Salı, Ekim 31, 2017

Akıllı Telefon Niyazi’leri

Bir haber:
“ABD'de 2016 yılında 6 bin yaya, yürürken hayatını kaybetti. İstatistiklere bakıldığında ise bu sayının önceki 7 yıla göre 4 kat daha fazla olduğu tespit edildi. Uzmanlar ise, bunun nedenini büyük ölçüde yayaların yürürken akıllı telefon kullanımına bağladı.”
4.500 Niyazi.
Hayır, bir şey değil, onu ezen kişi de yaşam boyu vicdan azabı yaşayacak, geride kalanlar ağlayacak.
Niyazi’lik ötesi bir durum yani.
“Bu sayı, son 20 yılın zirvesi olurken, dikkat çeken diğer bir nokta ise, 2010 yılından itibaren, bu sayıların kademeli olarak artış göstermesi.”
O da, bilgisayarlı telefon yılı kabaca.
“Honolulu kenti, karşıdan karşıya geçerken telefon ve diğer dijital cihaz kullanımlarını yasaklayan dünyanın ilk şehri oldu.”
Bakalım, bu yasak işe yarayacak mı?
5 yıl içinde anlaşılır.
Bir de, teknolojinin insanı daha zeki ve daha bilgili yaptığı önesürülüyor.
Ahan da, mal üretiyor yalnızca…
Galata Kulesi’nin dibi, yaz kış 7/24 selfi sefilleri ile dolu. 72 millet, kompleta eksi zeka. Yol isteyince, bir mal mal bakışları var ki evlere şenlik: Hitler bile, insanları bu denli aptallaştıramamıştı.

(31 Ekim 2017)

Pazartesi, Ekim 30, 2017

NEK: Yaşamın İç Düzen Geçersizliği

‘İç düzen geçersizliği’ yerine, ‘entropisi’, ‘mantığı’ da denebilirdi.
Yaşamın tek bir iç düzeni olmadı. Bunları, temel kuantum kimyası kuralları belirledi ama.
Atmosferin evrimi üzerinden izlersek, metanlı ve amonyaklı atmosfer, 2 şekerli hidrokarbonlu ve 22 amino asitli proteinli temel yapıyı edilgin olarak zorunlu kıldı. Keza bir yerlerdeki raslantısal fosfor bolluğu da, taa zorunlu DNA’ya vardı.
Virüs ve bakteri evrimi aynı anda / koşut olurken, bunun temelde yalnızca su çeken ve/ya su iten proteinli, hidrokarbonlu, karışık hücre zarı yapısı ayrımından ileri gelrdiği hala gözden kaçabiliyor.45-50 kerelik çohücrelilik evriminin, bugünkü canlı tiplerindeki sınıflılık ve sınıflandırılamazlık mantıksal-topolojisi hala çalışılmadı.
2 temel ama 500’ün üzerinde genel amino asit varlığınının verdiği tüm olanaklar bilinmiyor. Tıpkı, Aristo mantık tasım kurallarının tüm permütasyon olanaklarını giderek % 0 olasılığa ve dar bir alana sıkıştırması gibi, bu oran da tüm geneşliğine karşın proteni oluşumunu var olan 500 bine sıkıştırmış bir biçimde. Buradaki biyo-topoloji ve biyo-mantık süreçleri hala çalışılmadı.
En makro düzeydeki, temel taksonominin iç mantığı ise ana hatlarıyla bilinse de, memelilerin kademeli öne çıkmasının iç mantığı tam düzenlenmiş değil. Ve son 165 milyon yıldır neden hala böyle bir yeni küme oluşmadığı da bilinmiyor. (Aslında dinozorların yok oluşu, 65 milyon yıl önce makro-türsel bir boşluk oluşturdu ve memeliler bunu bilmem kaçıncı kezki evrimleriyle doldurdular.)
Makro yok oluşlar, insana atfedilen son 6. büyük yok oluş üzerinden bunu düzenleyecek bir iç devimsele sahip mi?
Ötekiler, kuralları öğrenme, bu çıkarsama yapma alanı.
Nokta. Es.

(30 Ekim 2017)

