Pazartesi, Şubat 27, 2017

Devekuşu Değil, Deve Kabare: Gaye Su Akyol

Su sesi, para sesi, kadın sesi.
Akyol’unki özgün kadın sesi.
Benim bildiğim, dinlediğimi sandığım ama bir türlü bulamadığım bir kadın sesi tınısı var:
Yitik mi, hiç mi var olmadı, yalnızca bir halisünasyon mu? Bilemiyorum. Beynime 2010 gibi düştü, Akyol’dan önce yani. Alaturka söyleyen bir kadın sesi.
Akyol, ona yakın düşüyor.
Akyol’un ilk yeni-farklı’sı bu.
İkincisi, Devekuşu değil, Deve Kabare olmuş.
Develerle Yaşıyorum.
Şarkının sözleri bir acaip:
“Çöl ateşi gibi eziyor içimi
Kör edici kumlar şahit
Aşkını acısını bacısı darağacına
Asmak mı gerek
Kurşunu sana değil senin o katı kalbine
Sıkmak mı gerek
+
Doymaz, özü kabahatini bilmez
Lütfuna da erişilmez
Develerle yaşıyorum
+
Ah ya o uzaya gidilecek
Ya o uzaya gidilecek”
Söz yazarı GSA, sıkı çekmişe benzer.
Not: GSA’nın Gaye Su Akyol demek olduğunu metni yazdıktan sonra aydım.
Söz bir yana gitmiş, ses Akyol’un sesi, oldu yerde duruyor, klip başka yere gitmiş. 3 benzemez olmuş ama hoş olmuş. Meta-absürd olmuş.
‘Martı Jonathan’ ve Yasemin Mori gibi olmuş. Sonuçta avangard, alaturka avangard ama avangard.
Akyol, çok farklı türlerde dolanıyor.
En-en büyük avantajı, 40 yıllık Sezen-Sıla alaturka kadın sesi çizgisinde en eksik olanı, alaturka ve hatta neo-alaturka söylemeyi gerçekten becermişliği.
Rüyalarda Buluşuruz.
Ancak, sesinde epeyi falso var. Bir de, olur olmaz yerde, 3.333 gibi dudak büzmeleriyle şarkıyı bozuyor. Arkasında iyi bir aranjör var mı bilmiyorum ama performansı epeyi inişli çıkışlı yol alıyor gibi.
Sonuçta, eğer sadece burada kalırsa da, bir yol imlemiş olacak.
Dipnot 1:
Bu kadının sesine vibrato ve alto eklemek gerek ama nasıl? O zaman tadından ve dinlemesinden yenmez olur.
Dipnot 2:
Onun Selda Bağcan söyleşisi, bana çok şey öğretti ve kafamdaki 1 soruyu da yanıtlamış oldu.
Dipnot 3:
Gaye Su Hanım’ın, Björk’ün de temsilcisi olduğu, müstehcen dudak büzmesi mimiğini acilen terketmesi gerekli. Bu, ikisine de epeyi benzeyen bir oyuncunun dudak büzmesi aslında: Çıkık elmacık kemikleri, geniş ağız gibi destek etkenler de var. Bir de, o küstah yüz ifadesi.
Dipnot 4:
Gaye Su Hanım’ın kibri geçip küstahlık sayılabilecek bir yüz ifadesi var. Biraz megalomanik, epeyi narsisist. O kadarı, Sıla’da bile yok. Önce Dünya’yı fethet, sonra gerin. İkindi vakti ortalıkta dolanan, gölgesini görüp gerinen padişah cücesi olma.
Dipnot 5:
Sıla’nın 2017 menzil zirvesinin apaçık ortadalığı gibi, Gaye Su Hanım da, 2017 gibi zirveyi bulmuş. Bu da, süper lig-altı bir konum / statü / pozisyon. Pek gerinecek bir şey değil yani.
Dipnot 6:
Gaye Su Hanım’ın BantMag’da, aralarında Kaan Sezyum’un da bulunduğu, yurttan sesler erkekler korosu bir kadroya verdiği söyleşi, onun zihinsel obruklarını ve limitlerini, onun dürüstçe ifadeleriyle çizmiş. Ancak bu ‘sevelim sevilelim’ çizgisi, bildiğimiz sentimental faşizme giden yoldur. Simgeselce Lili Marlene’dir, Maria Braun’dur. Bu yol, çok geçilmiştir, hep aynı sonla bitmiştir: Tam da Tc 2017 faşizm-engizisyon iken, bunu imlemek istedik, çünkü Aslı Erdoğan’ın nereye vardığını görmek, çok-çok Acı vericiydi.
(28 Şubat 2017)

Konya Rum İmparatoru Alaaddin Keykubad

Accaip eğlenceli ve ironik:
Adam kendini böyle sıfatlamış, bizim tarihçilerse bunun yerine, Anadolu Selçuklu Devleti diye bir şey uydurmuşlar.
Bu, onun dönemindeki bir tarihçi tarafından da dilegetirilmiş: Rum imparatoru, demiş ona.
Ancak konunun özü, yanlışlıklar komedyası:
Rum, Roma demek. Keykubad’ın Roma saydığı devlet ise, aslında Bizans. Tamam, Bizans da kendini Roma saydı ama en başta, sonra ve sonlarda değil. Ortalarda ve sonlarda, Ortodoks-Katolik ve Latince-Yunanca ikilemleri ve düşmanlıkları, neredeyse bin yıllık olmuştu. Bizans da, Bizans olmuştu.
Bu yanlışlık silsilesini, Karamanoğlu Mehmet Bey de sürdürüp, sokaklarda Türkçe konuşulmasını emredip, bölgede geleneksel yazı dili alfabesi olan Yunan Alfabesi’ni seçip, tarihe Karamanlıca olarak geçen, en bahtsız melez dillerden birini yarattı. Hikaye yine bitmedi, Hristiyan Gagavuzlar ve Müslüman Kırım Tatarları’nın bir bölümü de, Karadeniz bölgesi Pontus Rumu geleneği nedeniyle olsa gerek, aynı alfabeyi kullandı. Bugün, Karamanlıca-Gagavuzca matbu kitap olduğunu biliyoruz ama gören yok.
Hani, tam da ‘bir deli kuyuya taş atmış…’ öyküsü…
Sonra, ‘kılavuzu karga olanın…’ durumu da var:
Roma tarihe, ABD ile birlikte çukur-devlet olarak geçen ender devletlerden biri. Sanatı, bilimi, düşünü yok. En komiği de, bugün hala kullanılan Roma Hukuku diye bilinen şeyi, Romalılar değil, onu batırmış olan barbarların yazıya dökmüş olması. Tam, vakıa aynı, rivayet muhtelif, durumu. 500-600 yıl süren bir yazısızlık geleneğinden söz ediyoruz.
Bu arada Keykubad, tabii ki Konya değil, Romalılar’ın kullandığı ‘Iconium’ dedi devletine. ‘Iconium’u da, pekala ‘ikoncan’ olarak çevirebiliriz serbest vezinle.
Yani, Keykubad’ın Roma’sı, epeyi ikoncan bir Roma.
Ancak kendisinin bu eksi zekalılığı yanında, epeyi artı zekalı bir davranışı da var:
(Kendi adıyla kurduğu) Alanya’dan Sinop’a, aşağı yukarı her 50 kilometrede bir 25 kervansaray inşa etmişliği. İpek Yolu’nun doğu-batı eksenini herkes bilir ama Azak-Baltık kuzey-güney ticaret eksenini çoğu tarihçi bile bilmez (bizim Ortaylı bilmez ya da inkar eder herhalde). Onu tamamlamış bu yol.
Bu 2 dikey ticari rota, MS 1’de Gotlar’ın, MS 400’de Alanlar’ın, MS 800’de Vikingler’in hegemon ve çıkar sahibi olduğu rotalar.
MS 900 gibi ise bizim Türkler, o İpek Yolu’na hakim olduğunda yalnızca haraç alabildi. Ticaret batıda Norveçliler’in, ortada Museviler’in (yani Hazarlar’ın), doğuda ise (Türkler’in 15 alfabesinden birini onlara hediye eden) Sogdlar’ın elindeydi.
Tarihe böyle alternatif-gayrıresmi (ama çakma veya spekülatif olmayan) bilgilerle bakmak iyi gelir beyinlere. Örümcek ağları temizlenir biraz olsun.
Tuhaf olan şey, Keykubad-Mehmed çizgisindeki Türkçe, Yunan Alfabesi kullanırken, Keykubad’la eşzamanlı Roma’daki Vatikan’da ‘Codex Cumanicus’ta tarihte ilk kez olarak Latin Alfabesi ile Türkçe kullanılır. Bugün okursunuz o belgeyi ve aşağı yukarı anlarsınız.
Tabii bunda temel pay, bizim 550 Göktürkler’inin kardeş kardeş kafasını ezdiği veya batıya postaladığı epeyi Türkik halkın, daha Göktürkler zamanında Hristiyan olmuşluğu gerçeğindedir.
Türkler; 160 devlet kurup batırıp, 10 küsur din kullanıp, 15 alfabe kullanıp, tarihin tüm yanlışlarını yapmak ister bir gelenek çizgisinde yer alan bir acaip tarihsel vaka. İkinci bir örneği yok.
Dolayısıyla, Keykubad’ın 1 büyük hataya karşı, 1 büyük başarı yakalamışlığı, maçı hiç olmazsa 1-1 bitirmiş ve öyle de kaydetmiş. Gerisi, Cengiz Han 500, Anadolu Beylikleri 0, hezimeti.
(27 Şubat 2017)

