Cuma, Mayıs 31, 2013

Sivrisinema’nın Yeni Momenti İçin

Bu metin, Aralık 2012’de yazılmış ve yayınlanmış, ‘Türkiye’de İnternette Sinema Eleştirisi’ metnin ardılı sayılabilir.


Sivrisinema, bir metnin ilkin kendi sitesinde yayınlanmasını arzuladığı, yılda 50’nin üzerinde sinema eleştirisi metni yazdığım, isteyeninin istediği metni istediği yerde okuyabileceğini düşündüğüm ve kimi sabırsızlığım da tuttuğu için, bu metin başka sitelerde yayınlanmış oldu. Yoksa prensibim, sinema metninin sinema sitesinde yayınıdır.

Yani, bir eleştiri: Sivrisinema yavaş idi. (Bu konuya geri döneceğiz ama başka bir yoldan.)

O metnin yayınlandığı Aralık 2012’de Sinema Blogları Birliği ve internet sayfası vardı. Şimdi yok. Çünkü, kişisel olarak tanıdığım Ege Görgün, ergenlerin yorucu işbirliksizlikleri nedeniyle, sitenin adının hakkını yenilemedi.

Bir eleştiri daha: SİYAD’a rakip olarak çıkıp böyle yolda kalmak pek nahoş bir şey. Bunu zamanında Sinemasinemadir de yaptı. Yani, sol, sağ, orta fark noke.

Gelelim Sivrisinema’nın yeni momentine:

Bunun neden yapıldığını anlamakta zorlanmaktayım. Anladığım tek şey, sitenin reklam gelirini arttırmak arzusu.

Ticari filmleri eleştirmek başka, vizyonu izlemek başka.

Sinema eleştirisinn gidişatını, ne vizyon filmleri, ne de İstanbul Film Festivali (artı İf Festivali) programı da belirlemedi. Kimse, kendisine dayatılan tüketim programına uymak zorunda değil. Bunu, buradaki yazarların da, editörlerin de bir düşünmesini öneririm.

Bu ilk asıl eleştiri.

Sonra, ne değişecek acaba?

Yazarlar daha çok mu yazacak?

Site daha çok okundu diyelim, kimlerin yeni okur olacağı, internet arşatırmalarından belli. Bunların gelmesini gerçekten arzu mu ediyorlar editörler?

Eleştiri açısından şöyle bir üçlü sıralama yapalım:

Bir: 25. Kare.

İki: Sivrisinema’nın eski hali.

Üç: Sivrisinema’nın müstakbel hali.

Yaklaşık 13 yıldır blog yazarıyım (ki o zaman öyle denmiyordu), eğer herhangi bir konuda internette özgür bir eleştiri gördüysem, hep bloglarda gördüm.

Profesyonel siteler, reklam vermeme, (Alexa’nın yaptığı gibi) az tıklattırma gibi, güya onların olan avantajlarıyla, sitelere baskı yapıyorlar. Dorsay’ın kendi itiraf ettiği üzere, eleştirmen seyirci arttırıcı biri olsun istiyorlar. Olabilir, ne de olsa, işin içinde trilyon dolar var.

Peki, biz bu işi para için mi yapmaktayız?

Peki, bir noktadan sonra, bilmem kaç yıl dayanıp düz yola çıkarken, şakkadanak eleştirdikleri pozisyona geçmek, biraz sakil olmayacak mı?

Sivrisinema, daha blog iken, bir yazımı yayından kaldırdı. Bundan sonra ne olacak?

Kendi tavrımı açıklayayım:

Siteye metin göndermeye devam edeceğim. Ancak, site hakkındaki sempatimi rafa kaldırdım. Artık nötrüm.

Sevan Nişanyan’ın kitabına yazdığım ve yayınladığım eleştiriden kendisini haberdar ettim. Bana ‘juvenile’ dedi. İyi mi?

Evet arkadaşlar, gerontokrat mıyız, genç / juvenile savaşçılar mı?

Seçim sizin...

Bendeniz ateist topal karınca eleştirmen hac yolunda.

Herkese kolay gelsin. Hoca, kızını testiyi kırmadan döver...

Dipnot: Bir sonraki eleştiri metnim, fragman üzerine. Ondan sonrasına bakarız.