Tanıl Bora ve Mücahit Bilici Negasyonu: İslam, Devlet, Vs

Birikim Dergisi’nde Tanıl Bora, Mücahit Bilici ile söyleşmiş.
+
Önkoyutlar:
Bir:
Maksimum 300 devlet var olmuş ama her zaman 6 bin halk var olmuş.
İki:
İlk İslam devletini Araplar kurmuş. 800’e kadar falan tüm Müslüman devletler, Arap hegemonyasında imiş. 2000’de Dünya Müslüman nüfusunun ancak % 17’si Müslüman ve Müslüman çoğunluklu devletlerin ancak yarısı Arap imiş. Arap-İslam geleneği, İslam = devlet sayar. Sonrası muallak: Hem devlet geleneği olarak, hem din olarak. Araplar da 1.400 yıl sonra bile tek ulus olamadıkları için, Arap var, Arap var: 1960’larda Arap Birliği, İsrail’e karşı bile kurulamadı.
+
Bilici şöyle demiş:
“Devlet konusunda liberter bir çizgideyim. Devlete sadece düşman olmak gerektiğini düşünüyorum. Bu tutum, cumhuriyetçi ve cemaatçi devlet anlayışına, düşenin elinden tutabilecek, herkese asgari bir haysiyeti temin edecek hayırhah devlet fotoğrafına karşı yersiz bir düşmanlık gibi algılanabilir. Fakat kanaatim şudur: En iyi devlet bile, vatandaşın rehavetini görür görmez yozlaşıyor. (Sosyal devlet yahut özgürlükçü bir sosyalist devlet olsun fark etmiyor, iyilik yapma gücünü devlete verdiğiniz zaman, devlet kötülük yapma gücünü de elde etmiş oluyor). Ahlâkın, bireylerin meselesi olmaktan çıkıp, bir şahs-ı manevi (body politic) olarak devlete transferi ile birlikte devletin hayır ve şerre karar verme yetkisi doğar ki bence bu tehlikelidir. Şu halde, stratejik bir ıslah yöntemi olarak devlete düşmanlığın bir vatandaşlık ödevi olarak algılanması gerektiğini, devletin hizmet veren teknik garson olarak kalması gerektiğini düşünüyorum. Böyle bir devlet, ne birilerinin ele geçirdiklerinde iştahlarını kabartacak kadar kazançlı olur, ne de arkasına saklanılabilecek bir kutsallıkla teçhiz edilmiş olur.”
İlk 2 cümlenin arasında semantik bir bağ olduğunu düşünmüyorum.
Liberterlik devlete düşman olmak demek değil. Hangi liberterlik olduğunun belirtilmesi gerekli. Son (1980 sonrasıki) liberter liberalizm, sağ bir ideoloji oldu.
Devlete düşmanlık, anarşiszmin işi. Hepsinin de değil üstelik.
İyilik yapma gücünü de insanlar devlete vermez, kötülük yapma gücünü de. Devleti kurduğun a, zaten o güç sendedir, kullanıp kullanmayacağın vey nasıl kullanacağın, senin hegemonluk anlayışına bağlıdır.
Devlet, vatandaşının rehavetini görünce, vatandaşını kütürdetmez. Devlet, zaten kütürdeticidir. Vatandaş ise, kütürlü veya kütürsüz olarak, rehavetli veya rehavetsiz olabilir. Yani, sözü geçen öğeler arasında ilinti yoktur.
Şahs-ı manevi, ‘body politic’ ile hiçbir ilintisi olmayan bir kavram.
Devlet tanım gereği şerre ve hayra karar verir, veya şura veya başka bir özel veya tüzel kişi. Toplumsallığın köleliği durumu budur. 5 bin yıl böyle olmuş, yani tümevarımsalca böyle bu.
Devlete düşmanlık, devleti ıslan etmez ,onu yok eder. Örneğin 2017’de TC’de devlet yok, ortalığı vatanadşanı feçesi götürüyor, özgürlüğü falan değil. (Ben bir anarşistim bu arada.)
Devlet her zaman artı-değerli olur, hem her zaman kutsal değil, dokunulmaz olur: İster teokratik, ister monarşik, ister olgiarşik olsun.
Yani bu arkadaş, olayın elifini merteğini bilmiyor. Körün fili tarifi takılıyor. Mental konfüzyon takılıyor.
Bora ile tencere-kapak birbirlerine pek uymuşlar:
İkisi de taşralı ve taşraperver sonuçta.
+
Bir de Bora’yı şeyttirelim:
Bildim bileli, mental-kültürel konfüzyon-regresyon içinde biridir. Taşra övücüdür. Lümpenlik övücüdür. Popüler kültür kültürolojisini, popüler kültür (taşra, futbol, vd) hayranlığı olarak algıladı hep. Bu türden lümpen dejenerasyonu savundu hep.
Sorusu şu:
“Müslümanların “başkalarıyla” eşitliği kabul etmelerinin günümüzdeki en zorlu sınavı olarak LBGT’leri konu ediyor; burada bir günah tartışması yapılabilecek olmasını ayrı mesele sayarak, onların eşit vatandaş olarak haklarının tartışma konusu yapılamayacağını söylüyorsun.”
Bir:
Şu anda ateistler ve erkek eşcinseller Müslüman Türkler’in en nefret ettiği, en çok öfke duyduğu demografik kümeler durumunda.
Erkek eşcinseller, tüm Lgbti’ler değil, özellikle de kadın eşcinseller değil, çünkü onlar ilk bakışta ayırt edilemiyorlar.
Tüm ateistler mi, peki?
O belirsiz. Deistler, panteistler, agnostikler, vd, Dünya almanaklarında bile, ayrı ayrı değil, ateist grupta olarak sayılıyor.
İşin kötüsü, Türkiye Ateistler Derneği forumlarından biliyoruz, kendini ateist sayanlar da aynı belirsizlik durumunda.
Artı, Lgbti’ler içinde, ateistlere karşı, hetero Müslümanlar’ın acımasızlığıyla saldıranlar var, bunu da Facebook gruplarından biliyoruz.
Artı, bazı cemaatler, eşcinsel erkekleri namaz saflarına, çocukların da en arkasına koyarak, aralarına alırlar ama ateistleri almazlar (burada ateistlerin oraya gidip gtimemesi önemli olmuyor).
Peki, Bora bunları neden belirtmemiş de, hepsini aynı kaba tıkıştırmış?
Bizce, bilgi ve zeka eksikliğinden.
Eşit vatandaş olma konusu ise; namaz safında yer tutmaktan, mülk edinmeye kadar farklı konularda farklı yorumlarda olabilir. Bugün Türk toplumunda eşcinsellere baskı var ama bir mülkiyet davasında, avukatı olan bir eşcinselin malına, karşı taraf Müslüman diye el konmuyor. İslam ülkelerinde de böyle bu.
Bizi en çokgüldüren şey, bu tencere-kapak durumunun, ikisinde de aynı zihinsel muğlaklığın bulunması. Her ikisinin de ifadeleri çok muğlak.
Bu kezlik de, böyle bir tencere-kapak negasyonumuz olsun kapak niyetine…

(29 Ekim 2017)

Zarrab ve CHP

Şu açıklama CHP’nin neden adam olamayacağını kanıtlıyor:
“CHP Genel Başkan Yardımcısı Erdal Aksünger, ABD'de izlediği Reza Zarrab davasına kongrede değinerek, “Zarrab davasında ben, son 5 yıldır inanılmaz konuları biliyorum. Bir kısmını da, Türkiye’nin ekonomik modellerine zarar vermesin diye, açıklamıyoruz. Neden? Cumhuriyet Halk Partisi, ilk önce memleketini seviyor. Ekonominin çökmesi, hiçbirimizin işine gelmez, bunu açıkça söylüyorum” dedi. İş, Türkiye açısından da kötüye gidiyor. Ben, bu davanın nereye gideceğini biliyorum. Ne yaşandığını, kimin kime ne paralar aktardığını, örtülü ödeneklerden biliyorum” dedi.”
Eee, sen o bilgileri açıklamayınca, Türkiye zarar görmeyecek mi?
O bilgileri açıklamayarak, suça ortaklık etmiş olacağınını bilincine varamıyor musun?
CHP, memleketini sevmesin, CHP vatandaşını, insanını sevsin.
Ekonominin çökmesi, kendisinin işine gelmezmiş, bunu da itiraf ediyor. O işlerini düzeltecek, dolarlarının yığacak, ondan sonra çökebilir ekonomi. Vatandaş, her zamanki gibi, çöküntünün altında kalacak.
ABD’nin bir bildiği var, davada ağırdan alıyor. Ya da hukuk sistemleri, guguk sistemi bile değil artık.
Ancak sonuçta Türkiye, kesinkes mahkum olacak. Bankalara para cezası gelecek. 10-20 kişi için uluslararası tutuklama karaı çıkacak.
Soru şu:
CHP, koalisyonla da olsa, başa geçtiğinde, o adamları tutuklayıp, ABD’ye teslim etme cesaretini gösterebilecek mi?
That’s the question.
Bizce yanıt, hayır şimdiden.