Özgürlüğün Denge Değeri

‘Kule ve Liberty Valance’i Vuran Adam’ metnimizde bu soruyu sorduk:
Özgürlüğün denge değeri nedir?
Başka türlü soralım:
Özgürlüğün henhangi bir veya birden çok denge değeri var mıdır?
Öyle olduğunu önesürenler var. Özgürlüğün, diğer birinin özgürlüğünün başladığı yerde bittiğini savunanlar var. Ancak bu, toplumsallık ve onun kölelik düzeni olmakta.
Bilginin özgürlük değeri daha farklı. Cahil ve aptal kalma özgürlüğü de, din aracılığıyla insanlara tanınıyor ama bu bir kulluk aslında.
Cahillere ve aptallar bilgi getirildiğinde, onu inkar ederler ve bilgi getireni öldürmeye kalkarlar anında.
Bu durumda bilgicinin özsavunmalı cinayet özgürlüğü vardır. Beraati gerekir.
Galile, gidip Papa’yı öldürmeliydi ve sonra da, Lao Tzu gibi, çekip gitmeliydi yani. Osmanlı alırdı onu göçmen olarak.
Toplumsallığın kölelik olarak tanımlandığı durumlarda, özgürlüğün denge değeri tüm alandır yani.
Stirner türü anarkizmde ise, tartışma 100 küsur yıldır açıkta. Birey mi, önce gelir, toplum mu? Bence bireyine bağlı ama toplumuna bağlı değil.
Yeni ve farklı bireyler, diğerleriyle eşit veya benzer türü bir yaklaşımla ele alınamaz.
6 düşünür başustadan yalnızca Lao Tzu ayrıldı. Bu onu, diğerleri arasında benzersiz ve eşitsiz kıldı. Çünkü o, daha önce var olmayan bir tao açtı. 2,5’ar milenyumluk geçmişi ve geleceği birleştiren ve 5 milenyumluk Dünya Sistemi’ni yaratan yoldaki adımlardan biriydi onunki.
Eratosthenes’in meridyenleri de öyle.
Burada bilginin özgürlük denge değeri yok, denge bozuluyor çünkü. Kaos değeri var. Gelenek kaput çünkü.
Makyvelli’ye karşı Neçayef, Malthus’a (ve dolayısıyla Darwin’e Marx’a) karşı Verhulst, Einstein’a karşı karşı Kaluza hep böyle. Gödel’i genel karşı böyle saymıyorum, eksik ve yanlış notasyon kullandı çünkü, söyleminin kurgusu onu baştan haksızladı.
Bu epistemik tarih örneklerinin ortak yanı, tüm topluma karşı 1 kişinin hayır demesi, diyebilmesi. Sanatçılar da, bunu küçük ve hissi ölçeklerde yaparlar ve aynı cezalandırılmayı görürler.
Felsefeciler ise, ilginç bir pozisyondalar. Eğer bir felsefeci, bunu baştan yapmazsa, nakil ve tefsir olur, felsefe ise salt teliftir tanım gereği, yani felsefeci, felsefeci olmak istiyorsa, kafadan kendi özgürlük değerini, toplumun ve diğer felsefecilerin kafasına indirmek durumundadır. O nedenle, felsefe negasyondur, denir ama bu, uygulanmaz pek veya hiç. 10 bin felsefecide 5 veya 10 metafizikçi-ontolojici çıkar ancak. Ondan sonra da, Sartre özgün sayılır, Heidegger yerine, sanki Sartre Hindiçini’ne savaşmaya gidince, Fransız emperyalizminin işbirlikçisi olmamış gibi.
Benim için özgürlüğün denge değeri, baştan ölümle tanımlıydı. Ölüm bilinci, hem kölelik, hem de özgürlük demek, yalandan özgürlük. Epistemik oryantasyonumun bebek yaşta yaşadığım ölüme bağlı olduğu kanısındayım ama bunu kanıtlayamam.
Tarih cilvelidir. 2013’ten beridir TC’de devlet yok ve ben anarkistim. Özgürlüğümün denge değeri, devleti kendim uygulama (kendim devlet olma değil ama) yönünde işledi 3 küsur yıldır.
Ancak, hala vergi ve oy vermiyorum. Askerlik konusu da, 17 yıl önce bedelliyle bitti, e-devlette görünüyor.
Devleti kendim uygulama konusu:
Nasıl ki insani değerlerin minimumu birkaç kırıntı ise, devletsel değerlerin minimumu da birkaç kırıntıdır. Öncelikle, ayaktakımının ve başıbozukların Ali kıran baş kesen kargaşacılığının karşısında durmaktır. Temel dini, ahlaki, hukuki, siyasi değerlerin korunması demektir.
Temel siyasi değerlerin korunması, solcuların 43 yıldır gözlediğim orostopolluğunun karşısında durmaktır örneğin. ‘Yetmez ama evet’çileri, hiçbirşeyi zaman içinde koruyamayan ezeli ve ebedi ergen (2013’te 1 milyon kişi ama 2014’te 500 kişi yok) Geziciler’e, HDP seçmenlerine karşı tavır almaktır, tarihi hesaplarını yazmaktır.
50 milyon seçmende en az 1,5 milyon eğitimli, paralı, şerefsiz yavşaktan söz ediyoruz. Tayyip sayesinde para kazanmış kişilerden söz ediyoruz. Boşta gezen paralardan nemalanmış, hiçbir vasfı olmayanlardan söz ediyoruz. 2 bin liralık tıp hizmetine 20 bin lira alanlardan söz ediyoruz, yani herşeyi 10 katı fiyatlayanlardan söz ediyoruz. Evsizleri, çöpten yemek yiyenleri ve çorbacıları yaratanlardan söz ediyoruz. Onlar 1,5 ise, 3,5 da sağ, toplam 5 milyon yani, onu da ekliyoruz.
Vurgu: Bunlar, 1980 öncesinde 40 milyonda 100 (yüz) binden, 2015’te 50 milyonda 1,5 / 5 milyona çıktılar, bu 3 neo-liberal dalga sayesinde.
Bunlar, özgürlüğün ölüm değeri’ni temsil ediyorlar. Çünkü aynı insanlar, 43 yıl önce de, bugün de, bu kadar okuyup ne yapacağımı soruyorlar. Kitapçı olup kitap taşırlar ama kitap okumazlar, okumadılar bunlar. Kültüre ve bilgiye düşman bunlar.
Özgürlüğün denge değeri, bunları öldürerek korunur ancak. 1 Kaluza için, bunlardan 10 milyon tanesi öldürülse gerektir.
(27 Şubat 2017)

Cumartesi, Şubat 25, 2017

Heteroseksüeler, Homoseksüeller, Ünlüler

Eşcinsellik son yıllarda abartıldı. Çift olmaya ve seksliliğe ilişkin herşey, onlarda pozitif imajlandı.
Ama kimse demedi ki:
45’ini geçmiş, pasif eşcinsel erkekler, büyük abdestini altına kaçırır, hep kaçırır.
Penis yaptıran trans-erkeklerin bir bölümünün penisi kangren olur.
Eşcinseller çocuk da yapmaya başladı.
Tuhaf bir koşut örnek var:
Elton John, 70 yaşında 35 yaşındaki erkek partneriyle evliyken, taşıyıcı anne yoluyla, çocuk yaptırdı, kendi spermiyle.
Jean-Paul Belmondo, 70 yaşında 35 yaşındaki kadın partneriyle çocuk yaptı. (Şu an 85’inde ve hala sağ.)
Biz, her ikisini de değilliyoruz ve negasyonluyoruz.
Ben buna ‘ünlü faşizmi’ diyorum. ‘Ünlü hegemonyası’ ve/ya ‘ünlü kültürel empozesi’ de olabilir.
Justin Bieber ve Selena Gomez, bildiğimiz bütün pedofilik suçlar,ı kendileri üzerinde işlediler. Sanki, çekimleri yapan başkası değilmiş gibi, bunlar suç sayılmadı ama başkası yapınca suç sayılıyor.
Bu da, ünlü faşizmi. Rol modeli oluyorlar. Bütün ergenler onlara özeniyorlar.
Tüm bu kültürel panorama, apaçık bir şeyselleşmişlik yelpazesi ve/ya paleti. Her türden rezillik rengi var üzerinde.
Dekadans-ötesi bir şey bu:
Temel insan hakkı kisvesi altında, suç, ayıp, günah işlemek.
Bunu saptamak ve kayıtlamak istedik.
(25 Şubat 2017)

ABD Belgesel Sineması 2017

Çok-çok ilginç bir moment:
122 yıllık sinema ve belki o kadarlık Holywood tarihinde ilk kez, ABD’liler belgeselde gerçeği, yalnızca gerçeği, naturalizmi ve doğrudan söylemi yakalamışlar. Hem de belki 10 belgeselde birden. Hem de aynı yıl.
3 belgesellik metnimizi yazdık. Buna 2 belgesel daha ekliyoruz, ilk 5 as olarak:
Contemporary Color, bir çağdaş performans derlemesi, 10 grup birden birarada tek şovda:
American Anarchist, ‘Anarşistin Yemek Kitabı’nı yazan adamın (oto-)biyografisi belgesel:
Şöyle bitiyor:
“Daha çoğunu yapmış olmak ister miydim? Evet.”
Ek olarak, terör metin dizisinde yazdığımız, 1966 tarihli bir olayı anlatan 2016 tarihli ‘Kule’:
Belki ilk çizgifilm belgesel.
Doğrudur, ABD işi realizmde, gerçekleri söylediğinizde, artık o gerçekleri değiştirebilme aşaması çoktan geçilmiş demektir ama biz bu kezinde onu onaylıyoruz, çünkü:
Belgeseller, bitmiş bir ABD’yi anlatıyor, bitecek ve/ya bitmekte olan ABD’yi değil.
Nasıl ki Brzesinski ve/ya Kissinger açıkça ABD’nin biteceğini yazdılarsa, bu belgeseller de ABD’nin bitmişliğini içeriden ve doğrudan kayıtlıyor ve kanıtlıyor.
Bundan iyisi, Şam’da kayısı. Şam’ı da ABD bombaladı. Dünya’nın 3 milenyumluk en eski başkentini ve metropolünü. Şam artık yok, kayısısı da.
Yani:
Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın / Yanki’nin yüzü.
Tarih, ilk kez onu batıranlarca doğrudan yazılıyor, sinemalanıyor, vd, vb:
İroni-ötesi…
(25 Şubat 2017)