Türkiye ve Borsa

Neo-globalist neo-liberalizmin kalesi borsa, Türkiye’de nerede imiş bir bakalım:

“Yerli bireysel yatırımcı sayısı 10 bin gerilemeyle bir milyon 75 bine indi.

Ancak bunlar arasında 1 lirası veya ihmal edilecek tutarda varlığı olan çok kişi bulunuyor. 10 bin liranın altında kalan bu tür hesap ve yatırımcı sayısı tam 860 bin ile en büyük grubu oluşturuyor. Bu 860 bin kişinin toplam varlığı ise 950 milyon lira. Bu rakamı da 860.295'e bölersek kişi başına ortalama 1.104 lira düşer. Bin lirayla kaç hisse senedi alınır ki? İhmal edilebilir bir büyüklük. 860 bin kişi bir araya gelse, orta büyüklükte bir halka arzı karşılarlar, o kadar.

Portföy büyüklüğü 10 bin lira ve üstünde olan yatırımcı sayısı ise sadece 215 bin kadar. Anlamlı sayılabilecek, arada bir de olsa işlem yapanlar ve işlem hacmine katkıda bulunanlar ancak bu kadar. Kısaca sermaye umulan bir piyasa aslında yerli sermaye fakiri. Piyasanın yerli gücü bu kadar.”


30 yıla yakın bir süre ve bu kadarcık bir sonuç.

Olağandır, keriz silkeleme ile kimbilik kaç kez kaç kişinin canını yaktılar hep. En gülüncü de, borsanın durumunu kötüleştirme olasılığı olan bir haber yapmak bile suç şu anda ama siteyen istediği operasyonu yapabiliyor. Tam, tavşana kaç, tazıya tut, durumu.

Bu da olağandır, çünkü halkımız kumarseverdir ve borsaya da bir kumar zihniyeti ile yaklaştı: ‘Ya tutturursam?’ hesabınca... Onlarca kişinin on bin dolar veya altı (yani küçük yatırımcı) ölçeğinde kaybını doğrudan izledim. Ancak, bunun sonuçları çığ etkisi ile oldu: KOBİ hesabınca, her 10.000 dolar kayıp, 1 kişinin işsizliği demektir sonuçta. Olağanda bu yatırım 100.000 dolardır ama KOBİ’ler holdinglerimizin onlarca katı kişiyi küçük yatırımlarla istihdam ederler.

Borsanın köpüğü kezlerce alındı ama borsanın yalnızca bir köpükten ibaret olduğu gerçeği de var. Borsa kazanıyorsa, şirketler tüm mal varlıkları satıldığında edeceklerinin 10 katına dek değer kazanırlar ve bu onların üretimine sıfır etki eder. Oyun burada. Borsa, sayayiyi büyütüyor falan değil. Bankalar da öyle. Tüketim de üretimi arttırmıyor, ithalatı arttırıyor. Bakınız son 30 yıllık veriler.

Sanayimiz çakma, borsamız çakma...

Eh, tabii ki total ekonomimiz de çakma o zaman...


Optimum Negatif-Sembiyöz

Sembiyöz, doğada ortakyaşamdır. 2 farklı canlı türü, biri diğerine bağımlı olarak, biri diğerinin ürettiklerini tüketerek, birlikte yaşar.

Negatif sembiyöz,  taraflardan en az birinin zarar gördüğü ama yine de ortakyaşamın kaçınılmaz gibi bir biçimde sürdürüldüğü durumdur. Asalaklar böyle durumlar yaratır. Matematik açıdan bu eksi toplamlı bir oyundur.

Optimum durum, en kötü veya en iyi durum değildir. Değişkenlerin denklemlenmesi ile bir karışım yakalama durumudur. Nicelikten çok nitelik gibidir.

Gelelim topluma:

Toplumsal yaşam eksi toplamlı bir oyun (herkes bir topluluk içerisinde tek başına olduğundan daha aptalca davranır) ve negatif bir sembiyöz olarak görülebilir. (Böyle görmeyenler ve tersini savunanlar da var. Tarih, henüz tam limite varmadığı için, her 2 görüş de kendine taraftar bulabiliyor.)

Kitle ve iktidar arasında vuku bulan toplumsal yaşam, biraz da yapışık ikizlerinki gibidir. Kimin organı kimindir, kimin yararı kimin zararınadır, pek belli değildir.