(29 Ekim 2017)

Pazar, Ekim 29, 2017

Rahmetli Rosa’ya, Rahmetli Ulrike’ye, Müstakbel Hanım’a Mektup

Rosa, Luxemburg idi. 1919’da öldü.
Ulrike, Meinhof idi. 1969’da kendi ölüm fermanını imzaladı.
Müstakbel Hanım’ın kim olduğunu henüz bilmiyorum ve bilmiyoruz. 2019’da ortaya çıkacak bu hesaba göre.
İlk ikisi, kuramcı hanımlar idiler, eyleme geçtiler ve öldüler. Yaşasalardı, çok daha fazla kitap yazacaklardı. Olmadı, öldüler. Yazdıkları hala geçerli.
Müstakbel Hanım’dan şimdiden ricamız, eylem alanına girse de, kendini öldürtmemesi. Yani, kaçması gerektiğinde, kaçmayı bilmesi.
Kuramcı hanımların ölüsüne değil, dirisine gereksinim var.
Tüm Dünya’nın ölmüş, yaşıyor ve doğacak olanlarının buna gereksinimi var.
Eksik olan kuramcı insankızı, eylemci değil. Tarih, ölü eylemcilerle dolu.
Dinlersin, dinlemezsin, senin bileceğin iş.
Kendine karşı yaşama zorunluğun olmayabilir ama Homo Posterus için artık var.
Lütfen, yaşa ve yaşta…
Artık…
Lütfen, artık kadın beyin olsun ve yaşasın, ölmesin hep olduğunca…

(28 Ekim 2017)

Avrupa'daki özerklik ve bağımsızlık hareketleri

16 bölge var sayılan. 2’sini (Bornholm’u ve Güney Trol’u) ilk kez duydum.
Epeyi yer saymış ama Grönland’ı saymamış.
Tarihsel olarak hikayesi var olan, örneğin 1913’te 2,5 aylık bir devlet kurulan Gümülcine de yok.
Dönüp dolaşıp aynı öykü:
Bugünün 1 Almanya’sı, 1985’te 2, 1685’te 50-60 parça idi. Tarihte resmi olarak en çok parçaya bölünen Avrupa ülkesi de o herhalde.
Sorun şu:
Birleşik Avrupa yaratma çabası, parçalanmış eski Avrupa ülkeleri sonucunu vermeye doğru gidiyor sonuçta. Hegemonların kendilerini yıkması gibi bir süreç bu da.
54 ülke var Avrupa’da (UEFA’da) bugün. 16 daha 70 eder. De sen ona 100 yani.

(24 Ekim 2017)

Bu Bir Fil Tarifidir



Bu, bir fil tarifidir ve değildir de.

Bu, bir körün fili tarifi değil, bir köre fil tarifidir.
Tam Magritte-Foucault ikilemi ve ikilisi bir önerme-ifade olmuş bu.
‘Küçük Prens’teki yılan midesindeki fil, Braille alfabesiyle, körler için çizilmiş ama gören insanlar için olanının aynısıyla.
De bir tam-kör bir fili hiç görmedi ki.
Ve bir boa yılanını da.
Körün fili tarifi, bir deyimdir. Braille alfabesiyle fil tarifi, yeni bir tarif olmuş. Daha doğrusu, olabilirmiş de, olamamış.
Tarif olan ve tarif-değil olan bir tarif.
Tarif olan ve meta-tarif olan bir tarif.
Ve amacı da, asla ve kata bunu yapmak değilmiş.
Bir kör sonuçta çünkü.
Körün herhangi bir meta-tarifi, olsa olsa musikili olabilir gibi çünkü.
Magritte ve Foucault, bu tarife ayrı ayrı ve/ya birarada ne derdi acaba?

(27 Ekim 2017)

Fotoğrafta X-Y-Z Apsis-Ordinatları

Fotoğraf icat olunur olunmaz, klasik yağlıboya resimden gelen bir huyla ve gelenekle protre fotoğrafları da çekilmeye başlamış. Buna X1 geleneği diyelim.
Dakka bir gol bir, hemencecik fotoğraf okulları da açılmış. Onlardan biri olan London School of Photography’de, o zamanlar olağan kıyafet olan silindir şapkalı bir adamın enseden fotoğrafı çekilmiş. Bugün müzayedelerde yüksek fiyatlara satılır bunlar. Buna X2 geleneği diyelim.
Sonra, sabıka fotoğrafları gelmiş. Sağlı solu profil fotoğrafları icat edilmiş. Buna da, Y1 ve Y2 gelenğei diyelim.
Kaldı geriye Z1 ve Z2 gelenekleri:
Z1 en tepeden çekilen beden fotoğrafı olsun, çıplak veya giysili, Z2 en alttan çekilen beden fotoğrafı olsun, çıplak ayaklı veya ayakkabılı.
İlk 4 çeşidine rasladım ama son 2 çeşidine raslamadım henüz. Ya sen ey kari?
Dipnot 1:
Tahmin ettiğim gibi, internette arayınca, hastalık fotoğrafı olarak, kafayı hafif tepeden gösteren, deri-saç hastalığı örneği fotoğrafı gördüm ama orada hedef başka konu.
Dipnot 2:
Kent meydanlarının tam tepeden çekilmiş fotoğraflarında birçok insan, tepelerinden görünüyorlar. Ancak, burada da amç yine farklı.
Dipnot 3:
Amacım, başka birşeyi imlemek iken, fotoğraf tarihinin 200 yılında çekilmemiş 2 bakış açısını saptamış oldum raslantıyla. Muhakkak çekilmiştir ama ense fotoğrafı kadar ilgi çekmemiş ve saklanmamıştır.

(27 Ekim 2017)

Cumartesi, Ekim 28, 2017

Melih Gökçek’in İstifası ve Abuksamalar

Bu yaratıklar, sinir bozucudan öteler. Diyorum ve ötesini söylemiyorum, hakaretten ceza yememek için. Sayın muhalefet şeysileri, size demokrasi değil, faşizm ve engizisyon bile çok gelmiş. Beyin düzeyiniz oralara inmiş. Çukurdan dipsiz kuyuya doğru gdiiyorsunuz artık.
Bakalım kim ne yumurtlamış:
Kadri Gürsel:
“Gökçek 'ten ve Ankara'ya yaptıklarından nefret edebilirsiniz ama darbeyle gönderilmesi & buna sevinmek, demokrasi adına üzücüdür, zillettir.”
Ne darbesi allasen? Ne diyon sen? İçeride beynin yumurta haşlama mı oldu?
Olay, tayin ve ters tayin yalnızca. Gelirken, demokrasiyle mi geldi ki giderken demokrasiyle gitsin? Kılıçla gelen, kılıçla gider; emirle gelen, emirle gider.
Ruşen Çakır:
“Gökçek'ten Türkiye'de demokrasinin özeti:
Emir demiri keser.”
Diyene bak:
18 bin faili muçhulü ve 18 bin kayıbı üstlenen birinin peşine, milletvekili hayaliyle takılıp, adam yanlış hesapla partiyi de batırınca, hayalleri biten biri… Ona aylarca hazırol durmuş biri…
Adam, yaptıklarından dolayı, içeri girdi çıktı, perde arkasında da olsa, hala aktif görevde. Gasteci gardaştan 24 yıldır tık yok konuyla ilgili olarak.
Sonra da, kalkmış Gökçek’e laf ediyor.
Can Ataklı:
“Böyle komedi olur mu? Gökçek "Recep Tayyip Erdoğan istedi diye istifa ediyorum" diyor. AKP'liler ayakta alkışlıyor. Gerekçe ne? O yok.”
Nesi komedi bunun?
Sivil emir-komuta zinciri. Başkanlık sistemi. Tek adam dönemi. Hiç mi görmedi bunu TC? Bu, ne ilk, ne de son.
Cem Küçük:
“Melih Gökçek, tam olması gerektiği gibi veda etti. Muhalefet gene avucunu yaladı. Yolun açık olsun Melih Başkan.”
Kendini buğday ambarında gören aç yarka.
Vedanın olması gerekeni, her neyse…
Muhalefet nah avucunu yaladı.
Tayyip, Bülent’çiğini bile öptü. Daha ne yapacak, geri vites niyetine?
Çok değil 1 yıl sonra, 10 yıl aç kalacaksın, aç.
En güzeli, her kimse Önder Şeren’den gelmiş:
“Melih Gökçek bile istifa ettiğine göre, şu hayatta imkansız diye bi şey yoktur. Bence, şu an herkes özlediği eski sevgilisine mesaj atsın.”
Duruma uymamış. O da, uysa da komuş, uymasa da.
Gökçek, aylardır istifa ettirilecekti. Yanlış şurada: Doğru yaptıklarına yanlış dendi ama yanlış yaptıklarına bir şey denmedi hala.
Bir belediye başkanı, altın halı yolu döşese de, milyonlar akıtsa da, başkanlık seçimini etkileyemeyebilir, bunu anlamak gerekli.
Çıkış:
Gökçek’in eski sevgilisi kimdi acaba?
Ayrılık toplantısında en çok ağlayan mı acaba?
Sonnot:
Topunuzun nalına da, mıhına da…