Cuma, Şubat 24, 2017

Edebiyatın Epistemolojik Aksiyolojisi

GİRİŞ : TANIMLAR
Edebiyatı; roman (en az 20 altdal: tarihi, nehir, fantazya, polisiye, korku, gerilim, macera, erotik, porno, bilimkurgu, çocuk, genç, aşk; gerçeküstü, bilinç akışlı, dışavurumcu, vb), kısa roman, uzun öykü, öykü, kısa öykü, anı, yaşamöyküsü, özyaşamöyküsü, portre, günce, gezi, deneme, anlatı, düzyazı, monografi, makale, risale, araştırma, inceleme, derleme, alıntı, montaj, kolaj, karma, söyleşi, röportaj, fıkra, kronik, köşe yazısı, haber (en az 10 altdal), eleştiri, polemik, mizah, hiciv, söylence, efsane, destan, epope, fabl, masal, cingıl, mektup, özet, yorum, akademik tez, şarkı sözü (en az 5 altdal), dans librettosu, opera librettosu, anket, çizgi roman metni, şiir (en az 20 altdal), radyo skeci, oyun (en az 10 altdal), senaryo, sinopsis, libretto sinopsisi, belgesel olmak üzere 100’ün üzerinde altküme olarak tanımlıyoruz. Bunlardan roman, öykü ve şiir dallarında basılan kitapların sayısı, toplam kitap sayısının üçte biri civarındadır. Bu da, edebiyatın epistemolojik değerini baştan sıfırlamaktır, çünkü bu türler anti-epistemiktir.
Epistemoloji (bilgibilim), düşünür Bedia Akarsu’nun ‘Felsefe Terimleri Sözlüğü’nde şöyle tanımlanıyor: “1. Fransızca’da: bilimlerin koyduğu sorunları inceleyen felsefe dalı. Bilim felsefesi ile eşanlamlı. Ancak bilim felsefesi, bilimlerin tarihini felsefe açısından inceler. Epistemoloji ise, çeşitli bilimlerin ilkelerini, varsayımlarını ve sonuçlarını eleştirerek inceler, onların mantıksal kökenini, nesnel değerini belirlemeye çalışır. 2. İngilizce’de: bilgi kuramı (ki Fransızca’da buna ‘gnozoloji’ denir), yani bilimin yapısını, yöntemlerini, ilkelerini, varsayımlarını araştıran felsefe dalı.” (Şerh: Bugünkü anlamıyla epistemoloji, her tür bilme eylemini inceliyor durumda.) Sanatsal ve felsefesel epistemoloji de var. İnsanlar 20 Yüzyıl’ın bitimine dek, kültürel üstyapılar olan bilimde doğru, sanatta güzel, ahlakta (düşünde) iyi aracılığıyla bir şeyler öğrenmeye çabalarlar idi. Disiplinlerarasılık ve çokdisiplinlilik sonradan egemen oldu. Estetik, bilimle sanatı birarada kullanırken; felsefesel anlamda epistemoloji, teolojiden psikolojiye dek birçok alanda geziniyor. Ana problematik şu: İnsan neyi ve nasıl bilir? Bu tartışmaya, insana bilme sınırı çizenler de kalabalık olarak katılır ama skeptiklerden agnostiklere kadar hiç kimse insanı yeni ve farklı şeyler bilmekten alıkoyamamıştır. İnsana bilme sınırı çizmeyenlerin bir bölümü, insanın bilerek yeni bir tür, sonrasında yeni zeka, hatta ötecanlı olma yolunda yürümesini tasarlar.
Aksiyolojiyi (değerbilimi), herhangi bir yerzamanda ‘insanların neyi yapıp, neyi yapmamasını öneren değerler toplamı’ olarak tanımlayabiliriz. Bu açıdan; din, ahlak, siyaset ve hukuk, kendiliğinden değerbilimin alanında yer alırlar. Keza ‘iyi, güzel, doğru’ da birer değerdir. Bunların neler ve hangileri olup olamayacağı da, değerbilimin ilgi ve bilgi alanında kalır. Akarsu, değerbilimin değerler alanının ilişkilerini, özellikle aşama düzeni bakımından aydınlatmaya çalıştığını belirtir. Örnekse, iyi, doğru ve güzelin, başka bir deyişle düşünün, bilimin ve sanatın hangisinin öncelik taşıdığını tartışmak değerbilimin işidir. Keza, insan bilimleri - temel bilimler ayrımını ve 9 temel sanat dalının hangisinin güzeli üretmede en yetkin olduğunu tartışmak da, değerbilimin söylem alanında / düzleminde kalır. Edebiyatın toplumbilimsel bir çalışma olmaması gerektiği moral bir önermedir. İyinin, güzelin, doğrunun arakesitinin boş olduğu önesürümü değerbilimsel bir önermedir. Edebiyatın doğrudan çok güzelle, örneğin okuru eğlendirmekle, onun yanılsamalarını doyurmakla ve yeniden üretmekle ilgilenmesi gerektiğini önesüren bir yazar veya eleştirmen, aslında örtük olarak bazı değer yargılarını empoze ediyordur. Aksiyoloji, tüm bu argümantasyonların dayandığı değerleri açığa çıkarır, tanımlar ve sınıflandırır.
‘Epistemolojik aksiyoloji’ deyince, zihinlerde ve kültürlerde, bireylerde ve toplumlarda, bilim, sanat veya düşün yoluyla bilginin üretilmesini, paylaşılmasını ve etkileşmesini olumlayan bir değerler dizgesi anlıyoruz. ‘Edebiyatın epistemolojik aksiyolojisi’ deyince de, bunların edebiyat dalları aracılığıyla beceril(ebil(mesinden veya beceril(e)memesinden söz ediyoruz. Estetik (‘güzelbilim’ diyen de var ama ‘sanatbilim’ ve/ya ‘sanatın kültürolojisi / ekinbilimi’ diyelim) ve eleştiri, sanatçıyı, edebiyatı ve ürünlerini bu yönden irdeler. Epistemik aksiyoloji, öğrenmeyi süperegosal değil, egosal ve idsel sayar; duygusal denli, düşüncesel soyutlukları (zihinsel süreçleri) ve somutlukları (davranışları) da irdeler.
Geleneksel söylemlerde, edebiyat türlerinden çok azı, bilgi üretmekle doğrudan ilintili sayılır. Araştırma veya inceleme yazılarını edebiyat saymayan çoktur. Keza, almanakları, ansiklopedileri, ders kitaplarını da edebiyat saymazlar. En çok güzelyazın sayılan dalın şiir olmasıyla, nitelikli en az yazarın şiir dalında çıkması ve bizde 3 kişiden 5’inin şair olması arasında bir ilinti olsa gerek: Kolay yapılan şey yazın değildir, sanatta böyle değildir, zanaatta da böyle değildir. İronik ve paradoksal bir durum: Sıradan insanların yazım hatalı mektupları, usta sayılan birçok şairin şiirinden daha liriktir, hem de bilinçsizce onların duygularını daha estetik olarak dile getirmiştir. Ünlü yazarların mektupları ise, çoğunluk anlatı açısından zayıftır.
Epistemolojik aksiyoloji, 21. Yüzyıl’da edebiyatta yeni biçimler ve eski türleri yeni biçimlerle ve içeriklerle tanımlamak durumunda. Roman, şimdiki biçimiyle hepi topu 2 yüzyıllık bir yazın dalı. 20. Yüzyıl bilimkurgu romanın yeni bir tür olduğu yüzyıl oldu. 21. Yüzyıl’da bilimkurgu roman artık gelecekbilim ile içiçe geçme yolunda. Deneme, Montaigne zamanındakinden çok farklı bir içerikte. 20. Yüzyıl’da eleştiri, araştırma ve inceleme ile gergefler çizdi. 21. Yüzyıl’da bilimkurgu ve gelecekbilim ile gergefler çizebilir. Günce, 20. Yüzyıl’da daha çok deneme gibi yazıldı. 21. Yüzyıl’da yıllık öznel-nesnel tarihçe (veya 1 Ocak ve 1 Temmuz’da 50 yıl boyunca yılca) olarak yazılabilir. Reklamın sanat filmi olabilmesi gibi, sivil toplum örgütleri için tasarlanmış kar amaçsız cingıllar da sanat olabilir. 100 küsur dala yenileri eklenebilir, eskileri artık sanat-değillenebilir.
GELİŞME : ÖRNEKLEMELER
Birinci bölümde bıraktığımız yerden sürdürürsek, yazın dallarından birkaç örnek sergileyeceğiz. Kritik örnekler oldukları için, roman-toplumbilim, bilimkurgu-gelecekbilim, şiir-mantık konuları yeğlendi.
Örneklemeler
Roman ve Toplumbilim
Roman, bugünkü tanımıyla ‘Don Kişot’la başlatılır ve 18. Yüzyıl’dan başlayarak yaygınlaştığı izlenir. 19. Yüzyıl’da roman, okura toplumsal panoramayı aktaran tür olur. Bu gelenek, 20. Yüzyıl’ın ilk yarısında da sürdürülmüş ama ikinci yarısında post-modernist akımın muğlakçılığı sayesinde, gerçek(çi)likten tümüyle uzaklaşılmıştır.