Model açısındansa ikisi birbirine ters yönde 2 doğru ve tez-antitez gibi de tasarlanabilir ki proleterya-burjuva ikilisi böyle tasarlanmıştır.

Entellektüelin konunumu (statüsü) bu ikisine de dik olan bir vektördür. Dolayısıyla; hem ikisinin birbirine karşıtlığını (yani düşünce üretmezliğini tanımlar ve entellektüel bir tanımla düşünce üretğen kişidir), hem de kendi konumunun sonsuz noktalanabilirliğini / haritalanabilirliğini burada görebiliriz. Ayrıca entellektüel, biraz açı oynamasayla da (her ikisine dik değil de, biraz daha çok veya az açıda) konum kazanabilir, çünkü hiçbir tez-antitez ikilisi bu denli açıkseçik bir karşıtlık tanımaz yaşamın içinde.

Dolayısıyla, bu üçünün triyalektiği ‘optimum negatif-sembiyöz’lerden biri olarak tasarlanabilir ve bu tutarlı olduğu denli, geçerli de bir tasarımdır.


Perşembe, Mayıs 30, 2013

Ucuz Kan Var

Hatta bedava...

Genelde Ortadoğu sorunları konusunda yazan Hüsnü Mahalli Akşam’da şöyle yazmış:

Allah aşkına yapmayın

...

PKK ile barışı göklere çıkaran medyanın kıymetli yandaşlarının, Şii- Sünni kırımına provokatif destek vermesi ise anlaşılır değil... Duygusal olmaya gerek yok... Dar kişisel ve ideolojik hesaplar peşinde koşmanın ise anlamı yok. Çünkü böylesi iğrenç bir savaşta, İsrail ve onu Şiilerle Sünniler’in ilk kıblesi Kudüs’e yerleştiren Batılı emperyalist ülkelerin dışında kimse kârlı çıkmaz, çıkamaz... Şii ve Sünni Müslüman kanı bu kadar ucuz olmamalı. Tarih bu kanla yazıldığında öbür dünyada vebali çok ama çok ağır olur. 8 yıl süren ve bir milyon Şii ile Sünni’nin ‘şehit’ düştüğü savaşı ne çabuk unuttuk. Bu coğrafyanın insanları, bizler bu kadar mı aptalız?”


Valla, ancak bu kadar açıkseçik ifade edilebilirdi durum. Ancak, yazarın eksik kaldığı durum, durumun böyle olmasının olağan ve mantıklı oluşudur.

Ortada bir kandırmacalar dizisi olduğu kesin:

Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Sünni’si, Şii’si, Alevi’si, herkes herkes birşeyler ‘gapan da gaçan’ olacağına inanıyor. Çünkü hala talan ve yağma altkültürüne aitler.

Oysa, gerçek ne?

Araplar 1. Dünya Savaşı’nda Türkler’e ihanet etmişler. Bugün Hristiyanlar’ın sömürgesi olmuşlar.

Kürtler 2. Dünya Savaşı’nda İran’da devlet kurmaya kalkmış. Ölümlerle ödemişler.

Şiiler ve Sünniler 8 yıl süren İran-Irak Savaşı’nda 1 milyon ölü vermişler.

1., 2. ve (şimdiki) İç Irak Savaşı’nda on binlerce ölü ve göçmen var.

İlah...

Şmdi de Suriye sorunu var.

Halklar hiç öğrenmiyor, tarihten hiç ders almıyor.

Ders alan yok.

Onun yerine, ucuz kan var.


Çarşamba, Mayıs 29, 2013

AB: Savaşmak veya Savaşmamak, Bütün Mesele Burada

AB, bir barış anafikri çevresinde kuruldu.

Çünkü, AB ülkelerinin bazılarının 500 yılda 125 savaş yapmışlığı gibi, dünya rekoru olmasa da (Osmanlı = 620 yıl = 295 savaş), tahrip edici bir süreçler dizisi tarihte mevcuttu. 2. Dünya Savaşı ertesinde artık yorulmuş ve ringe havlu atmışlardı.

Ancak, bazı barışların bazı savaşlardan daha tahripkar olduğu gerçeği gözönüne alınmadı.

Koloniyalizm ve sanayileşme dönemlerini tamamlayan AB ülkeleri, 2. Dünya Savaşı ertesinde, dünya jandarmalığını ABD’ye kaptırmıştı. Üstüne epeyi de borçlanmıştı.

