 2019)

Pazar, Mayıs 26, 2019

Happy!: 2. Sezon 9. Bölüm: Masum, İyi, Kötü, Çocuk, Kadın


Sait Faik, ‘Sinağrit Baba’ adlı öyküsünde, Dünya’daki en büyük kötülükleri yapabilecek insanların, en masumlar olduğunu, çünkü onların yaptıkları işin ölçeğini ve ölçütünü kavrayamadıklarını yazmıştır. Böylelikle, ondan beklenmeyecek bir biçimde, alaturka edebiyat yoluyla, global etiğe muazzam bir şerh ve zeyl yazmıştır.
İyi ve kötü vardır.
Yaşamda ve sanatta.
Bir de kötünün ötesinde, şeytani kötülük (evil) vardır: Bunu, ‘sıradan kötülük’ ve/ya ‘bayağı kötülük’ olarak çevirenler var, geçersiz, ‘evil’ ‘devil’dan gelir, yani Şeytan’dan: Şeytan ise, ne sıradandır, ne de bayağı.
İyiyle kötünün diyalektiği; iyi, kötü ve şeytani kötülüğün triyalektiği, öykü anlatıcı sanatın en sevdiği konulardan birisidir.
Şerh: Masumluk, meleksi iyilik de sayılabilir, şeytani kötülük de. Bizce, biri diğerini değillemez ve/ya engellemez.
Şeytani kötülük konusu son zamanlarda, ‘Preacher’, ‘American Gods’, ‘Hellboy’ çizgiromanlarında, filmlerinde ve dizi filmlerinde yeni yorumlarla ve aşırı yorumlarla sergilendi. (Bunu ayrı bir metinde irdelemiştik.)’Happy!’ ise, tüm öykü anlatma kalıplarını zorlayarak ve hatta yırtarak, oldukça yeni bir iyi / kötü / şeytani kötü yorumu getirdi.
‘Ghost in the Shell 1-2’, çocuğun masumluğu veya şeytani kötülüğü üzerine dolaylı imalarda bulunmuştu ama yine de konuyu açıkça imlemişti. Bradbury de, çocuktaki şeytani kötülüğü yazan yazarlardan.
‘Happy!’deki öykü kalıbı ise şöyle:
İyi-kötü arasında, daha çok kötüye yönelik olarak salınan, eski-iyi bir baba.
İyi-kötü arasında, daha çok iyiye yönelik olarak salınan, iyi-kötü ayırtsızı bir anne.
Sonrasında ise şeytani kötüler var bolca.
Bir medyatör: Çocuk programları yapıyor.
Bir şeytani kötü-ötesi (Orcus, herhalde ‘Orca’dan mülhem): İnsanları mutsuz etmek için elinden gelmeyeni bile yapıyor: Bu biçimiyle, daha çok ve büyük kötülük yapabilmek için kendini Superman’e öldürttüren Joker gibi tanımlı.
Ekte fantastik öğeler var:
İnsanımsılar: Et ve jöle yığını olan, tüm amaçları insanları mutlu eden ve onlara hayaller kurduranları (Lennon’u, King’i, hatta Lady Dee’yi) yok etmek olan yaratıklar.
Hayali arkadaş: Aslında öykünün çekirdek kahramanı ama sonuna kadar işlenmemiş bir öyküsü var. Babanın kızı, babasının yokluğunda, onu hayali arkadaş olarak yaratmış. Sonra kız çocuk azıcık büyümüş. Akıllı telefon ve sosyal medya işin içine girmiş. Hayali arkadaş da, gidip babanın hayali arkadaşı olmuş ki bu bile başlı başına ayrı bir dizi film konusu demek.