Toplumbilim, Weber’den beridir tanımlanageliyor. Birarada yaşayan insanların toplum olduğu kesin ama toplumbilimin ne olduğu ve bir bilim dalı olup olmadığı onyıllarca tartışıldı. Bugün ise, 150 yıllık geçmişiyle ve onlarca ekolüyle bir insan bilimi sayılıyor. Toplumbilim, aile gibi, sınıf gibi, her toplumda gözlenen olguların oluşma ve birbirleriyle etkileşme süreçlerini irdeler. Toplayıcı veya sanayisel toplum gibi farklı kültürel modlardaki oluşumları derler ve sınıflandırır.
Roman ve toplumbilim, uzun bir süre aynı bilginin farklı söylemlerle dilegetirilişi olarak algılanmış. O nedenle de, romanın bir toplumbilim çalışmaması olmaması gerektiği  vurgulanarak dilegetirilmiş. Bugün başyapıt olarak okutulan romanlar zamanında, istatistikli almanaklar da vardı. Ansiklopedi türü ise, taa Fransız Devrimi’nden önce başlatılmıştı. Tüm bunlar roman yazarları ve eleştirmenler tarafından pek dikkate alınmamış. Bugün, geçmişe baktığımızda, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e dek Osmanlı’da roman yazılmamış olmasının eksikliğini duymuyoruz, çünkü o döneme ilişkin almanaklar var ve/ya Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarıyla onları karşılaştırdığımızda, verilerde birbirine uygunluk görüyoruz.
Burada epistemelojik bir arguman-örnek var: Marc Ferro, Sergey Eisenstein’ın ‘Potemkin Zırhlısı’nın senaryosunu yazarken, gerçek Potemkin Zırhlısı’nın öyküsüne bağlı kalmadığını, bunun da gerekli olmadığını yazar (Sinema ve Tarih, Kesit Yayınları). Gerçek Potemkin Zırhlısı’nın denizcileri, filmdekinin tersine, devrimcilerin tarafını tutmaya karar verememiş ve Karadeniz’de kaybolup gitmişlerdir. Korkakları kahraman kılmak bir yalan söylemdir ve bunun gerçekçi bir yazar tarafından eylenip, yine gerçekçi bir eleştirmen tarafından görmezden gelinmesi, tarihin acı bir ironisidir.
İkinci bir örnek: Shakespeare’in tarihi oyunlarında gerçek saptırılmıştır. Yazarın vatandaşı biri, İngiltere’de taa 13. Yüzyıl’da gerçekçi ürünler verirken, yani halkı yazına sokarken, Shakespeare tarihi ve insanı deliler, ölüler ve krallardan ibaret duruma indirgemiştir. O nedenle Shakespeare, süslü ve içi boş sözlerden ibaret şarlatanlıkları yeğler. Onun metinlerinin insanlığın en temel durumlarını dilegetiriyor sayılması da, yine tarihin acı bir ironisidir. İnsanlar acı-gerçek yerine, tatlı-yalanı yeğliyor.
Devamında, bu bölümün bir altbölümü olarak, bilimkurgu ve gelecekbilimi irdeleyelim:
Bilimkurgu ve Gelecekbilim
Bilimkurgu bir roman türüdür. 19. Yüzyıl’da H. G. Wells ve Jules Verne ile başladığı kabul edilir ama aslında kökleri M.Ö. 100 yılında Eski Yunanlı bir yazarın aya yolculuğu anlatmasına dek geriye götürülebilir. Bilimkurgu roman, dünya dışı mekanlar ve gelecek zamanlar ile ilgilenirken, roman genelde şimdi ve burası ile ilgilenegelmiş; böylelikle arakesitleri baştan boşküme olarak tasarlanmış ama fantazya ve masal da burası ve geçmişle romanın destek öğesi olarak varolagelmiş.
Gelecekbilim bir toplumbilim ve insan bilimi türüdür. 2. Dünya Savaşı sürerken bir komünist tarafından icat edilmiş, savaşın ertesinde büyük felaketleri önceden öngörebilmek amacıyla, BM’deki Roma Klübü ile simgeleşen bir başlangıç yapılmış ve sonunda yalnızca ABD’de yıllık 50 milyar dolarlık bir pazar durumuna dönüştürülmüş ve aynı zamanda artık siyasetbilim kitaplarında yerini almıştır. Almanaklarda, 2050 yılına dek uzanan kestirimler yapılmakta.
İkisi arasında bazı karşılıklılıklar var: Bugün ABD’de uzay üssü, Jules Verne’in ‘Aya Yolculuk’unda söylenen yerdedir. İlk atom denizaltısı ‘Denizler Altında 20.000 Kilometre’ romanındaki denizaltının adını taşır. Jules Verne bunları yazarken o çağın temel bilimcileri, trenlerin 36 kilometreden hızlı giderse, yolcuların soluksuzluktan boğulacağını veya havadan ağır taşıtların uçamayacağını önesürüyorlardı. Keza 20. Yüzyıl’da bilgisayarlar, bilimkurgu romanlarda cirit atarken, bilgisayarı tasarlayanlar, bir bilgisayarın asla bir ev büyüklüğünden küçüklüğe indirilemeyeceğini önesürüyorlardı. Bu durumda sanatçı toplumbilimcinin çok önüne geçmiş oluyor.
Mantık ve Şiir ve/ya Şiirin Yalan Söylemi
Okura anlamsız gelebilecek bir koyut önerme:
Mantıksal önermelerle şiir dizeleri birçok açıdan birbirine benzer. Örnekse:
“Varım, öyleyse düşünüyorum.
Düşünüyorum, öyleyse yaşıyorum.
Yaşıyorum, öyleyse öleceğim.
Öleceğim, öyleyse yokum.”
... metin parçası pekala ‘Descartes ve Sartre ve Möbiüs’ başlıklı bir şiir olabilirdi ama aslında çıkış önermesinin karşıtına 4 adımda varan mantıksal bir uslamlama örneğidir.
Şiirin ve mantığın ortak yönleri olarak, kırık tümceler, mantıksal önermelerin ‘SiP’ simgeselliği ile şiirin simgeselliğinin çakışması, az ve öz söz sayılabilir. Şiirin çok dereceli anıştırması aslında mantıksal bir olgudur. Bunu zihinbilimsel çağrışım testlerinden biliyoruz. Şiirde çağrışımın ara adımları örtükken ve öyle kalması güzel sayılırken, mantık ve zihinbilim aradaki adımları açığa çıkarmayı yeğler.
Ondan sonrasında mantığın ve şiirin yolları ayrılıyor. Şiir güzel uğruna doğruyu hemen her daim harcarken, mantık mutlak doğru peşinde koşuyor. Ayrılan yollar çatışan söylem düzlemlerine dek varıyor.
Buradan şiirin yalan söylemine geçiyoruz. Türk şiirindeki en büyük şiirsel yalanlar, başusta Nazım Hikmet’ten gelmiş: ‘Aslolan yaşamdır’ ve ‘hafız-ı Kapital olmak’. Doğrusu: ‘Aslolan ölümdür’ (Kafka) ve (marksist tarihçi Fernand Braudel’in 3 ciltlik kapitalizmin ön tarihinin açımlaması aracılığıyla) ‘negasyonist-i Kapital olmak’ olur.
Şiirin doğruyu bozması veya bozmaması, tümüyle değerbilimin irdeleme alanıdır. Şairler bilimci olmadıkları için, yalnızca güzel sözler etmek uğruna gerçekliğin canına okumayı kendilerine hak görür ve üstüne bir de alkış beklerler. Ancak kimi zaman da şairler, toplama kamplarından sonra şiir yazılmaması gerektiği gibi, yine abartılı duygusal tepkiler gösterebilirler. Aynı insanlar, terör çağının 1946’da bugünkü İsrail topraklarında, bir Musevi’nin kendi 50 dindaşı da dahil olmak üzere, içindekilerle birlikte bir oteli havaya uçurması ile başladığını görmezden gelmiştir.
Bilgi Toplumunda Edebiyatın Epistemolojik Aksiyolojisi
20. Yüzyıl’da 12.000 yıllık tarihte tüm üretilen bilgilerin üssel katları ölçeğinde bilgi üretildi ve birkaç paragdimatik eşik atlandı. 21. Yüzyıl’a girdiğimizde, 11 Eylül 2001’den beridir, global fetret devri içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Buna karşın bilgi üretimi sürüyor. Önümüzdeki 200 yıllık dönem artık 2. Sanayileşme ve/ya bilgi toplumu olarak adlandırılıyor. Bu kültürel modda birincil aksiyolojik değer bilgi olacak.
Edebiyat da bu başkalaşımından payını alacak, aslında aldı ve almakta bile... En basit örnek, İkiz Kuleler faciası çoksatar romanların yazarlarınca, 5-10 yıl öncesinde aynen tasarlanmıştı. Ancak aynı romanlar ve yazarlar kategorisi yüzlerce uçuk düşünceyi, okurun adrenalinini yükseltmek için sundukları için, buna gelecekbilimden çok, ‘kısa erimli bilimkurgu’ diyebiliriz. Belgesel-bilimkurgu bireşiminin olası sonuçları başka bir metnin konusu.