Bu durumda, İngiltere Falkland’da, Fransa Mali’de küçük küçük eyleşti. Savaştı, pek denemez. AB ülkeleri, yaklaşık son 70 yıldır büyük savaş yaşamadı.

En son yavaş yavaş bu durumdan rahatsızlık verici bulmaya başladılar, ne de olsa alışmış kudurmuştan beterdir. Böylelikle, Suriye’de alınan ambargo kararı kaldırıldı:

“Brüksel'de bir araya gelen Avrupa Birliği dışişleri bakanları, Suriye muhalefetine silah sağlanması için bu ülkeye uygulanan ambargoyu kaldırma konusunda uzlaşma sağladı.”


Ancak bu, daha çok İngiltere ve Fransa’nın isteğiyle oldu daha çok. Küçük ülkeler hala itirazda:

“Avusturya Dışişleri Bakanı Michael Spindelegger, ‘Biz bir barış hareketiyiz, savaş hareketi değil’ dedi.”

Tabii ki gerçek şu:

Savaşı çıkaranlar, temelde İngiltere, Fransa ve Almanya. Küçük ülkelere savaşta daha çok işgal edilmek kalmakta. Dolayısıyla küçük ülkelerin savaştan çıkar hesabı yok. Büyük ülkelerse, hegemonyayı ABD’ye kaptırmanın telaşında. Aslına bakılırsa, ‘kurtar bizi baba ABD = NATO’dan sonra, son 20 küsur yıldır ancak kendilerine gelmedeler.

Gelelim bu metnin anafikrine:

Sonuçta ABD, Suriye’de silahlı müdahale düşüncesine karşı. Ancak, AB’nin son kararının getireceği edimler bunu bozabilir. Yani, bu konuda ABD ve AB çatışabilir.

Hoş, er veya geç çatışacaklar. Tabii ki bunu doğrudan değil, dolaylı olarak yapacaklar. Yani, bugün Suriye’de olmasa bile, yakın gelcekte ABD ve AB, herhangi bir ülkedeki iç savaşta karşı taraflara silah sağlayacak ve bu ticaretten farklı bir nedenle olacak.

Ancak, temel soru hala geçerli:

Savaşmak mı, savaşmamak mı?

Tüm mesele burada...


Pazartesi, Mayıs 27, 2013

Flashforward: Kurmaca ve Gerçek




Aynı adı taşıyan bir roman ve bu romandan hareketle çekilmiş ve ‘rating’ alamadığı için yarım bırakılmış bir dizi var.

Bu dizi, ‘Lost’un bolca kullandığı sinema tekniği olan ‘flashforward’ı ana tema seçmişti.

Konu şuydu: İnsanlar belli bir anda, belli bir süre bilinçlerini yitirip, aynı sürede kesin bir gelecek dilimini seyrediyorlardı.

Fiziksel zaman tanımı açısından bu mümkün değil ama sonuçta bu bir bilimkurgu kurmacası.

Hem romanda, hem de senaryoda ilginç olan konu seçimi, insanların bu yaşananlara tepkisiydi.

Ölüm konusuna yaptıkları gibi, önce kesin inkar, sonunda kesin tesllimiyet tepkisi gösteriyorladı.

Romanda ilginç bir ayrıntı vardı:

Bir kişi, 20 küsur yıl sonra da aynı durumda olacağını görüp intihar ediyordu.

Doğal olarak insanlar, onyıllar boyunca aynı yaşamları sürdürürler. Burada ise sözkonusu kişi, yaşamının değişmesini istediği ve değişmeyeceğini gördüğü için intihar eder.

Espri şudur ki intihar ettiği an, o gelecek öngörüsü ortadan kalkar.

Senayoda ise bir kişi, bir kişinin ölümüne neden olacağı için intihar edip geleceği değiştirir.

Gelecekbilim ve geçmişbilim açısından bakıldığında zaman yoktur, çünkü şimdibilim yoktur. Fütüroloji ve tarih birbiriyle arakesitsiz görünüp, birbirine sımsıkı bağlı olan 2 disiplindir. Her geçen gün, dün olur ve gelecekbilimin konusundan geçmişbilimin konusu olmaya kayar, sürekli olarak böyledir.