Sorun, bu hayali arkadaşı kimlerin veya hangi insanların görüp göremediğinde:
Epeyi deli olanlar, hayal gücü yüksek olanlar, psikopat yönünde kötü olanlar, onu görebiliyorlar ancak.
Anne, bu hayali tek boynuzlu eşeği hiç göremiyor ama 9. bölümde, iyiden kötünün oralara epeyice geçtiğinde, yalnızca bir kezliğine görüyor.
Öykü, finale doğru, asıl kız çocuğun üzerine yüklendi:
Kız, kendisine travma yaşattıran medyatörü öldürecek ama o da hayal yaratan durumunda.
Kız masum.
Kız aptal ve cahil. Yaşının gereği olarak değil. 11 yaşında bir kız çocuğunun bile anlaması gereken hayat bilgisi üniteleri mevcuttur. O, onları anlamıyor, daha doğrusu anlamazlıktan geliyor ve masum kalıyor. Ve en büyük kötülükleri yapabilecek bir biçimde manipüle edilebilecek duruma geliyor.
Kadınlar ve çocuklar, savaşın kötülüğünden muaf ve azat sayılırlar nedense. O nedenle, iyi-kötü arasında sorgulama yapan öykülerin kadınların ve çocukların masumiyeti konusuna yüklenmesi olağan.
‘Happy!’ de öyle yapıyor.
9. bölümde bir plan var, evlere şenlik:
İyi hayali arkadaş Happy ile şeytani kötü Orcus karşılaşır. Orcus kötülük dalgaları yayar, Happy de iyilik, yani burada sevgi.
Olay bir hastanede geçmektedir. Bir anda herkes, neredeyse bir orjiye geçer. Sevgi dalgasından etkilenmeyen tek kişi babadır, çünkü gerçekçidir.
Senaryo yazarlarının ye yaptıklarını ayırsadıklarını sanmıyorum. Çünkü birinci sezondan sonra, beklenmedik bir başarı sağlayan dizi, biraz da ite kaka devam ettirildi. Bu öykücük de, azıcık taşıma değirmen suyu kokuyor: Yani, bunlar bildik dizi film öykü trükleri.
Adam en başından beridir ne olduğunu açıkseçik bilmektedir: Şiddete yatkındır, alkoliktir, keş değilse bile, yoğun kullanıcıdır, vd…
Sonra masum kızı için, iyi tarafa geçer ama sahtekarlık tutmaz. O da, aslına rücu eder. Dizinin en etkileyici planları, bu aslına rücularda oldu:
‘Gore’ derecesinde grotesk şiddetli, geniş açılı, ‘stop-motion’a yakın teknikli çekimler ile, adamın şiddet sağanağının içinde, ‘Singing in the Rain’ dansları, acaip-ötesi (meta-weird) bir tipleme yaratmış o derecede reel bir tipleme yaratmış.
Kızın masumluğu ise; yapay, aptalca ve cahilce…
Öykünün sonunda babasının kızı olduğunu kanıtlayacak bizce…
(26 Mayıs 2019)