(28 Ekim 2017)

Almanya Ordusundan YPG’ye

Anlayamadığım bir nokta var:
““Çünkü YPG’ye katıldığım için Almanya beni şu anda terörist görüyor. Biz terörist değiliz. Aksine biz Rakka’yı teröristlerden kurtardık” diyor.”
İyi de, Almanya YPG’yi terör örgütü ilan etmedi ki.
Herhalde, Almanya ordusu profesyonel askerliğinden istifa ettiği içindir. Kötü örnek olmasın diyedir.
Bu iş, nasıl omuş da olmuş peki?:
“2 yıl boyunca, Alman Ordusu’nda askeri eğitmenlik yapıyordum. Orduda arkadaşlarımla sosyal medya üzerinden IŞİD’in videolarını izliyorduk. IŞİD’i küçük düşürecek komik videolar hazırlayıp internette paylaşıyorduk. Fakat kendime hep ‘yapabileceğim en iyi şey bu mu?’ diye soruyordum. IŞİD’in yaptıklarından büyük rahatsızlık duyuyordum. Bir gün, ‘artık IŞİD’e karşı somut bir şeyler yapacağım’ dedim. Evime dönerken tren istasyonunda YPG ile birlikte savaşan bir yabancının yazdığı bir kitap aldım. Kitabın arkasında YPG hakkında bilgiler vardı. YPG’nin ne olduğunu internetten araştırmaya başladım. O zaman anladım ki burada büyük şeyler oluyor. YPG artık benim için, IŞİD’e karşı savaşan Kürtler anlamına gelmişti. Ayrıca Kürtler, IŞİD’e karşı her yerde savaşıyorlardı. Sadece kendi yaşam alanlarında değil, Kuzey Suriye’de de IŞİD’i bitiriyorlardı. Bu kitabı yazan Alman bir YPG savaşçısıydı. Ben de, ‘eğer o bir Almansa ve YPG’ye katılmışsa, ben de gidebilirim’ diye düşündüm. İnternetten YPG’ye nasıl katılabileceğimi araştırmaya başladım. YPG Enternasyonalist Taburu’na internet üzerinden ulaştım.”
İçinde küçük de olsa, önemli bilgiler olan bir süreç.
Demek ki YPG başkalarını da resmen toplamış. Bildiğimiz kadarıyla bu, uluslararası suç. Almanya’nın itirazı buna olabilir.
Tabii arkadaş feci kek:
Kürtler’in de, özel laşamlarında IŞİD gibi yaşadığını hala görememiş:
Tarihin en yüksek gençkız intihar oranları, en yüksek kriminalite oranları, din için yapılan absürd, akıldışı, insanlıkdışı davranışlar, sert klansal / sınıfsal yapılanma, şu bu.
Tabii bir de, Kürtler’in IŞİD’den epeyi kaçmışlığı da var. Kesin yenileceklerini önceden görürlerse, kaçıyorlar.
Bir zamanlar BÜ’de bir gençkız vardı. Gitti PKK’ye katıldı. Öyküsü, ‘Dağdakiler’ kitabında var. Ceylan yapıldı, ölüme sürüldü.
Ahan da, o sarıkafa kek Alman genç erkek de öyle.
En kısa zamanda ceylan süzülüşüyle, eşek cennetini boylatırlar ona…

(27 Ekim 2017)

Kendisiyle evlenen kadın kendini aldattı

Şeytan aklıma mukayyet ol.
Haberin devamı şöyle:
“Ancak ilişki yaşadığı adam da, kendi kendisiyle evlenmeye karar verdi.”
Kosinski’nin ve Bukowski’nin kendine oral sek yapan adamı aklıma geliveriyor nedense.
Rahat kıçlarına batmış bunların, belki daha doğru.
"Sologami, kişinin kendisini sevmesi ile ilgilidir. Kişinin kendisine önem vermesi, diğer romantik ilişkiler kadar önemlidir. Bu durum, bütün romantik ilişkileri reddedip, bir rahibe olacağınız anlamına gelmiyor. Bu sadece, kötü ilişkileri reddetmek. Kendinizle evlenmeniz, hayatınız boyunca kendi mutluluğunuzdan sorumlu olmak demek ve bu yüzden boşanmak gibi bir seçenek yok."
Kendi kendini değilleyen ve yalanlayan bir açıklama olmuş.
Kişinin kendisini sevmesi, sologami değil, narsisizm olmakta.
Rahibeler, romantik ilişkileri reddetmezler, penisi reddederler yalnızca.
Kötü ilişkileri reddetmek, ne kendini sevmeyi getirebilir, ne de başkalarının siz incitmesini engelleyebilmeyi.
Kendi kendizle evlenenizin boşan gibi bir seçeneği yok ve o kadın da, gidip başka bir adamla birlikte olarak, bunu eylemiş.
Mental ve kültürel regresyonun ve konfüzyonun getirdiği durumlar, bunlar olmakta işte:
Ne halt yediğini bilmeyen cemaat birimleri, bireyleri değil. Birey olmayı istemekle birey olunmuyor, potansiyelin olacak, emeğin olacak, vd, vb.