Epistemoloji, insanların neleri bilebilip, neleri bilemeyeceğiyle uğraştığı için, neyin bilgi olarak sunulduğu da, epistemolojinin aksiyolojisinde yer alır. Yanısıra: Bilinenleri bilmeyen birinin, bilinmeyenlerin bilinemeyeceğini bilemeyeceği gibi, tutarlıdan çok, geçerli bir önerme varken, insanların neleri bilebileceği, epistemoloji kadar bilisel zihinbilim, bilişim, iletişim kuramı, yapay zeka yazılımları, evrende zeka arayışları gibi birçok disiplin tarafından da irdelenir. Göründüğü kadarıyla, insanın bilme üst sınırı hala yok ve edebiyat buna olumlu mu, olumsuz mu katkıda bulunacağına kendisi karar verecek. Yeni milenyumun ilk 5 yılındaki global-yazar eğilimi, bilgiden ve gerçekten kaçma yönünde.
SONUÇLAR : YOLLAR
Artık toplumbilimsel çalışmalar, romanlar kadar güzel ve güzelyazınsal (edebi) olabiliyor. Örnekse, Orhan Türkdoğan’ın alan çalışması olan ‘Gecekondu: İnsan ve Kültür’ var. Latife Tekin’in veya Metin Kaçan’ın, gecekonduyu birinci tekil kişi söyleminde anlatan romanları, bu çalışmanın yanında yalan söylem ve çirkin kaçıyor.
Wright Mills’in ‘İktidar Seçkinleri’, Fitzgerald’ın romanlarından daha estetiktir, çünkü eskiden romanlar gazete haberlerine doğru giderken, Mills gazete haberlerinden estetik bir derlemeyi toplumbilimsel bir çalışma kılmıştır. Proleter kökenli bir roman yazarı, sınıf atlama arzuları gibi çelişkilerle yanılsayabilirken, burjuva kökenli bir toplumbilimci kendi sınıfının aleyhine çıkarsamalar yapabilmektedir.
Bunların sonucu, romanın illa ki toplumbilimsel bir çalışma olması veya bunun amaç edinilmesi demek değildir. Tersine, zaten bugün gerçekçi Avrupa klasikleri diye okutulan eserler çok fazla gazete haberi havasında. Victor Hugo’nun ‘Sefiller’indeki 100 sayfalık Waterloo Savaşı ve 100 sayfalık Paris kanalizasyonları bölümleri, tamamen o döneme ilişkin toplumbilimsel çalışmalar olarak, ayrıbasım türünde yayınlanabilir durumda hala. Roman kendine yeni konular ve yeni üsluplar yaratmak zorunda. Bilimkurgu roman bunu yapan ilk dal oldu, romana geçmiş yerine geleceği, dünya yerine, uzayı soktu.
Bilimkurgu ve gelecekbilim, gerçekçilik ve bilgi üretimi açısından içiçe gergef işliyor. Belgesel ve bilimkurgu da, aynı alanda benzeri biçimde içiçe gergef işliyor. Bu oluşumlar, önümüzdeki onyıllarda muhakkak yeni edebiyat türleri melezleyecek ve harmanlayacak. Bu açıdan Willam Gibson’un ‘Neuromancer’i bir artı-değer çalışmadır: İnternetten önce siberuzay kavramını tasarlamış ve yaratmıştır.
Romanın yalan söyleme hakkı yoktur. Aynı zamanda bilgi amaç değil, bir araçtır. Edebiyatın ve epistemolojinin bir teleolojisi, yani amaçbilimi yoktur. Yalnızca, edebiyat ve edebiyatçı var olan bilgi düzenini azaltmamakla yükümlüdür. Bunu yaparsa, reklamcılar ve/ya derin ‘devletçi propagandacı, beyaz kuvvet gazeteciler’ gibi, kognitif-informatik faşist ve dekadant olur, olmuştur da: George Orwell, Ernest Hemingway, Graham Greene gibi.
Bizden bir örnek: Orhan Pamuk’un yazının illa ki gerçekliği anlatmak zorunda olmadığını belirtip, gerçekçi-dışı post-modern romanlar yazıp da, yurtdışında Türkiye’deki işkenceden dem vurması, sanatçının dekadansına veya çok cami arasında binamazlığına bir örnektir.
Diğer bir örnek, Orhan Kemal, ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ romanında, Abidin Dino’nun dedesinin Adana civarında el koyduğu toprakları anlattığı için, yıllarca onun romanlarının yabancı dillerde yayınlanmaması için kulis yapmasıdır.
Bilimkurgu asla yazınaltı olmadı. Hugo ve Nebula ödülünü alan tüm bilimkurgu romancılar, Nobel edebiyat ödülünü alan tüm romancılardan daha nitelikli eserler verdiler. ‘Neuromancer’in benzeri 21. Yüzyıl’da bile henüz yazılmadı. Aynı konudaki eserler, hala onun açtığı yolu izliyor.
Gerçekçi polisiye olabilir: Lawrence Sanders’in ilk dönem ürünleri (Edward Delaney), Michael Connely (Hyeronomous Bosch), Henning Mankell (Kurt Wallander), Maj Sjöwall + Per Wahlöö (Martin Beck), George Simenon (Maigret) bu tür yazarlar ve kahramanlarıdır. Agatha Christie gerçekçilikle hiç ilintisi olmasa bile, onun romanlarıyla Victoria döneminin batan dünya imparatorluğu İngiltere’sinin kültürü arasında ilinti kurulabilir. Aynı biçimde, Ian Fleming’in ‘James Bond’ ve John Le Carre’nin ‘Smiley’ tiplemeleri, casusluk romanlarında, ABD’nin yeni sömürgesi İngiltere’yi değil, eski dünya egemeni İngiltere’yi yaşatmaya çabalar. Nitelikli bir polisiye romanın % 10 felsefe içermesi gerektiği savı, artık ‘% 10 olay - % 90 felsefe’ içeriği biçiminde de okunabilir, çünkü ortalama bir 21. Yüzyıl okuru 25 yaşında şiddet konusunda olaya doymuş durumda oluyor.
Eleştiri ve deneme, güzelyazın alanında kalıyor. Bir yazarın artık yalnızca eser vermesi yetmiyor. 20. Yüzyıl’da bile yazarın yaşamının ve eserlerinin hesabını verebilmesi isteniyordu. Eleştiri açısından 21. Yüzyıl’da bu, eleştirmenin hem yazarlığın, hem de kendinin yaşamının ve eserlerinin dökümünü birarada ve güzelyazınsal olarak yapabilmesi anlamına geliyor. Artık öznel-nesnel eleştiri içiçe geçmiş durumda, tıpkı (oto)biyografi-tarihçe içiçeliği gibi..
‘Tema Larousse’ türü ansiklopediler de güzelyazın alanında kalıyor, özellikle sanat konusundaki son 2 cildi. Keza, tüm sanat ansiklopedileri öyle.
Sözlü tarih ve sıradan insanların mektupları (Benjamin’in ‘Alman İnsanları’ derlemesi) gibi altyazın sayılan ürünler de, artık güzelyazın alanında kalıyor. Onlardaki dil düzensizliği tam da o yerandaki kültürel bozunumu imlediği için gerçekçidir. Bir de, akademisyenlerin bu konuyu modalaştırıp, son onyıllarda çok nitelikli alan taramaları yapmış olmaları bu durumu yarattı.
20. Yüzyıl patentli ‘günce-mektup-öykü/roman’ (1., 2., 3. tekil kişi kipi anlatı ve 18., 19, 20. Yüzyıl’da zirveye ulaşma) dizisi, 21. Yüzyıl’da ‘günce-mektup-deneme’ olarak kurulabilir. Buna ilişkin ilk örnekleri, taa 100 yüzyıl önce Walter Benjamin verdi.
Nazım’ın dediği gibi ‘Hafız-ı Kapital’ olunmaz. Olunca, Stalin’in ‘Gulag Takımadaları’ oluyor. Mao’nun Eva Siyau’su oluyor. Bu durumda Gorki gerçeküstü-absürd oluyor. Bu durumda ‘Jokond ile Siyau’ geçersiz oluyor.
Salman Rüşdi’nin dönekliği olunmaz. Ölüm fetvasından 15 yıl sonra, o zamanlar kendisini desteklemiş yazarları ölüm tehdidi altında bırakan bir Yankicilik seçmiş durumda. Kimliksizlik özgürlüğünü seçen Amin Maalouf, Edward Said ve Tarık Ali’nin yanında informatik-kognitif faşist durumda ama onlar da oryantalist kalıyor.
Çıkış
Sevginin karşıtı, nefret değil, AcıIdır. Acı’nın karşıtı, sevgi değil, nefret değil, bilgidir. Bu nedenle bilgi, sevgiye (ve güzele) iki kez karşıttır. Sevgi kategorisine insan sevgisi (hümanizm) de dahildir. İnsan bilgisi, insan sevgisine, çirkin gerçek güzel faşizmine yeğdir. Bilgi, gerekirse iyiyi ve güzeli ezebilir ama bu bilimin sanatı ve düşünü ezmesi demek değildir, çünkü 21. Yüzyıl momentinde bilimin üretmeyi beceremediği bazı bilgileri hala metafizik üretiyor. Bilim, 2.500 yılda metafiziği ezemedikten sonra, sanatı ve düşünü hiç mi hiç ezemez. Bugün bilimin üretemediği ‘doğrusal dışı zaman’ tanımlarını sinema üretti bile. O nedenle bilgi, yalnızca yeni bir yol imliyor.
Gelecekbilimin epistemolojisi, Aristo-Lao Tzu sentezini, disiplinlerarası-uzman sentezini, bilim-metafizik sentezini, bilim-sanat-düşün sentezini üretecek ve daha ötelerine geçecektir. Edebiyat, buna katkıda bulunur bulunur, bulunmazsa şiir gibi, tiyatro gibi tarihdışı kalır. Edebiyatın epistemolojik aksiyolojisi, bunun olmaması için çabalar ve açar yol imler.