Perşembe, Mayıs 16, 2019

TC Politik Moment 16.05.19


Bir önceki momentten farklı olan en önemli olay, Davutoğlu’nun kendini kamikaze olarak ortaya sürmesi. Bu, AKP’nin sonunun sonu için çakılan bir emniyet çivisi gibi bir şey oldu. Davutoğlu bir başarı yakalayamaz ama bir yol açar ki kendini ortaya sürmesinin ve onun ortaya sürülmesinin nedeni de o.
AKP bitti ama CHP başlamadı, İmamoğlu bile öyle.
HDP, İP, MHP barajın altında. İlk erken genel seçimde de böyle olacağa benzer. Bu da, 2002 AKP > CHP ikili partili meclisi yerine, 2020 CHP > AKP ikili meclisini akla getiriyor.
Bunun yolu da, ikinci yerel seçim öncesinde, sırasında ve/ya ertesinde, 5-10 AKP milletvekilinin istifası ile olabilir (grup kuracak denli, 20 değil ama).
Tüm bunlar da, işbirlikçi yerli oligarklar ile uluslararası sermayenin bir ara çözüm arayışını imliyor. Bunu da, kaba ve sakar yollardan eyliyorlar.
Akar-Fidan askeri-sivil eşleniği militarist çizginin tam altyapısını bilemiyoruz: Gücünü de öyle. Savaş, generallerin ve/ya Mc Namara’ların hayallerindeki gibi olmuyor, olmamış da (bakınız ‘Savaşın Sisi’ Errol Morris belgeseli)… Bunu biliyoruz.
Kestirimler:
TC ekonomisi küçülecek.
İç ve dış borçların en az yarısı ödenecek.
Siyasetin hiçbir önemi kalmadı, çünkü yol kalmadı. Dünyi için de böyle.
Bunları da biliyoruz.
Eski usül entelejensiya kendini kapatacağı kafes bile bulamıyor durumda. Tam özgürlükçü neo-entellektüeller ise piyasada henüz yok. Bir öz-yıkım döneminden sonra belki oluşur.
Yani:
1980 bitti, 2020 başlamadı.
Su, gıda, enerji, çevre makro krizleri hala oralarda bir yerlerde bekliyor. Nüfus-göç makro problemi ise, 1. Dünya uygarlığını siliyor, sildi bile aslında…
Yeni Orta Çağ, yazılı bir senaryo gibi, bir kader gibi ilerliyor ama bir kader değil. Bunları da biliyoruz.
Kültür adaları, kampüs, komün, hala çözüm…
Bunu bilsek de, bilmesek de, çözüm gelmiyor, gelemiyor, bunu biliyoruz…
Sonuç:
Kuzey-Güney, Doğu-Batı ortasında kaldık: Boşa kürek çekilen 180 yılın ertesinde…
Öyleyse, ne mi?
Türkler, önce bölünür, sonra birleşir; Kürtler, önce birleşir, sonra bölünür.
Tarih senaryoları böyle yazmış:
Türkler için 1.570 yıldır, Kürtler için 1.00 küsur yıldır…
Araplar desen, çölde deve sevmeye devam…
3. Dünya’lıktan 4. Dünya’lığa gönüllü küme düşen ve hem de küme düşürülen ama haritadan silinmeye tenüzzel bile edilmeyen, Ortadoğu’nun lümpen halklarının melokomik öyküsü, TC üzerinden böyle gidiyor..
(16 Mayıs 2019)