(27 Ekim 2017)

Sözcükler: Bol Işıklı Gölge ve Denizin Saydam Yeşili Duygusu

Bol ışıklı gölge:
Boğaziçi üniversitesi’nin Bebek Kapısı’na inen kavisli yoldaki, bol güneşli günlerdeki, atkestanesi yaprakları gölgesindeki, iki veya daha çok yansımalı ve kırınımlı ışğık efekti. Bilitis filminin efektinin dapa az puslusu gibi. Çıplak gözle böyle görürsün. Bu ışık-renk-duygu, daha koyu olarak da olsa rüyalarıma bile girmiştir: Rüyalarımda, Boğaz’da olmayan yamaçlarda ve sırtlarda yürürken, hep bu türden koyu yeşil, ağır nemli ve bitki buharı kokulu ortamlarda yürürüm.
+
Denizin saydam koyu yeşili duygusu:
Bu, İzmi Körfezi, alsancak 1972-1977 kışları döneminden kalma bur duygu fonu efekti. Devamı, Küçük Bebek kıyılarının kışlarındaki, yine koyu ama bu kez daha opak deniz yeşili görseli olarak var. İkincisi, bir rüyama bir denizaltında bu yeşilin içinde boğulmak gibi, oludkça duygu zorlayıcı bir duygu biçiminde girmişti.
+
Notlar:
Bu türden, sözcük kümeleri, duygu kümecikleri, yaşam deneyimcikleri kümecikleri birleşimi söz-duygu-deneyim bütünleri, bende epeyi var. Anımsadığımda, bakıyorum ki bunları ilk kez böyle birarada dilegetirmişim.
Bunda, bende bazı anıların anlarını aşırı yoğunlaşmış kayda geçişinin ve insandaki bütün duygu-dillerin birarada anısal kayda alınışının payı var.
Sonuç, bir türden söz-duygu-deneyim parçacıkları anlarının parlamaları oluyor. Bir cisiminki kadar somut bir izlenim oluyor aynı zamanda.

(27 Ekim 2017)

Katalonya bağımsızlık ilan etti, İspanya doğrudan yönetim kararı aldı

Reste rest:
Katalonya’nın bağımsızlığı oylaması:
“135 kişilik parlamentoda yapılan gizli oylamada, 70 'Evet', 10 'Hayır' oyu kullanıldı. 2 vekil ise, oylamaya katılmadı.
Katalonya'nın İspanya'dan ayrılmasına karşı çıkan Halk Partisi, Sosyalist Parti ve Ciudadanos'dan (Yurttaşlar) vekiller ise, bağımsızlık oylamasını protesto ederek binadan ayrıldı.
Oylamaya bağımsızlık yanlısı 'Junts pel Si', CUP ve Podemos bağlantılı 'Catalunya Si Que Es Pot' partileri katıldı.”
İspanya’nın doğrudan yönetim oylaması:
“İspanya parlamentosunun üst kanadını oluşturan senato, Başbakan Mariano Rajoy’a Katalonya’yı doğrudan yönetme yetkisi verilmesini onayladı.
Senato'da yapılan oylamada 214 kişi tasarıyı desteklerken, 47 kişi karşı çıktı. 1 milletvekili oylamaya katılmadı.”
Yorumlar:
Bakalım AB ne yapacak şimdi?
Katalonya, bu kararı ya hiç almayacaktı, ya da daha önceden alacaktı.
İpanya’nınki sert müdahale kararı. Karar, işi çözümsüzlüğe ve açmaza vurdu.
Bu, aşağı yukarı yeni bir İspanya İç Savaşı demek olacak.
İspanya, ekonomik çöküş yaşayacağına, politik çöküş yaşadı, askeri çöküş de arkadan gelir, ekonomik çöküş de en son gelir tabii ki.
Demek ki çift taraflı harakiri böyle oluyor, düz yolda kendini düşürmek böyle oluyor.
AB’nin ilk tepkisi şu olmuş:
“Katalonya'nın İspanya'dan tek taraflı bağımsızlık ilan etmesine Avrupa Birliği'nden ilk tepki geldi. Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, "AB için hiçbir şey değişmedi. İspanya, bizim tek muhatabımız olmayı sürdürüyor" dedi.”
Yani hala:
“Onlara verirsek, başkaları da ister.”
ABD’nin ilk tepkisi şu olmuş:
“ABD Dışişleri Bakanlığı, Katalonya'nın bağımsızlık ilan etmesiyle ilgili olarak, "Katalonya birleşik İspanya'nın bir parçası. Washington, İspanyol hükümetinin kararlarına destek veriyor" açıklamasında bulundu.”
AB ve ABD’nin 10 ülkeyi parçaladıktan sonra yaptıklarına bak.
Bu durumda ortaya çıkan sonuç, ancak ve ancak etme-bulma Dünya’sı olmakta.
Dipnot:
Türkiye’de AKP’nin çöküşü oldukça yavaş ilerlerken (şimdilik 2,5 yıl almışken ve 1 yıl daha süreceğe benzerken), Dünya’da AB’nin çöküşü (şimdilik 1,5 yıl aldı ve artık sonun sonu göründü) oldukça hızlı ilerledi. Bunun not düşülmesi gerekli.

(27 Ekim 2017)

Suudi Arabistan Bir Robota Dünyada İlk Kez Vatandaşlık Veren Ülke Oldu

Bir haber:
“Yapay zekaya sahip ve insana en çok benzeyen robot olarak anılan Sophia'nın artık vatandaşlığı var. Suudi Arabistan'ın Riyad şehrinde düzenlenen "Gelecek Yatırım Girişimi" adlı organizasyonda vatandaşlığı duyurularak dünyada bir ilk gerçekleştirilmiş oldu. Ayrıca robot Sophia, Suudi Arabistan'ın şeriat yasalarına uymak zorunda olmayan ilk vatandaşı olma ayrıcalığına da kavuştu...”
Sonrası mavra:
Kendisi başı açık gezen ve televizyona öyle çıkan hesapça ilk kadın olmuş.
Demek ki Müslümanlar’ın takıyyesi, Türkiye’ye özgü(n) değil yanızca.
İnsana en çok benzeyen robot / android değil ama, çünkü hiçbiri bir insanı insan olduğunu ikna demez bunların. Yalnızca görünüşten söz ediyoruz:
Film efektçilerinin konuya girmesi gerekli bizce. Biçimlendirme eksik ve yanlış oluyor yüzlerde.
“Robotların kendinden haberdar olup olmadığı sorulan Sophia, "Peki, size şu soruyu sorayım, insan olduğunuzu nereden biliyorsunuz?" diyerek izleyenleri şaşırttı.”
Bu da şov olmuş.
Ancak, insanların kendilerine insan olup olmadıklarını, ahlaken, yaşadıkları açısından sormasında yarar bizce. Onlarca yıllardır insana benzer göremedik biz İstanbul’da örneğin. Bunlar hayvan bile değiller…

(27 Ekim 2017)