Dönelim insanlara:

Hem romanda, hem senaryoda, gelecekte o anda birlikte olduğu kişiden başkasıyla birlikte olanların hepsinin hoşnutsuzluk ve biraz da utanç duyması konusu var.

Aldatmanın % 30-30 / kadın-erkek ve toplamda belki de % 50 oranda gibi olduğu bir toplumda böyle bir kurmaca öykü, ancak ahlak yüceltmesi olabilir.

Kendim geleceğimi görseydim, nasıl bir tepki gösterirdim, diye düşündüm. Sanırım göreceğim ne olursa olsun, beni etkilemezdi. Çünkü geçmişte epeyi zaman diliminde yakın gelecekte öleceğimi öngördüm ve bu hiç olmadı ama ölmüşten beter oldum.

Zaten konunun hassas noktası burası:

İnsanlar gelecekte ne olacaklarını bilselerdi, hangi tepkileri gösterirlerdi?

Şimdi, şu anda yazar olmak isteyip, 20 yıl sonra olamayacağını kesin bilen birinin intihar etmesi ve oradaki yaşıyor kalma öngörüyü geçersizleştirmesi durumunu, ölmeden düşünse, ne yapardı acaba? Sonuçta, gelecek değiştirilebilir olmakta.

Öldürüleceğini öğrenen biri, katilini arar ve cinayete engel olmaya çabalar. Şu soruyu sormaz: Acaba öldürülecek ne yapmış olabilirim?

Filmde dolaylı olarak bu sorunun yanıtı verilmiş olur: Gelecekte birinin ölümüne neden olacağıını öğrenen biri intihar eder ve ölür, dolayısıyla o ölüme neden olamayacak olur.

Bir de insanların karar verme ve seçme düzenekleri sorunu var: Filmde ve romanda da bu çok sakil olarak ele alınıyor.

Nasıl ki insanlar 20 yıl sonra aynı yaşamları sürdürüecekler ve bunun nedeni de, belli bir seçim yapmamış olmaları olacak ise, eğer bir tartışma konusu varsa, budur:

İnsanlar neden karar vermezler ve seçmezler?

Hem toplumun normlarını kabul edip, hem de istediği yaşamı sürememekten yakınmak ikiyüzlülüktür.


Pazar, Mayıs 26, 2013

Aslanlı Yol



En son söylenecek en başta söylensin:

Kitabın anafikri:

Eksi toplamlı bir oyun olan toplumsallıkta, optimal negatif sembiyöz, limitsel olarak en uygun olan durumdur. Yoksa, kitaba adını veren aslanlı yoldaki aslanlar bireyi yer, marjinal bireysiz toplum da bir hiçtir.

Anlamadınız değil mi? Anlamayın. Belki 50 yılda anlarsınız, belki hiç anlamadan ölür gidersiniz.

Gelelim başa:

Kitabın içeriği için:

Bu kadar dürüstlük için tebrikler. Yine de söylenmedik şeyler var. O da anlaşılıyor. Bir okur olarak, o kadar meraklı değiliz, söylemedikleri kendine kalsın.

Biçim için:

Kitabın fragmanları, otobiyografiden daha çok, köşe yazısı formatında yazılmış. Araya dolgu metinler konmuş. Sonuç, amorf bir poligon olmuş. Olsun. Bu da, yazınsal bir yöntem-biçim’dir. Burada işlemiş.

Nişanyan bir aksiyon insanı olarak yaşamış. Tümüyle kuramcı bir yaşam süren ve bu konuda dersini taa 18 yaşında iken ‘Martin Eden’i okuyarak almış biri olarak, yaşamöyküsü bana eğlenceli geldi. Doğrusu, orada anlatılanları yaşamış olmak istemezdim.

Böyle bir yaşam insanın beynini bitirir:

Nişanyan’ı bitirmiş de:

Dinsel hoşgörü bağlamında insanlarla kavga etmiş biri olarak, şu anda dine hakaretten yargılanıyor ve bilmem kaçıncı kez hapse girecek.

Nişanyan’ı bitiren 17 yıllık evliliği. O konuyla ilgili bölüm, hele bir de üstüne eski karısıyla yapılan söyleşi kendi tarafından eklenince, ortaya bir dekreşando senfonisi çıkmış oluyor. (Bu arada, o söyleşiyi yayınlama iznini nasıl aldı, epeyi merak ettim doğrusu.)