Dünya Sistemi: Paris 1871, Kronstadt 1921, Paris 1971, Dünya? 2021


Girizgah
Dünya Sistemi yaklaşımları; iktisat, siyaset, askeriye üzerinden, devletlilik üzerine dayalı bir modelleme. Oysa tarih göstermiş ki göçler ve halk isyanları, yani devletsizlikler de,  Dünya Sistemi modelinin ve gerçeğinin oluşmasına doğrudan katkıda bulunmuş.
Progogin’in buna yaklaşımı, determinist kaos modellemesi; Ülkü’nün buna yaklaşımı, indeterminist kozmos modellemesi.
Verhulst çizelgelerinin görünür örüntüleri açısından konuya bakarsak, kimi devletlilik örüntüsüz ve devletsizlik örüntülü olabilmekte. Bu da, Orta Çağ için kaos modellemesi yaklaşımlarının gözden geçirilmesi ve yeniden düzenlenmesi gereğini imliyor.
Gelişme
4 başkaldırı ve kazan kaldırma silsileleri dizisine bakarsak, 50 yıllık düzenlilikte bir örüntü görüyoruz.
Paris 1871, bir kentin ülkesinin epeyi önüne geçmiş kültürel evriminin barbarlığa yenilgisini temsil ediyor.
Kronstadt 1921, daha gerçekleştirilmeden önce, Luxemburg tarafından bürokratik parti devleti faşizmi olacağı öngörülmüş ilk Dünya devriminin, kendisinin parçası olması gereken, işçi sınıfını acımasızca ezmesini temsil ediyor.
Paris 1971, 2. Dünya savaşı ertesinde özgür (püriten ahlak tarafından engellenmeden) yaşayan kuşakların isyanlarını ve tarihteki (üniversite) ilk öğrenci devrimci hareketini temsil ediyor.
Dünya 2021 ise, 1970’te tıkanmış olan 1. ve 2. Dünya ekonomilerinin, işin içine 3. Dünya’yı katarak, 1980’lerde G-20’yi oluşturarak, o diğer ülkeleri dördüncü-dünya’laştırması sürecini ve buna karşı tepkileri temsil ediyor.
Bu süreçte isyanlar, daha 1990’da WTO / DTÖ yıllık toplantılarında, Dünya’nın epeyi kentinde olagelmişti. Yani, toplamda 30 yıllık isyansal bir süreç sözkonusu ve büyük bir başarısızlık da…
Gezi olayları olsun, Sarı Yelekliler olayları olsun, yeni kuşak isyancıların ve kazan kaldırıcıların, bu işi kıvıramayacağını kanıtladı.
Sarı Yelekliler bir şey daha kanıtladı ama:
Yerli proleter ile göçmen proleter arasındaki çözümsüz, ölümcül, kanlı iç savaşın varlığını…
Keza:
Aristokrasi-burjuvazi-proleterya ve burjuvazi-proleterya sınıfsal tanımlamalarının eksikliği gibi, neo-burjuvazi-neo-proleterya tanımlamalarının da eksikliğini…
Keza:
Roma’nın topraklarını çiftçi göçmenlere açmasının ve Osmanlı zorunlu iskan projelerinin de geçersizliğini ya da geçici geçerliliğini…
Süreç, dönüp dolaşıp büyük göç dalgalarının, uygarlık sayılan kültürü çürütmesi (dekadans, dejenarasyon) ama ardından barbarların onun / uygarlığın bazı artıklarını aynen benimsemesi dizisine geliyor: Bizim Alamancılar’ın Türkiye’de Alman, Almanya’da Türk olması gibi, Roma’yı yıkan barbarların, Romalılar’ın tam yazıya geçirmediği Roma Huku’nun tam yazıya geçirmesi gibi…
Ancak bu kez fazladan bir şey var:
40 yıldır sınıf atlama umutlarıyla yaşayan, yaklaşık 2 milyar kişinin sınıf atlayamayacağını kavradığında yapacakları… Genelde bu kazan kaldırmak, kırıp dökmek yönünde oluyor. Ha, bu da uygarlık sayılanı yeniden mayalandırıyor, ayrı konu.
İşte Dünya 2021 de böyle olacağa benziyor.
Bu kazan kaldırmalar; Brezilya, Arjantin, Meksika’da ciddi; Türkiye, Endonezya’da yarı-ciddi; Bangladeş gibi yok etmeye bile tenezzül edilmeyen ülkelerde tümüyle gayrı-ciddi duygusal dozlarda oluşacak.
Hegemonlar, ABD’nin Suriye ve Irak’tan asker çekmesi gibi, kırıp döktükleri enkazı toparlamaya bile korkar duruma geldiler.
Dolayısıyla bu süreç, yarısında terkedilen bir deneyin alıp başını gitmesi kabilinden absürd-ironik gelişmeler yaratacak gibi…
Türkiye’den bölgesel hegemon-emperyalist bir güç yaratmak gibi örneğin…
Sonuç
Anlatılanlar; belirgin örüntülerin oluşması, sonra onların silinmesi, sonra yeniden oluşurken kendini az değiştirerek yinelemesi geometrik modelini imliyor, yani Poincare geometrik dönüşümlerinin Poincare portreli olan, sonsuz iterasyonlusunu…
Yeni isyanlar ve kazan kaldırmalar, devletleri ne kadar dağıtacak, onu 2020-2060 arasında göreceğiz.
Ancak, devletlerin kendilerini tasfiyelerini daha çok izledik, ABD’nin öz-tasfiyesi gibi… (Ancak, bunun ABD devletinin toplam ömrünü uzattığını da imlemek isteriz.)
Bildiğimiz kadarıyla, tarihte tam başarılı halk hareketi yok. Ancak olabilirdi. Spartacus isyanı bile başarıya ulaşabilirdi.
Dipnot:
Dünya devletler tarihinde, devletlerin yaşamlarını ne kadarında ne kadar başarılı veya yanılmış devlet olduğunun henüz tam bir haritalanması yok ama yanılmış devlet durumunun sandığımızdan daha çok olduğu, günümüz devletleri üzerindeki testlerde ortaya çıktı çoktan…
Bu durumda bizi ilgilendiren konu, yanılmış devlet ile halk isyanlarının başarı yüzdesi arasıdaki ilinti olabilir.
Artı:
Devletsiz ya da anarşist yönetimli bir ülkede, halk isyanlarının süreçleri, üzerinde çalışılması gereken bir konu ama ne yazık ki tarihsel bir örnek yok elimizde (Makhno 1920 Ukrayna’da Kronstadt 1921 olmadı yani)…
(16 Mayıs 2019)