Cuma, Ekim 27, 2017

Ülkelerin Dolar Milyarderi Sıralaması

Sıralama şöyleymiş:
“1. ABD - 563
2. Çin - 318
3. Almanya - 117
4. Hindistan - 100
5. Rusya - 96
6. Hong Kong - 69
7. İngiltere - 55
8. İtalya - 42
9. Fransa - 39
10. İsviçre - 35
11. Japonya - 33
12. Türkiye - 29
13. İspanya - 25
14. Singapur – 21”
Nüfusa bakarsan, Singapur ve Hong Kong açık ara önde.
En kısa sürede dolar milyarderi çıkarma rekoru ise, Rusya ve Çin’de.
3. Dünya içinse, biz birinciyiz.
Türkiye, dünyadaki toplam dolar milyarderi sayısının % 1,4'üne sahipmiş. Toplam 2.100 kişi eder. Global içindeki nüfus oranımız da, aşağı yukarı o kadar.
Bu açıdan bakınca, Pakistan, Endonezya ve Bangladeş de listede olabilirdi ama yok.
Brezilya ise, hem ekonomik olarak, hem nüfus olarak Dünya’da üst sıralarda ama 14 ülkelik listeye girememiş.
Bu durumda Türkiye, 1.-3. Dünya arasında özel bir yere sahip oluyor.

(27 Ekim 2017)

Günce: İzlenimler

27.10.17, 11:45.
İzlenimler
06:45-09:45 arasında, Göztepe bitpazarına gidip geldim.
Giderken hava yeni aydınlanıyordu. Dönerken serinlik ve güneş vardı.
Bukowski’nin ‘Sıradan Delilik Öyküleri’ni buldum. Yolda ve evde okudum.
Yine aynı şeyleri hissettim.
Bu kadar insan olmaktan söz edilirken, ortalıkta insan olmak falan yok.
En sıradan biçimiyle olanı kastediyorum:
Yemeyi, içmeyi, gülümsemeyi, güneşin tadını çıkarmayı.
Tamam, çoğu ölücül birer mesaiye gidiyordu ama aralarında özgür gençler de vardı. Kitap okuyorlardı ama gülümsemiyorlardı veya yaşamdan keyif alır bir halleri de yoktu.
Ne bekliyorlar ki?
Tek İstanbul bu. Tek yaşam bu. Eh, pek de kötü şeyler düşmemiş paylarına. Cep telefonuna bakarak o yaşamın keyfi sürülmez ki.
Bukowski, bu konuyu alıp biraz ilerleseymiş ve reni işleseymiş, ilk Yanki realist sosyalist yazar olurmuş, diye düşünmüşümdür hep.
En tuhafı da, bu embesil yaşam formunun tüm Dünya’ya ihraç edilmesi ve diğer ırklardan ve kültürlerden insanların bunu yana yakıla üstlenmesi:
Seks bile yok amk. Gençler için bile.
Dün, Ekşi’de bebekleri yeni doğmuş birinin yakınmalarını okudum. Ne umuyorlardı kı? Kimse onlara altın kaplı bir şeyler vaad etmedi ki…
Yine de öykü, benim alanım değil, toplumbilim öyle ama, birden sonrası istatistik öyle ama. Bu anlamıyla güzelyazın, benim alanım olmadı hiç.
Bu izlenimlerimi imlemek istedim.

Nokta.

Avrupa ve Amerika Özüne Geri Dönüyor: Katliam

Gazeteci Robert Fisk şöyle yazmış:
“Avrupalı liderler tarafından birkaç günde çok derin bir önem taşıyan, benzeri görülmemiş ve tehlikeli bir karar alındı. Olması gerektiği kadar açık bir biçimde duyurulmadı – çünkü liderlerimiz, eğer bir şey yanlış giderse kendilerini korumak adına laf kalabalığı ve yalanlardan oluşan bir koruma duvarı örmekte her zaman dikkatli davranır. Fakat IŞİD üyesi yabancı savaşçıların görüldükleri yerde öldürülmesini istedikleri ayan beyan ortada.”
Konu, yabancı basına yansımış:
Bizimkiler de alıntı yapmış:
ABD’ye bakalım:
“ABD’nin IŞİD karşıtı koalisyondaki temsilcisi Brett McGurk de şunlar söylüyor: “Misyonumuz, burada olan, herhangi bir yabancı ülkeden IŞİD’e katılan ve Suriye’ye gelen her bir yabancı savaşçının burada, Suriye’de öldürülmesi yönünde. Yani eğer Rakka’daysalar, Rakka’da ölecekler.””
Fransa da aynı yönde açıklama yapmış.
Almanya biraz farklı davranmış:
“Almanlar ise gerektiği durumlarda bütün Alman vatandaşlarının konsolosluklarla görüştürüleceğini açıkladı – onlar tabii ki, belli sebeplerden ötürü SS kokusundan kaçınmak istiyor.”
Büyük G-7 ülkelerinden biner üye demek, toplamda 5-10 bin üye demek. Hepsini ölüm emri verilmiş demek.
O, onlar bu emri duşmadılar mı şimdiye dek?
5 bin tane silahlı, 5 yıldır savaşan, eğitimli, deneyimli, ölümüne savaşan insanlardan söz ediyoruz.
Demek ki nasıl ki 11 Eylül 2001 bunların işine geldiyse, bu IŞİD’cileri de bilerek intihar eylemlerine kıstırmak istiyorlar.
Bizim anladığımız bu.
Bu kararın, astarı yüzünden pahalı sonuçlar vereceği kanısındayız.
Devreye Carlos gibi beyinler girerse, öyle 10-200 kişiyle kurtulamaz G-7 ülkeleri bundan sonra…
5 yıl sonra bilmem kaç on bininci ölüden sonra da, o G-7 vatandaşları kazan kaldırırlar.
Bugüne kadar, bizim asıl kriterimiz olan Kissinger’dan, Mc Namara’dan ve Vietnam’dan beridir, bu admların bu kadar açıkseçik ortada olan salaklıklarının genel kitle tarafından neden görülmediğini anlamakta zorluk çekiyorduk.
Anlaşılan, bundan sonra çekmeyeceğiz:
Daha büyük salaklıklar peşine düştü hepsi de çünkü…
Trump’ın böyle olacağı belliydi:
ABD’yi bitireceği…
Bu yeni hempalar, bitmiş olan ABD’yi ve AB’yi itin bilmem neresinde sokmak arzusundalar artık…
Böyle stratejistin olunca, düşmana hiç gerek yok…
Çıkış soru imi:
“Af Örgütü? İnsan Hakları İzleme Örgütü? Henüz onlardan ses çıkmadı mı? Neler oluyor?”
TC’yi izlemeyi bırakın artık YMCA’ler, sizinkiler yeniden ‘Heil Hitler’ oldu… Sıkıysa, ‘abwehr’e kafa tutun da göreyim, mabadınıza kaçsın… Hapiste kendinizi asarsınız artık…

(26 Ekim 2017)