(Ekim 2004 + Mart 2007)

Karşılaştır-Karşıtlaştır: Osmanlı, 1. Cumhuriyet, 2. Cumhuriyet Yazınları

Tarihte kurulan ve batan devletlerin epeyi ortak yanı vardır. Bunlardan birkaçı da şunlardır:
Yıkılma, bayağı uzun sürer. Bildiğimiz, Yeşilçam filmi can çekişme repliği melokomiği gibi olur. Osmanlı da öyle oldu, 1. Cumhuriyet de öyle oldu, AB de öyle olmakta, ABD de öyle olmakta.
İşte böyle, irili ufaklı, 1. ve 3. Dünyalı çökme dönemleri birleşirse, tarihte genel çöküş dönemleri olur ve 2000-2200 arası öyle tanımlandı.
Ancak, yazın açısından pekala doruklar tanımlı olabilir. Bilim-sanat-düşün üçlüsü ile ekonomi-politika-askeriye çizgisi doğrudan ilintili değil. Her zaman doruk-politik-hegemon birileri var ama doruk sanat veya bilim, tarihte birkaç kez mevcut yalnızca.
Osmanlı’nın çöküşü, savaşlar nedeniyle ekonomik nedenli oldu. Demokrasi denenseydi, batmazdı, geyikleri yalnızca zırvalık.
Birinci Cumhuriyet’in çöküşü, son 57 yıldaki 3 askeri darbe üzerine 3 liberalizm ile oldu. Unutmamak gerekir ki 1. Cumhuriyet 1938’den sonra, 75-80 yıl dayandı. Atatürk’ün ilkelerine, ne İnönü-Bayar, ne de ordu-işadamları kani oldu. (Ordu, asla ve kata laik ve Atatürkçü olmadı, Atatürk askeri darbe olmasın diye, üniformaları çıkarttıran biriydi. Orduda günde 3 öğün yemek için Tanrı’ya şükredildi.)
Bu süreç içinde, 1838’den beridir Tanzimat ve batılılaşma krizimiz var. Gerçek anlamda Batı, 1914 gibi bitirildi ve tasfiye edildi. AB’nin sonu, 2014 gibi olduğuna göre, o da 100 yıl sürmüş demek.
Bu durumda, TC’nin ve yazınının kıblesi kalamadı.
1940’lar Köy Enstitüsü kökenliler ve diğer kentliler ile 1940 kuşağı ve 1960’lar-1970’ler arasındaki yalnızca yazın yazarlarının yarattığı 18 bin sözcükle ikinci bir kültürel, dilsel rönesans demek oldu.
Sonra, 1971’den sonra, hep kafa aşağı gittik. Herkes dağıldı, herkes çözüldü, herkes dejenere oldu, yazarlar da.
1980’ler; Tekin, Pamuk, Eroğlu ile başladığında, durum o kadar berbat değildi. Sonra, 1988’liler, 1998’liler, 2008’liler edebiyata girdiler ve sanatın da, kültürün de ırzına topluca geçtiler. Dili katlettiler, içeriği katlettiler.
O dönem, çocukerkil, hatta pedopatik bir dönemdi. 1975 ve sonrası doğumlular, bugün 40 yaşlarını geçmişken bile, ezeli ve ebedi ergen, embesil obez, çocuk irisi bedenli ve beyinli kalakaldılar.
Türk yazınını bunlar mahfetti işte. Üretici de, tüketici de onlar oldu.
Duygu Asena, Kürşat Başar gibi, yazınla uzak yakın hiçbir ilintisi olmayanlar, best-seller oldu ama bugün ‘seç al 1 lira’da kitapları satılmıyor.
Bu hengamede, 2 yazar-kitap 1’er milyon satıldı: O zamanki 1 dolardan Ahmet Altan’ın ‘İçimizdeki Yer’i ve ‘Turgut Özakman’ın ‘Çılgın Türkler’i. 2’si de bugün yine ‘seç al 1 lira’da satılmıyor, bakılmıyor bile.
Moda ve demode çılgınlığı, Elif Şafak gibi, pekala ciddi çizgide sürebilecek yazarları bile bozdu.
Yazınımız, 1940-1980 yaratıcılık selinden sonra, çöle döndü.
Bir kadın yazarın derlediği, 78 kadın şairin, 18 soruya verdiği yanıttan oluşan, panoramik kitap, Türk yazınının çöllüğünün bilançosunu bir açıdan çıkarmış oldu. Gerçekten hiçbirinin hiçbir şeyden haberi yok.
Çünkü, Türk yazarı okumaz. Görmez değil, bakmaz bile.
Osmanlı’da da bu böyle olmuş. Bugün o yazarlar basılmıyor.
Ancak tersine yorumla; Muzaffer Buyrukçu, Necati Cumalı, Mehmet Seyda, Reşat Enis gibi çok değerli yazarlar da, bugün basılmıyor bile. Tezer Özlü ve Sevgi Soysal okunuyorsa da, temsilcisi oldukları çizgi görmezden geliniyor.
Bunu yerine kült, put, idol, neo-best-seller yazarlar var. Oğuz Atay bunlardan biri.
3 kere bahtsız kendisi: Bir: 0 okurla öldü. İki: 1995 gibi Müslümanlar tarafından keşfedildi, Ahmet Hamdi Tanpınar ile aynı kefeye konarak. Üç: Şeyselleşmiş ezeli ve ebedi ergen kuşak dizisi, 2010 gibi Atay’ı bir kez daha keşfetti ve ortalığa bilek kalınlığında, 3 bukleli ve üzeri tüylü, kültürel bir feçes dikilmiş oldu.
Görüldüğü gibi, bizi ilgilendiren dönem, 1971-2017 arasındaki dekadans dönemi.
Bir ölünün anotomisi ile uğraşıyoruz açıkçası.
Yasını tutuyoruz ayrı konu ama onu gömenleri de biz gömeceğiz doğrusu.
Bu; kasıtlı, hileli, zulümlü bir oyundu. Haksız rekabetti.
Yanısıra, edebiyat cemaatleri demek oldu. Okurlar, yazarlar, editörler, basımcılar, vd kümeleri olarak.
İkindi vakti gölgesini görünce, kendini NBA oyuncusu sanan cüceler kapladı ortalığı.
Yaşar Kemal’in saptadığı bir gerçek var:
Onlar da 1 milyon satıyor 1 yılda, ben de 1 milyon satıyorum 1946-1996 arasındaki 50 yılda.
Dediği doğru. Bugün onlar 0 okunuyor ama Kemal hala okunuyor. Hep okunacak mı onu bilemeyiz.
Vurgularız:
Biz 1955-1960 doğumlular yaşlanırken, klasikler eskidi, klasik klasik oldu, araya Kafka ve London girdi, onlar da modern klasik oldu.
Aynı durum, ölü 1. Cumhuriyet için de geçerli:
Osmanlı ve erken Cumhuriyet yazarları, klasik klasik oldu, Özlü ve Soysal ise, modern klasik. Ancak modernler yok ortada. Çöl var.
Bir edebiyatta 50 yıl yazar çıkmıyor diye üzülecek durumumuz yok. 500-900 yıllık Roma’dan tek bir edebiyatçı çıkmadı, nolcek ki?
Okunacak edebi yazar ve kitap eksiğimiz yok, fazlamız var. Nicedir, arz talebi fersah fersah geçti.
Geri kalanı, Warhol’un saptaması:
Bir gün gelecek, herkes 15 dakikalığına ünlü olacak.
Hepinizi kubura ve kabire gömdüm son 30 yılın yazarcıkları.
Dipnot:
Gelecek hep gelir ve uzun sürer. 2. Cumhuriyet de öyle olacak. Ancak şimdiden, o toprakta da polisiye ve bilimkurgu yeşermeyeceğini öngörmüş olalım. 200 yıldır böyle bu. Tanzimat gibi, yitirilmiş Batı kıblesi gibi.
(25 Şubat 2017)

Papa: İkiyüzlü Katolik Olmaktansa, Ateist Olmak Yeğdir

Yalandan hangi papa ölmüş?
Madem öyle, tanıyın ateistleri o zaman, global nüfusun % 15’i olarak. Tüm inananlarla eşit haklar tanıyın, global toplantılara çağırın.
Yapın görelim.
Konuşmayın, duymayalım, sinirimiz bozuluyor, asfalyelerimiz atıyor.
Papa’yı çarmıha geresimiz geliyor.
(25 Şubat 2017)

Öküz-Hayvan ve Ot-Kafa Çizgisi

Bu çizgiyi Metin Üstündağ yarattı. Kendisi, Leman henüz Limon olarak kurulduğunda bile, kendisi de çizer olmasına karşın, yazıyı çizginin önüne taşıyan mizahi bir çizgi yarattı.
Bu, mizahtan çok hiciv demek. Daha çok argo ve küfür demek. Daha çok lümpenlik demek ki tüm bugünün yaşlı çizerlerinin ağababası olan Gırgır ve Oğuz Aral, lümpen politik çizginin tam simgesiydi.
Öküz-Hayvan, argo ve küfür demek iken; Ot-Kafa, uyuşturucu kültürü demek. Arada çıkıp kapanan Harman ise, hem uyuşturucu kültürü, hem de ortaya 3,5-4,5 karışık demek.
Bu dergilerde giderek daha çok edebiyatçı yazdı, yazıyor ama yazmayacak gibi.
Metinlerde tuhaf bir nostalji, acaip bir hümanizm var. Hissilik dejenere ama herkes kendi yeni kuşak savrulmasında dejenere.
Kimsenin doğruyla ilintisi yok, kimse dediğinin doğruluğunu sınamıyor.
En önemli gerçek bu.
Bu dergilerde, sivil Kürtler’in 1915’te Ermeniler’i katlettiği ve mallarına el koyduğu yoktur örneğin. Bunun esamesi okunmaz. Onun yerine, ezilen Kürtler masalı vardır, best-seller hikayedir bu, yazılacak gerçek olduğunu inkar eden Orhan Pamuk bile bunu yazmıştır.
Bu dergilerde, Mehdi Zana’nın 1983 Ağustos’unda ‘daha çok sivil ölecek’ dediği de yazmaz. Savaşı başlatanların Kürtler olduğu da. TC’nin parçalanması yönünde irade beyanında bulunan neo-liberal yazarların tersine, bu dergilerin yazarlarının metinlerinde bu konu hiç anılmaz.
Kırmançiler’in Zazalar’ın varlığını 100 yıl inkar ettiği veya Yezidiler’e yaptıkları da.
Devlet kuramamanın ve 6 bin yılda bir alfabe edinemenin ve yazıya geçememenin anlamı da.
Onun yerine, slaktivist mazlum edebiyatı vardır.
Tüm sosyolojik konulara yaklaşım da böyle inkar kültücü’dür. Gerçekleri ve geçerlilikleri yok sayar.
Ayrıca, eskiden sosyoloji yerine sanat, densizliği vardı, şimdi sanatçılar sosyoloji bile eyler, densizliği var.
TC’deki 100 halkın adının listesi yok ortada örneğin. Engizisyon adını anamadılar bile hala. İslam Faşizmi değil, İslam engizisyonu olacağına bile ayamadılar henüz. Faşizm-engizisyon eşlenikliği onları 3 paradigma birden aşar zaten.
Ancak, beyinsel zavalıllıklarını renkli don gibi bayrak yapıyor bu dergiler. Hamamdaki deliler gibi, kendi gürültülerini duydukça, koroları çoğalıyor, kalabalıklaşıyor.
Moda olanın, demode olacağını da bilmiyorlar henüz bu her daim ergenler.
Hemen al, hemen al’cı tüketim çizgisinde bu dergiler…

(25 Şubat 2017)