Perşembe, Mayıs 09, 2019

Türkiye’nin Uluslararası, Bölgesel, Küresel Güç Olabilirliği 2019-2020


Türkiye; 1950-2010 arasında, AB’ci ve ABD’ci, yani G-7’nin vassalı olmaya yönelik bir dış politika izledi. Bu, ‘yurtta barış, Dünya’da barış’ ilkesinin dışına çıkmak demek oldu: Çünkü, 1950’de Kore’de 5 bin Türk askeri (ABD askeri yerine) öldü ama Kuzey Kore hala var.
Bu pasif çizginin negasyonlanmaları, 1974’teki 2 Kıbrıs harekatı ve Kuzey Irak’ta 20 küsur yılda yaklaşık 20 askeri harekat oldu ki bu harekatların bir bölümü, Saddam’ın ve Barzani’nin itirazlarına karşın yapıldı.
Tüm bunlar, TC’yi ön-emperyalizm aşamasına taşıdı.
Sonrasında, 2015 ilk genel seçimi kaybı ertesinde AKP, 2 yılda, 2 ülkede (Irak’ta ve Suriye’de), 2 cepheli savaş aşamasına vardı (her 2 ülkede de savaş cepheleri şehir kaşmaları gösterdi, ironik olarak bu sırada Süleymaniye Türbesi belki 10 kez taşındı).
Bunlar da, TC’yi yarı-emperyalizm aşamasına taşıdı. Son paragraftaki olayların, ABD ve Rusya oradayken, kimi onların pasif onayıyla, kimi onların itirazlarına karşın yaşanmışlığı önemli ayrıntılar.
ABD bu sırada, 1980 Afganistan’dan beridir, reel sosyalizmin yerine şeriatçı İslam düşman üretimiyle meşgüldü. Bu koşullarda, ılımlı İslam’ımsı TC’ye gün doğdu. Olay, Kırım Savaşı ertesinde yenilmiş Rusya’nın, Amerika kıtasındaki toprağı Alaska’yı, yenildiği İngiltere’ye veya Fransa’ya değil, ABD’ye satması  ve ABD emperyalizmine yol aralaması gibi bir durum. Artı, İngiltere-ABD kolonileri savaşlarında, Fransa’nın ABD’lileri tutması ama sonrasında İngiltere’nin de Fransa Devrimi’ni desteklemesi gibi, hegemonların her zaman olduğu üzere, bu kezlerde de, kendi hegemonluklarını kendilerinin tüketmesi olgusu var. Bu da, Osmanlı’nın en geç kurulup, en küçük beylik iken, Dünya devleti oldurulmuşluğunu da açımlar.
Bu süreçlerde, 4 ülke (Afganistan, Libya, Irak, Suriye) parçalandı ve/ya fiilen haritadan silindi. Bu projede (Arap Baharı’nda) düşürülen rol, laikliği yerine, şeriatçı odaklara karşı, ılımlı İslam projesi yapılmaktı, AKP de bu projenin bir ayağıydı ama biraz evdeki hesap çarşıya uymadı.
Laiklik, zaten ılımlı islam olduğu için, alaturka İslam, AKP’nin elinde 3 çeyrek milliyetçilik, 1 çeyrek imajsal şeriatçılık karışımı olabildi ancak. (Oysa İslam, milliyetçi değil, ümmetçidir.) Bu süreçte, AKP’nin seçmenlerinin çocukları, kafa karışıklığından dolayı agnostikleştiler: % 100 Allah’a iman varken, % 50 meleklere iman / inanç durumu oluştu.
AKP’nin bu milliyetçiliği, (Türkiye’de ekilen toprak alanı küçülürken) Sudan’da tarım toprağı kiralamaya ve askeri üs kurmaya, Katar’da askeri üs kurmaya kadar vardı.
Peki, bu yeni atak-proje nerelere varabilir?
Türkiye; ne askeri, ne de iktisadi olarak bu emperyalizmi karşılayabilecek durumda değil. (2002’de belki olabilirdi). Ulusal askeri ekonominin kendine yeterli duruma varması, 15 yılda çok yavaş ilerledi, başlangıçtaki asıl hedeflerine 30 yılda belki varabilir.