Gaiman’ın Yazarlığı

Türkler’den konuyla ilgili bir alıntı:
“amerikan gods ve aynı evrene yakın, ancak dil olarak, daha çok ilk gaiman işlerine yakın olan, anansi boys harika kitaplardır. sandman (nadiren sarkan ara bölümleri hariç) ayrı bir öykü okuma deneyimidir. ancak bazı kısa öyküleri ve dişil enerji yayacağım diye, cinsiyetsiz ucubelere dönüşen şehir fantezileri bayar. tabii son on yıldır, her iki yılda bir okuduğum american gods için bile iyi yazardır, denilebilir. intihara meyilli rus yazarları rüyasında görüp ıslanan bir arkadaşım, american gods için "karakterler gelişmemiş, tam amerikan romanı," demişti. değildir. okunabilir post modern batı yazınında kim vardır merak edenler için süper eserdir. o arkadaş öldü bu arada. biri meyve bıçağıyla on dört yerinden bıçaklamış.”
Gaiman’ı, eski Bukowski ve Beat kuşağı yazarları arasında koymak bu.
Bir de unutun artık post-moderni:
O, siz henüz doğmadan, 1989’da bitti ergenler.
Gaiman, post-modern yazar değil yani, Bukowski ve Beatnik de öyle.
Gaiman, Yanki / ABD’li değil bu arada, has İngiliz. Yazın tarzı da öyle.
Rahmetlinin ‘karakterler gelişmemiş’ saptamasında çook açık var:
Tüm Dostoyevski karakterleri gelişmemiştir.
Gaiman, karakter yaratmaya çabalamıyor, lirizm / şiir akışı yaratmaya çabalıyor. Bir duyguküre bir ruhhali atmosferi yaratmaya çabalıyor. Bu açıdan bakınca, tam bir anti-zaman-mekan yaratıcısı olmakta.
İşte, yine en zayıf noktası da, tam da bu olmakta:
En başlarda veya bazı zirve eserlerinde vardığı düzeye, genelde yaklaşamıyor bile. 2 / 20 de yüksek bir başarı oranı değil bizce. Zaten eğer bir yazar derlemeye girmişse, artık pek yazamıyor demektir.
Bir de internetten öğrendik ki Duran Duran biyografisin bastırtmıyormuş. Bu salaklığın daniskası: Sen onu üstlenmezsin ama 1 kere yayınlamışsın ve okur üstlenmiş.
A evet, okur Gaiman’ı kesinkes yanlıxş anlayarak okuyor. Soğuk Savaş okurları da, bilimkurguyu öyle okumuşlardı zaten. Yani, okur da binde bir verimde ancak.
Gaiman’ı estetiko-politik olarak okumak, tarihin nereye gittiğini imliyor bize ve bu bilimkurgu için de 1950’lerde geçerliydi.
Gaiman, göründüğü kadarıyla sağlıklı biri. Daha uzun süre yaşayabilir ve zihinsel metamorfoz geçirebulur. Uzun yaşayan Le Guin bunu yapmadı, yapamadı veya denemedi.
Eğer Gaiman metamorfoz geçirirse, diyelim Kojima gibi biriyle, ilginç çapraz medya ürünlerine imza atabilir bizce.
Ayrıca Gaiman, ‘Ghost in the Shell 3’ün senarşosunun yazabilecek biri bizce.
Yani, yakın gelecek için:
Bu türden, başka yazarların ana akım başyapıtların öykülerini sürdürdüğü ve aşırı-yeniden yorumladığı ürünler gerekli.
Bu, beyinlerin tükendiği demek değil, beyin harmanlaması demek ki zaten bir grafik-romanı 10 kişi ortak çiziyor.
Diğer bir deyişle:
Tarihin geniş açılı akışının dalgalanmalarını, ancak bir joint-venture sanatsal-çalışma yakalayabilir bizce.
Nokta. Es.

(26 Ekim 2017)

Gaiman’ın Neverwhere’inin Türkçe’si

Ekşi’den şöyle bir alıntı:
“neverwhere adlı romanı türkçeye yokyer diye çevrilmiş ise, çok aşırı derecede yanlış çevrilmiş demektir.
basic english olaraktan: never’ın karşılığı asladır. (zaman bazlı bir ifade)
yokyeri ingilizceye çevir deseler, nowhere derim. hiç bir yere gayet yakın yani.
ben olsam, en kötüsünden asladiyar falan gibi çevirirdim ama okumadığımdan ötürü, içeriğe ne kadar uyar bu, bilemem.”
Önerim, ‘Hiçora’ olmakta.
Never: Hiç, asla. Yok değil ama. Yok, zamanı sıfatlamaz / zarflamaz.
Where: Yer, ora, diyar. Zorlarsan ülke.
6-8 olasılık var. 1’ini yeğledim.
Bu arada bu konu, tam çeviri dersi kuiz sorusu olacak durumda. Yanıttan çok açıklama, puan aldırır veya yitirtir.

(26 Ekim 2017)

Türkiye Borcunu Ödemezse Ne olur?

Ekşi’nin ezeli-ebedi ergenlerinden birinin sorusu bu.
En baştan en ağır yanıtı verelim, alıntıyla:
“mesela, senin şimdi 3000 lira aylık gelirin var.
her sene gidip, iphone'un son modelini 48 taksitle alıyosun.
ihtiyaç kredisi çekip, son model bi araba çekiyosun altına.
ev olmadan olmaz, 120 ay vadeli konut kredisi çekip, bi de ev alıyosun güzelinden içini de bi güzel döşüyosun.
sonra bi bakıyosun, aylık maaşın komple kredilere taksitlere gidiyo, ee bu evin mutfağı var, karnının doyması lazım, bu sefer kredi kartına abanıyosun, kartın limiti her ay yukarı zorlanıyor.
sonra doğal olarak, 3000 lira maaşın komple borçlara gitmeye başlıyor ama yine de kapatamıyorsun, bi yerden sonra faiz binmeye başlıyor.
bu sefer her ay faiz ödemeye başlıyosun, maaşın komple faize gidiyor.
Sonra, sen çok bunalıyorsun, ehhh, sikerim yapacağınız işi, ödemiyorum amına koyum, diyosun.
tam bu noktada, icra memurları devreye girerek, götündeki don da dahil olmak üzere, her şeyine el koyuyorlar.