Perşembe, Şubat 23, 2017

Aslı Erdoğan

Adalet Ağaoğlu – Leyla Erbil çizgisinin temiz aile zevcesi tutunan-kadın niteliği, 50 yıllık perspektifiyle beni tiksindiriyor.
Benim için bu günümüzde; Perihan Mağden, Ece Temelkuran, Aslı Erdoğan çizgisiyle tanımlı.
1970’lerin temiz aile zevcesi kadın yerine, günümüzde karakafalılara veren slaktivist tip var.
Mağden ve Erdoğan, BÜ ve RC çizgisiyle de tanımlı.
Onların antitezi olarak, BÜ’den intihar etmiş 2 kişi olarak, 1’i kadın yazar aday adayı, 1’i kadın ressam aday adayı da örnekleyebilirim.
Devir hep aynı:
Tutunup kazananlar, tutunamayıp kaybeden ezikler.
Erdoğan, ilk kitabının yayınlanma aşaması olan 1993-1994’ten beridir, hep ikinci kategoride oldu. Sonra, hapisten salındı ve şak diye, birinci kategoriye sınıf atladı (manevi sınıf atlama da vardır, statü biçiminde tezahür eder).
Hapiste olduğu sürece, çıkınca intihar edecek diye çok korktum. Şu an bu korkumdan utanıyorum. Onun yerine, şeyselleşerek ruhunu inthar etti kendisi, Ayşe Arman röportajıyla (o kadın hakkında yazacağım en kısa satır bile, dava açılacak derecede hüküm doludur).
Erdoğan’ı 1989’da tanıdım. Kendisi 2 yanlış erkeğin ardından boştaydı. Ona yaklaşan ve 3 aynı adlı kadından peşpeşe muzdarip Kerem’si tip nedeniyle, epeyi bir Fassbinder planı çektik ve yaşadık.
Erdoğan ne dedimse tersini yaptı.
CERN’e gitmedi, Brezilya’ya gitti, bilimi bıraktı.
Herşey olup bittikten sonra, bir kez daha karşılaştığımızda, onun acılarıyla uğraşma lüksüne sahip olamayacak kadar dipteydim.
Aykırı doğrular olduk hep onunla yani.
Not: Sonuçta, bir resim yapıyoruz ve onun içine kendimizi de yerleştirmek durumundayız, eğer dürüstçe yazıyorsak. Dürüstlüğü teşhircilik sayan, feodal kırması çarpık zihinlere selam olsun buradan.
Sonuçta Erdoğan slaktivist bile olamadı. Kürtler, birçok diğer insana yaptıkları gibi, onu da ayakçı olarak kullandılar. İçeri alınmasından bir gün önce yazdıkları, bana bilgisayarına zarar verenlerin birkaçının da onlar olduğu kanısı verdi.
Erdoğan’ın mazohist-paranoyak bir yanı olduğunu da hep düşündüm, hissettim, yaşadım. Ben de, ‘ben ve 7 milyar’ dedim hep ama kimsenin bana özel kötülük tasarladığını düşünmedim, daha yeni doktor eliyle gömülüyordum üstelik.
Erdoğan, lümpen bir dişilik bilinciyle veya bilinçsizliğiyle, ruhunun karını güneşe tuttu ve eridi. Geriye baki kalan da dejenerasyon oldu. Oysa, bir Anna Cavan veya Sylvia Plath daha olabilirdi pekala.
Sorun şu ki hep öyle olur, Lili Marlene’de ve Maria Braun’da olduğu gibi.
İşbirlikçilik işbirlikçiliktir, iktidar seçkini, kitle, azınlık, marjinal, öteki farketmez. Ayakçılıktır sonuçta.
Bundan sonra Erdoğan’ı tüm öncüllleri gibi, sürekli taraf değiştitirken göreceğimiz kanısındayım.
Çetin Altan’ın dediğince: 1’den sonrası ayrıntı ve istatistik.
Tabii 2 oğulun şu anki konumlarını da unutmamakta yarar var.
(24 Şubat 2017)

Ferhan Şensoy

Şensoy’un henüz 2 cildi yayınlanmış otobiyografisi, bizce Türkçe’nin ve tenha bir alan özyaşamöyküsünün doruğu eserlerdir. Çünkü Şensoy, onarda dürüsttür, doğrudandır ve bildiğini yazar.
Ama Şensoy, ‘Gülü Güle Godot’daki gibi, bilmediği bir konuyu, bu kezinde absürdü yazarsa sıçar, hemi de ishal ishal sıçar.
Şensoy’un Laz beyni şuna hiç basamaz ve basmadı da:
‘Godot’yu Beklerken’ bir hapishanede oynanır. Oyun biter, mahkumlara sorarlar:
“Godot gelseydi, ne olurdu?”
Yanıt dehşetengizdir:
“Onu öldürürdük.”
Bu yanıt doğrudandır. 10 kitaplık hacimde, açıklamalık sosyolojik tezler gerektirir. ‘Gülü Güle Godot’ zırvasını değil.
Şensoy’un kılavuzları da hep kargalar olmuş tiyatroda.
Sirk-tiyatronun ‘Güneş Sirki’ fecaatine varacağının kesin olduğunu, daha 1968’de kesin olduğunu hiç öngöremedi.
Çünkü:
Eğlence faşizmdir. Kitle kültürü, popüler kültür, baştan tanım gereği faşisttir. Şensoy da, popüler tiyatro eyledi hep, hiç avangardı akıl edemedi. Laz beyni basmadı.
Şensoy, güldürürken, düşündürmekten imtina ettiğini kendi ağzıyla kezlerce itiraf etti ama o kadarcığını tiran-karikatürist-baba Oğuz Aral bile yaptı, lümpen lümpen, Gırgır Gırgır.
Çokdisiplinli ve disiplinlerarası tiyatrolarda çalışmışlığına karşın Şensoy, sanatın böyleliğine hiç ayamadı, algılamayamadı, dinlemedi bile.
Oysa kendisi, aynı dönemde tiyatro yaparken, Gırgır’ın ve alaturka karikatürün 1972-1989 arasındaki macerasının izleğini, haftada yalnızca yarım saat ayırarak, kolayca bilinçleyebilirdi. Eylediği tiyatronun lümpenliğini, böylelikle en baştan görebilirdi. ‘Haneler’den ‘Ferhangişeyler’in 31. versiyonu arasındaki 50 yılda hep aynı oyunu yazdığını da onyıllar öncesinde görebilirdi örneğin.
Belki 30 yıldır söylüyorum:
Şensoy, eğer yalnızca yazar olsaydı, Taner-Felek dikmesi üzerinden, bambaşka lezzetler ve artı-değerler üretmişebilirdi.
Onun yerine bencillik etti, kendi tiyatrosunu kurdu, onu da karısına yedirdi. Gettii 25 yıl. 0’a 0, elde yok 0.
Eh:
Uçkurla ve parayla imtihan, sağ olsun, sol olsun, tüm Türk erkeğinin sorunu. Herkes sınıfta kalıyor sınıflı sınıflı.
Şensoy, bir neo-entellektüel olamadı, çünkü sınıf atladı, çünkü sınıf-dışı olmayı akıl bile edemedi.
O zaman, imamın dediği gibi:
Gömün, hamina koyiim.
(24 Şubat 2017)

Nihat Genç

Genç, önce Ahmet Tulgar tipi öyküler yazarak, yazarlık er meydanına girdi. Sonra, Can Yücel tipi gümrah çiçek küfür üzerinden işledi. Sonunda da, kendince ağır abi modunda, düşünce metinleri yazmaya başladı.
Ama kendine ve okura karşı asla ve kata dürüst olmadı.
Genç Laz’dır. Ama bugüne kadar, Lazlar’ın Vikingler, Pontus Rumları, Gürcüler gibi, Dünya’nın en kel alaka halklarının bir melezi olduğunu, bu melezliğin de, onları kafadan deli halk statüsüne taşıdığını yazmadı. Oysa, bir Laz’ın bir Laz’a sorduğu ilk soru şudur: “Sente te, deliluk var midur?’
Onun böyle olmasının nedeni, bizim yazarların kronik derdi olan, okumaz-yazar oluşudur.
TC tarihinden dem vurmak istiyorsan:
Faşizm tarihini bileceksin, engizisyon tarihini bileceksin, AB ülkelerinin 1.-n. Cumhuriyet akışının tarihini bileceksin, 1. Cumhuriyet’in 9 dönem = 3 adam + 3 darbe + 3 liberalizm şematiğini bileceksin, Dünya Sistemi’ni bileceksin, gelecekbilim bileceksin. Sonra, oturup düşüneceksin. Düşüneceksin. Sallamayacaksın. Tartacaksın. Olmadı, sileceksin.
Bunların herhangi birinden Genç bin sayfalık okuma yapsa, asfalyeleri yanar. Kafası, teoriyi kaldırmaz. O, genelgeçer şablonları ve klişeleri esip savurabilir ancak. Hep de öyle yaptı zaten.
Olsun, kişi kendini bilebilir geç olsa da. Genç 40’ı geçti, kemale erdi. Hidayet ona ermese de olur.
Bir gün kendisinden bunlar nedeniyle özeleştiri bekliyoruz.
(24 Şubat 2017)

Nihat Genç ve Ferhan Şensoy

2’si de Laz ama tam Laz.
Genç 20 kitap falan yazdı ama 20 tane anlamlı-geçerli kültürel / tarihsel saptamada bulunamadı. Onun yerine, Öküz-Hayvan çizgisinde, ortaya 3,5 karışık, lümpen isyan modu, az vatanseverlik modu, çok sivri laf modu türünden, beyin-zihin-kültür ishali yapacak bir karışım üretti hep.
Şensoy, onu da yapamadı. Beckett ve Brecht konusunda tam zırvaladı, öyle böyle değil, züppeer zırvaladı. Teoriye, fatale (ki başında Derya Baykal vardı), faşizme, engizisyona hiç aymadı: ‘Şahları da Vururlar’ın engizisyon eleştirisi ile uzak yakın ilgisi yoktur. ‘Kazancı Yokuşu’nun anti-faşist sonu, sonradan ‘uymasa da kodum’ tarzında eklenmiştir, bunu kendi belirtir. Kendisi, Aydınlık’ta askeri darbe isteyen köşe yazısı bile yazdı, 15 Temmuz’dan epeyi önce.
Genç’i boşver ama Şensoy, bu ülkede 50 yıl boyunca, Erkal ile birlikte geleneksel-avangard tiyatronun 2 dikmesi olarak işledi. 2’si de beyhude ve nafile oldu. 2’si de 50 yıldır aynı şeyi yapıyor. TC, 50 yılda proto-feodal’den post-sosyolojik topluma geçti ama. Toplum, sanatçıyı solladı ama. Sanatçı epeyidir sağladı ama.
Varlık nedenleri ve bilinçleri olmadı hiç, tarih bilinçleri olmadı hiç, sanatçı bilinçleri olmadı hiç, bilinçleri olmadı hiç, ot gelemediler, sap gidemiyorlar netekim.
İkisinin de, Şensoy’un Lazlar’ın küfürseverliğini açıklamak için kullandığı biçimde, 3 noktalı virgül niyetine, hamina koyiim…
Dipnot:
Bu metin, aslında bir dizinin başlangıcı. ‘1. Cumhuriyet Yazında Nasıl Bitti?’ metninin imlediği bir patoloji, bir epidemiyoloji, bir anatomi çalışması. Kuburda ve kabirde geçiyor. ‘En akıllısı deli Bekir, onu da köstekle yatır’ların bu ülkenin 12960-2010 sanatını nasıl gömdüğünün kültürel haritasını ve kavramsal çerçevesini çiziyoruz.
Ölülüleri kesip biçmek, onlara hakaret etmek değildir, özellikle veba filan yaymışlarsa. Vian, boşuna ‘Mezarlarınıza Tüküreceğim’ demedi. Ben daha da ileri gidip, ‘mezarlarınızı kuburlayacağım’, diyorum.
Oğuz Atay, ölmesi kesinleşince şöyle demiiş:
“Ben ölmek istemiyorum. Ben yaşayıp, burunlarından fitil fitil getirmek istiyorum.”
70’inde çırılçıplak soyunan Yıldız Kenter, 1983 gibi, ‘Oyunlarla Yaşayanlar’ı oyun değil, oynanamaz bulmuş ve onun önünü kesmiş örneğin.
İşte ben bu, 1. Cumhuriyet’i sanatta gömenlerin burnundan ve rektumundan fitil fitil getireceğim.
Bu böyle biline.
(24 Şubat 2017)