Bu süreçte Türkiye, BAE gibi odaklarla düşmancılık oynar duruma gelebildi ancak. BAE, Katar, Kuveyt: 3’ü birleşse, belki 1 ülke edebilecek küçüklükte ama petro-dolarları çok.
Fehim Taştekin ve Aydın Selcen gibi neo-absürd, Kürt-sever, uluslararası politika yazarları, şu anda TC’nin bölgesel güç olmasından korkar durumdalar ve bunu köşe yazılarında peşpeşe açımlıyorlar.
Taştekin’in 05.05.19 tarihli, BBC Türkçe kaynaklı metni, TC’yi hegemon güç olmuşçasına irdeliyor. Oysa TC, çevresindeki 10-15 ülke parçalandığı için, parçalanmayan bir ülke olmuşluk durumunda.
Doğrudur: İngiltere bile, 1600’lerde hem parçalanma riski, hem emperyalizm yaşadı. Ancak, analizlerin baştan bu veri tabanına dayalı olarak kurulması gerekli: Çünkü, emperyal bir TC, hem Araplar’ı, hem de Kürtler’i hegemonyalayabilir. Her 2 halklar odaklarının buna tepkileri hiç irdelenmiyor. Taştekin ve Selcen tarafından da öyle, onlar yalnhızca Kürt federasyonu / ülkesi hayalindeler.
İşte, asıl sorumuz bu:
2019 TC, ne kadar uluslararası, bölgesel, küresel güç olabilir veya olabildi?: İktisadi olarak, askeri olarak…
Ve bunun neden-sonuç ağları içindeki olası sonuçları neler olabilir?
Yanıt:
Bu AKP ile olmaz da olamaz da… Ancak, müstakbel, çakma, CHP odaklı sosyal demokrat iktidarı ile olabilir pekala… (İngiltere-Blair vakasında olduğu gibi…)
Panoramaya bakarsak:
1974-2019 arası 45 yıl eder. Geçilen yol (ABD’ye kezler hayır demek, Rus uçağı düşürmek, vd) belli, geçilmesi gereken yol (ilk olarak Hatay-Kandil arasında, bin kilometreden uzun, en az 10 kilometre eninde, tampon / tarafsız bölge, yani eski mayınlı bölge) belli. Demek ki 2-3 iktidar ertesiki odak, bu işi becerebilir ancak. Tuhaf olan şey, hem 1974 koalisyon ortağı MSP’nin, hem de AKP’nin çizgisinin aslen milliyetçi değil , ümmetçi çizgide olması. Bu da, muhafazakar-liberal durumundaki, teorikçe çelişkili ama pratikte uygulanmış durumları anımsatıyor. Sonuçta CHP, sosyal demokrat geçiniyor ama 1974’te de, 2019’da da savaşa evet dedi.
Şerh: Kurtarmaya gittiğimiz 100 bin Kıbrıslı Türk, biz oraya gittikten sonra, Kıbrıs’ı terketti ve 250 bin TC’li Türk oraya yerleşti. Ki bu da, neo-Kavimler Göçü için erken bir örnek.
45 ülkelik neo-osmanlı hayali, bir hayal bile değil 2020’de. En gerçekçi hayal, hala parçalanmamak: 36 yıllık iç savaş sürecniin maddi ve manevi maliyetleri belli.
Onun dışında, Ortadoğu petrolü bize yar olmaz ve zaten tükenmek üzere. O bölgede başka da ekonomik kaynak yok. Doğu Akdeniz’de deniz petrolü emperyalizmi daha rasyonel şu anda ve AKP, onu da kurcalıyor zaten.
Çıkış:
Gerçek emperyalizm şudur:
Girilen bölgelerden anavatana yüksek miktarda ekonomik kaynak aktarımı ki bu, imkansız gibi görünüyor.
Bedava veya ucuz işgücü ki onu TC yapmış sayılır ama bunun için emperyalizm kullanması gerekmedi, koyunlar mezbahaya gönüllü geldiler.
Geriye kalıyor yüksek teknoloji patentleri ki TC’liler onu hiç beceremedi, beceremiyor, beceremeyecek…
Yani, eski usül toprak emperyalizmleri artık işlevsiz…
(6 + 9 Mayıs 2019)