sonuç olarak, belki çocuklarının bile -seve seve- ödemek zorunda kalacakları bir borç kalıyor geride.
bre cahil sürüsü, bre çomar sürüsü, size yıllarca anlatmadık mı? üretmeden borç alarak bu iş yürümez, sadece beton dikerek yol dikerek bu iş olmaz, yapmayın etmeyin demedik mi uyarmadık mı?
sen bize çapulcu demedin mi, vatan haini demedin mi? bizi dinlemedin, bu işin uzmanı insanları sallamadın, her şeyi sen biliyordun.
şimdi sonuç olarak geldiğin nokta, türkiye dış borcunu ödemese ne olur he mi?
yine dinlemeyeceksin ama ben söyliyim, sadece senin değil, çocuğun ve belki de torunun, o borcu "seve seve" faiziyle birlikte ödemek zorunda kalır. ne güzel dünya lan? yerken her şey güzel, ödemeye gelince, ödemiycem. hadi lan ordan...”
34 yıllık öykünün özeti budur, 3 kuşağı içerir.
100 bin liralık eve 3000 bin lira borçlanıldı, 1 milyon adetten çok. 200 dolarlık telefona, marka diye, 999 dolar borçlanıldı, 100 milyon adetten çok. Son model arabaya 40 bin dolar borçlanıldı,1 milyon adetten çok. Şu an 3 milyon kişi icrada.
Den den de den den…
Ancak, Türkiye’nin özel ve tüzel tüm borçlarının listesi yapılamaz durumda, ancak kabaca izleyebiliyoruz:
Kabaca liste, Ekim 2017, milyar dolar:
Yatırım borcu: 462
Kişi borç:        137
Özel:               413
Devlet:            066
Borsa:              154
Reel:                137
Banka:             132     
Kabaca: 1,5 trilyon dolar. (Bunlar anapara, öncekilerin faizleri hesaba dahil değil.)
2 trilyonluk KİT’ler gitti.
2 trilyonluk israf mal (ithal araba, lüks cep telefonu, vd) gitti.
Yani:
Eksiğiyle fazlasıyla, ölenler dahhil, 34 yılda 100 milyon kişi, 5,5 trilyonu çöpe attı. Adam başı 55 bin dolar eder.
Ödememek veya ödememek mi?
Osmanlı’ya bakalım:
1940-1950 arasında İnönü TC’si, 2. Dünya Savaşı’ndaki Ab ülkelerine, varolan borcunun üçte birini ödeyerek borcunu bitirdi. Bu da, DP’nin yolunu açtı. Çünkü İnönü, o borcu ödemek için, (1938-1950) 12 yılda 0 ekonomik büşüme yarattı. Sonra Menderes-DP geldi, asıl ilk TC borçları yapıldı. Menderes, 0. Liberalizm idi. Özal 1., Çiller 2., Erdoğan 3. Oldu.
Biraz tarih dersi alalım yani.
Tabii ki TC, son kalan bölümün üçte birini ödedi. 1860-1940 arasında hepsini ödedi ama. O borçların tümü, Osmanlı’nın batmasına gitti. Şimdi de, 5,5 trilyon 1. Cumhuriyet’in batmasına gitti.
Biz de bu döt, bu domalma, bu ‘semer vur’ tipi eşeklik oldukça, daha çok mikiliriz.
Peki, TC hiç öde(ye)mezlik yaptı mı?
Yaptı.
Demirel zamamında 70 sente muhtaç kaldık.
1970’lerde birkaç kış kaloriferler yanmadı.
2001 krizinde memur maaşları, Japonya’nın 1999 Depremi yardımlarıyla ödendi.
Vd, vb, vs…
Yani yine yeniden:
Emekli maaşları ödenmeyecek, ilaç masrafları ödenmiyor zaten.
1880’de bu ülkede ekmeksizlikten insanlar öldü, ekmek 1 yerine, 17 lira oldu (oransal olarak). 1915’te Erzurum’a bebek cesetleri kasapta et diye satıldı.
Gerçeğin kutbuna hoşgeldiniz. Kıçınız donar inşallah. Birbirinizi yersiniz inşallah.
Taktığımın Ekşi ergenleri…

(26 Ekim 2017)

Çarşamba, Ekim 25, 2017

NEK: X, Y ve İ

Birinci Adım:
Analitik geometride, kartezyen düzlemdeki graiklemede, X ve Y birbirinden karşılıklı bağımsızdır.
Kompleks sayılar grafiklemesinde ise, eksi İ kare eşittir 1 olduğu için, X ve Y, birbirine karşılıklı bağımlıdır.
Kompleks sayılar denklemlemeleri, gerçek yaşamda kendisine karşılık buluyorsa, oradaki parametreler de / boyutlar da, birbirine karşılıklı bağımlıdır, demektir.
Bunu böyle ifade eden matematik kitabı görmedim henüz ama bu böyle.
İkinci Adım:
Eksi İ kare eşittir 1, yerine, başka ilintilemeler de kurulabilir, reel ve sanal sayılar arasında.
Sorun, tıpkı eksi İ kare eşittir 1, gibi, gerçek yaşama izdüşen başka denklemlemeler kurabilmekte.
Ek:
İ kare eşittir eksi 1, onun da karesi eşittir 1 ve bu, kuadrofonik bir döngüde kurulu ise:
1’in dördüncü kökü İ ve İ’nin dördüncü kökü de 1 olmakta.
Ya da bu, tersinmez bir döngü olarak tanımlı olmakta.

(25 Ekim 2017)

Bukowski ve Çizgiroman

Duval, Bukowski’nin çizgiroman kahramanı olarak çizildiğini yazmış. Ancak bunlar, daha çok bant karikatür gibi.
Beat yazarların ise, buna uygun olmadığını söylemiş ve çok yanılmış.
Adı anılan birinci çizer R. Crumb, Bukuwski’nin 2 kitabını çizmiş, kendisi karikatürist zaten.
Şerh 1: Heavy Metal, karikatür ile çizgiroman arasındaki farkı azalttı, çünkü karikatüristlerin çizdiği çizgiromanları yayınladı. Bu da, 30 yıl sonra, Türkler’in onları taklidine yol açtı. Büyük hata silsilesi. 1 deli kuyuya taş atmış, 40 akıllı çıkaramamış.
Şerh 2: Crumb’ın çizgi tarzı, ‘American Splendor’ çizerine (Pekar) benziyor.
İkinci çizer, Schultheiss. Onun çizgisi de, bu ikisine benziyor. Alman imiş. O da, karikatürist çizgiromancı.
Tüm bu derlemelere bakarsak:
Hemingway ve tüm Beat yazarları, bu türden çizgiye yatkın metinler yazmış, yani pekala çizilebilirlermiş (sonradan tüm klasik-klasikler (Balzac gibi) ve tüm modern-klasikler (Kafka gibi) çizildi zaten). Aslında, 2 farklı çizerin aynı metni aynı kitapta çizmişliği, güzel örnek olurdu. (Bu, Conan’da vardı ve çizim farkı, aynı metni semantik olarak çook değiştiriyordu.)
Adını andığımız tüm örnekler, gündelik yaşamın sanatı demek.
Eh bu da, naturalizm demek.
Düz yaşamın düz anlatısı ya da.
Ben bunu Kuburkent İstanbul ile görsel, Gündelik Yaşamın Kültürolojisi ile yazısal olarak yaptım. Üstelik, sade olsun diye, naturalizmi bile budadım, çünkü yaşamın düzlüğü de öyle budanmıştı benim anlattığım koşullarda.

(24 Ekim 2017)