Arslan Yatağı Sokak

Adamın adı Arslan, soyadı Yatağan (bir kılıç türü), yoksa aslanın yattığı yer değil anlamı bu sokağın. Bunu bana, o adamı tanımış, sokakta bir otelde mukim, 90 yaş civarında bir kadın anlatmıştı. Soyulacağından çok korkardı. Bir gün onu bakkala götürmüştüm. Beden ısısı 41 falandı.
O sokak, benim için çok acaip anılar demek.
En baştan şekli bir acaip:
Köşeleri dik açılı 1 W’ye eklenmiş 1 dikdörtgen gibi bir şey.
O sokakta, Kasım 1993 – Mayıs 1997 arasında yaşadım. Bunun 1 yılı veya daha fazlası, içinden bok nehirleri akan bir bodrum katı idi.
Beni oraya, Türkiye’ye ilk gelen bir Ekvador vatandaşı götürdü, iyilik olarak, çünkü ben de ona ülkesine nasıl döneceğine ilişkin yardım arayışı için, küçük bir Beyoğlu turu ile, Brezilya, Meksika, İspanya konsolosluklarında tur atmada yardım etmiştim. Eski İspanyolca konuşan Ladino bir sevgilisi vardı.
O sokakta, yaşamımın en uzun (19 yıl) süren ilişkisinin kadınını da buldum. Sonra, onu da yitirdim.
Evde, Almanya’dan kovulmuş, kronik kriminal bir alamancı da vardı. Benim efemeralarımı çalıp, Tünel’deki cüceye satardı.
5 katlı binanın tamamı müptezelin Allah’ı insanlarla doluydu. Ev bir kilise vakfınındı. 1993 devletin, halkların Beyoğlu’nu yağma zamanıydı. Evin boş kalmaması isteniyordu, kira alamıyorlardı yani.
Yan binada, nedense beni sevmiş olan, 12 dil bilen, Ermeni ve emekli bir papaz otururdu.  ‘Sen onlara uyma evladım’ derdi hep bana.
Alman Hastanesi’nin morgu da, o sokağa açılırdı. Gün yeni yeni ağarırken, ölüleri kimseye çaktırmadan cenaze arabalarına yüklerlerdi.
Roxy de o sokaktaydı, hala orada. Tıkanan kuburlarına vidanjörle bastırdıkları su, bizi bok nehirlerine boğdu. Klozetten 50 santim yukarıya fışkırırdı, gerçekten.
Yine o sokaktaki evde, ilk kez tam yazar oldum. Kasım 1993 gibi, tam bir kitabı aralıksız yazdım. Ondan sonra da, aşağı yukarı tek bir satırını atmam gerekmeyen metinler yazdım hep 24 yıldır.
Oraya gelinceye kadar 1991-1993 arasında ine çıka evsizdim, sonra yine evsiz kaldım.
Ölümler, yaşamlar, yaratılar, faşizmler, engizisyonlar: Palet buydu.
Tüm bu metinler, İnstagram’da o sokağın altyazısı olsun diye.
(23 Şubat 2017)

Çarşamba, Şubat 22, 2017

Yeni Orta Çağ’ın Göreli-Yeni-Farklı Yüzü: Milis ve Polis Terörü: 3 ABD’li Belgesel Film

2001’den beridir, ABD’nin açıkseçik yıkılma başlangıcı ile yeni bir Orta Çağ’a girdiğimizi imlemiştik. Bu sürecin yinelenen ve yepyeni olguları ortaya çıkageldi.
Bu olguların bir ikilisi; saçmalayan ve parti-içi mücadelede partiler-arası mücadeleden daha ağır hasır verilen neo-politika tipi ve yanısıra aşırı şiddet gösteren polis ve milisleşen siviller oldu. Bu ilk adımda iki diyalektik, yani kuadralektik, küsurlardan sonra ve limitte poliyalektik olmakta. Toplam tarihsel edim-değişiklik ise, pratikte sıfır veya epsilon olmakta ki asıl gösterge bu bizce: anlamsız şiddet (ki ‘anlamlı şiddet’in anlam tanımı da kaydı).
ABD, bu polis ve milis şiddeti konusunda en hızlı giden ülke oldu.
Konuyla ilgili 2016 yapımı 3 belgesel var:
Kule, çizgifilm belgesel, 1966 yılında bir adamın, 2 saatta 16 kişiyi öldürüp, 36 kişiyi yaralamasını anlatıyor.
Direnme, polisin yükselen şiddetini anlatıyor ki haberlerden açıkseçik tezler mevcut. Politikacılar da bunu savunuyor.
Oklahama, bombacının öyküsü.
ABD öyküsü üzerinden gidersek:
Herşey artık açıkseçik ortada. Sayılar, istatistikler, belgeseller, görüntüler.
Bireyler bireylere, halklar halklara düşman.
Devlet bireyine, birey devletine düşman.
Bu, çöküş ve çözülme demek. 2000-2200 demek. Doğrudan gösterge-olgu-kanıt demek.
Çözümlemeyse çözümleme:
ABD 200 halkı kotayı doldurdu, kota patladı. Bugün ansiklopedilerde ‘ulus’ kavramı, yalan yanlış tanımlı. Ulus-devlet Fransa 1793 olur, başkası değil, ABD 1950 veya 2017 hiç değil. Ulus, yanardöner-kaleydoskopik bir tanım değildir, sabittir, sorunu bu sabitliğindedir, ABD’nin çakma ulus kavramının kaypaklığından dolayı yaşadıkları, ulus olma sorunu değidir, kültürel sindirimsizliktir yalnızca: ABD kursağına biriktirdiği zehirleri, vd tarihe kusuyor yalnızca ve tarihi de mahvediyor. Çünkü bu, global bir olgu olmaya gidiyor.
Ara şerh not: ABD, IŞİD’den beter işler yaptı. ABD’nin devlet tanımı yaptıklarını içermedi ama IŞİD’in şeriat tanımı 1.400 yıldır zaten yapılanları içeren bir tanımda. Yani, bu 3 olgu-film üzerinden gidersek, ABD yaptıklarıyla kendini yanlışladı, düşmanını doğruladı.
Şimdi gelelim asıl iç düşmanlığa:
İç düşmanlık için, illa ki 200 halk gerekmiyor, kardeş kardeşle de iç savaş yaşayabiliyor, bakınız Habil ve Kabil öyküsü.
ABD, kendi halklarının yangınına habire benzin döküyor: ırkçılık körükleniyor, beyazlar silahlandırılıyor, vd.
En önemlisi şu:
1 ABD’li, 300 küsur milyon ABD’liye düşman duruma evrilebiliyor.
Bunu anlayabiliyorum, çünkü kendim de içindeyken İstanbul’un bir atom bombası hak ettiğini düşünenlerdenim.
Sırbistan 1995 sonrasıki olaylar için, tarihte ilk kez toptan mahkum edilecek ilk halk oluyordu, engellediler. Almanya 1940 zaten öyleydi. Türkiye 1983-2017 de öyle: Nüfusun en az % 51’i idama mahkum tarih mahkemesinde.
Tarihte bariz ilkeler vardır:
Önce mazlum, sonra zalim, sonra yine mazlum.
Affedilirse, yine yapar, yaptı da, yapıyor da, yapacak da.
Dolayısıyla, parayla değil, sırayla. AB 1.100 yıl Orta Çağ’da 3 istila dalgasıyla mahvedildi, sonraki 500 yılda onlar istila dalgasıyla tüm Dünya’yı mahvetti.
Burada da, ABD 1964-2014 delicesine bir zulümdü. 8-10 milyon sivil ölüden söz ediyoruz, belki 50 ülkede.
Sonra ne oldu?
Vietnam gazileri, kendilerine reva görülen davranışla kafayı yediler ki ilk yalnız kurt onlardan çıktı gibi.
Artı, tüketim toplumunun kafayı yedirten temposu da var tabii ki.
Sonuç:
2015’te 350 ABD’li 1.400 ABD’liye öldürdü sivil sivil.
Ancak, buraya epistemik nakış olarak, 1968-2018 Dünya seri katillik ve seri teröristlik tarihini de eklemek gerek. Yani, 3. Dünya da aktif ve katil olarak işin içinde, mazlum veya maktul olarak değil, en azından eli silah tutanlar öyle.
Dolayısıyla, nasıl ki 200 devletin 100’ü yanıldıysa, 200 devletin içinde, bu sivil şiddetten muaf tek bir ülke yok, belki yine 100’ü doğrudan terör ve savaşın içinde.
ABD böyleydi ama AB durumdan hafif muaftı. 2015-2016 doğrudan muhatap kılındılar.
Tarihte 100 yıl, 80 yıl, 30 yıl savaşları kayıtlı. 1.400 yıllık cihad-haçlı seferi ikilemi kayıtlı. 500 yıllık sömürge katliamları kayıtlı. Yani yeni bir şey yok pek sayılır.
Ancak, durumun artık ABD’yi içeriden bitiren bir aşamaya gelmişliği yeni ve farklı bir süreç. ABD nüfusu en geç 2050’de beyaz çoğunluğu yitirecek.
Artı, 4 makro global kriz var.
Dolayısıyla, 50 yıllık bir süreç kayıtlıysa, bunun 50 yıl daha süreceğine ilişkin belirtiler çok güçlü. Bunu kayıt düşmüş olalım buraya. IRA 120 yıldır var, unutmayalım. Hasan Sabbah 200 yıl sürdü, unutmayalım.
Düşmanımızın çürümesine gülüp geçemiyoruz, çünkü AKP sivil milisleri artık gazete haberi.
Öykümüz, bir Şeyh Bedreddin öyküsüdür bundan böyle.
ABD’yi yalnızca izler ve yazarız.
TC’yi izler ve yaşarız ama.
(23 Şubat 2017)