Pazar, Mayıs 05, 2019

Bakunin ve ‘Devlet ve Anarşi’si


Kitabın ikinci cildi olacakmış ama Bakunin onu yaz(a)mamış.
Bu durumuyla kitabın adı, ‘1820-1840 Avrupa Tarihçesi’ olsa gerekmiş.
Bakunin gibi bir anarşistin, pan-Rus’çu, Rus nasyonalist, Rus-perver’liğin dozunu aşırı kaçırmış bir yazar olması, çok-çok ilginç.
Alman(ya) düşmanlığı, bu eseri ‘Oblomov’daki Alman imajıyla birlikte, ‘Rus yazarların Alman olmaya karşı pozitif ve negatif bakış açıları’ olarak ilginç bir noktaya taşımış.
Bakunin, Osmanlı’yı anmadan, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu, çokuluslu olması üzerinden, hasta-adam-devlet olarak tanımlıyor. Rusya’nın da 1. Dünya Savaşı ertesinde, diğer 2 ülkeyle birlikte parçalanmışlığı, ona ve tezlerine ironik bir tarih yanıtı olmuş.
1840’ta da, 1940’ta da, Almanya-Rusya ikilisinin Polonya’yı parçalaması durumu / sorunu olmuş. 2040 için bu, parçalanan ülke Ukrayna vakası olacak. Yani Almanya 2020, 20 yıllık Merkel iktidarı ve sağ-sol koalisyonu ertesinde, 4. Reich’ına ve eski Roma-Germen İmparatorluğu gücüne doğru geri gidiyor. Not: Burada, alman Fassbinder’in Birleşik Almanya Faşizmi’ne karşı(t)lığı ve Trier’ın anti-AB’ci ve AB faşizmini açımlayan ‘Europa’sı özellikle anılmalı.
Bakunin, 1920 Ukrayna Makhno’yu bile aşarak, anarşistlerin en-en toplumcu ve marksizme en yakın kanadını oluşturmuş: Sınıfı ulusun üstüne koymuş.
1871 Paris Komünü ve 3. Enternasyonel rezillikleri, kitapta ve özellikle editörün notlarında az da olsa açımlanmış. Bakunin’den daha açıkseçik bilgiler beklerdik.
Buradan çıkan sonuçlarla:
Bakunin’de ağaca bakarken ormanı gözden kaçırma var: 10-20 ağaca birden birarada bakabiliyor ama ormanın tamamına değil. Artı, elindeki veri yığınlarından çok kolay yapılabilecek çıkarsamalar yapmayıp, aynı bilgiyi kitap boyunca 10 kere falan yineliyor. Oysa Kropotkin, Avrupa ülkelerindeki çöküşü 1880-1890 gibi, çok daha açıkseçik olarak notlamıştı (Bir Devrimcinin Günlüğü).
Tarihin tekerrürü değil ama belli örüntüleri varyasyonlarla yinelemesi var:
Almanya’nın AB güç odaklığı, Rusya’nın daha 1870’te Dünya gücü olmaya adaylığı, vd, vb…
Ancak hiç algılanamayan şu tez olmuş:
AB ülkeleri, güç-hegemonya savaşından kafalarını kaldırıp, ne Rusya’nın, ne de ABD’nin gelişini görememişler ki Avrupa-sentrisizm bu olmakta zaten.
Tuhaf olan şey, bunun 2020’de bile aynen geçerliliği ve dahasında AB parçalanmışken bile öyleliği…
Yani:
Çok tuhaf ama:
Bakunin, devletten ve anarşiden söz ederken, ne kaos-kozmos denklemlerini görebilmiş, ne yanılmış-devlet olgularını imleyebilmiş, ne de 1 milyarlık bir devletsiz-anarşizm’in mümkünsüzlüğünü dilgetirebilmiş.
Sonsöz:
Boynuzun kulağı geçip, çırağın ustasını değillemesi, hüzünlü ve hatta melankolik bir durum.
Bir de:
Yazarın, kendi dehasını içermeyen bir geleceği inşa ederken, ‘Devrimden Önceki Gün’ (Ursula k. Le Guin) durumunda bırakılması…
Bakunin bunu yapamamış ve o nedenle de bir deha olamamış, vasatüstü bir zeka olmuş yalnızca…
(5 Mayıs 2019)