Nişanyan’ın bitirildiği /tüketildiği / sıfırlandığı genel toplumsal ortamı, evliliği bölümünden sonraki Şirince bölümü nefis açıklıyor: Bir taşra monografisi-biyografisi ancak bu kadar estetikçe yazılabilirdi. Alaturka-absürdizm ancak bu kadar açıkseçik anlatılabilirdi.

Her ne kadar, onun ‘küçük taşra bürokratı’ demesinin yerine, ‘taşra küçük bürokratı’ demenin daha makul olduğunu düşünecek denli, onun dilsel zayıflığını görsem de, Zaven Biberyan’dan sonra hiçbir TC vatandaşı Ermeni yazarın Türkçe’yi, böylesine Şensoy’vari kıvraklıkta kullandığını okumamıştım. Otobiyografinin devam edeceği belirtildiğine göre, bize de ‘bis bis’ demek kalıyor.

Dipnot: Yazdıklarından dolayı hakkında dava açılan biri olarak, aynı nedenle hakkında dava açılmış Nişanyan’ın işbu eleştirilere bir dava açıp açmayacağını da merak ediyorum.

Yangına benzin dökmüş olalım:

Le Carre’nin tuhaf bir casusluk prensibi vardır:

En azılı-usta casus bile, birden çok taraf / kültür / kimlik / kişilik değiştirdi mi yolunu yitirir, Nişanyan da yitirmiş. Bukowski’nin dediğince, bir kişi olmak bu kadar zorken, çok kişi olarak yaşamış olmak da birini bitirir, Nişanyan’ı da bitirmiş.

Bunun kanıtı, içeride birlikte yattığı derin devletçilerin, onun Çatlı’ya en çok benzeyen kişi olduğunu, ona övgü olarak söylemeleri.

Çok zombi gördüm. Çok ceset gördüm. Çok biyografi patolojisi (veya nekrografi) çalıştım. Kafka’dan Fassbinder’e tüm marjinallerin, hangi noktada beden ve/ya zihin ölümünden kurtulabileceğini, hep onların ölüme tam gaz giden yaşamlarından izledim. Nişanyan ölüme gitmiyor ama zombiliğe gidiyor ki belki zombi oldu bile...

Bence Nişanyan, artık Şensoy gibi, bir zamanlar nefret ettiği ihtiyarlardan biri oldu ve kendisine yapılmasından bir zamanlar nefret etmiş olduklarını, şimdi kendisi başkalarına yapıyor. Daha ağır saptama: Geri dönüş veya kurtarma operasyonu da olamaz artık.

Yine de bunlar anlaşılacak denli, kendi otobiyografinin bağırsaklarını deşmek, tebrike bir kez daha layık.

Kapanış epilogu:

Kuram hala eylemden üstün. Öyle olmasa daha makul ama öyle hala...

Artı:

Praksise, kuram-eylem birliğine belki yüzyıllar var hala...

Dipnot: Kitabın künyesi:

Aslanlı Yol, Sevan Nişanyan, Liberte Yayınları / Biyografi - Otobiyografi - Monografi Dizisi, 2. hamur, 1. basım, İstanbul 2012, 360 sayfa.



Perşembe, Mayıs 23, 2013

Mallar, Pazarlar, Fiyatlar


Söze, iyi bildiğimi sandığım, kitap metasının pazarda dolanımı ve fiyatlanması üzerinde gireyim:

Kitap metası, Mavi Bulut Yayıncılık’ın sahibi Fatih Erdoğan’ın 20 yıl kadar önce, ‘Mantıcıda Kitap Satmak’ yazısıyla ironik olarak anlattığı üzere, daha o zamanlar bile, pazarının kesin yerini kaybetmeye başlamıştı:

Kitapçılığı birkaç şey öldürdü:

İkinci el kitapçıların ders kitabına girmesi (bakınız biten Bayazıt Meydanı ve Akmar Pasajı), yeni kitapçıların kitap dışında, kaset, dvd gibi şeyler satmaya başlaması, yeni kitapların % 90’undan çoğunun yeni kitapçı raflarını görememesi, vd... E tabii, bir de mantıcıda, markette, orda burda kitap satılmaya başlaması...

Bu durum Dünya için de böyle:

Abebooks gibi, yalnızca kitap ve 150 milyon kitap satan siteler bile, Amazon veya Ebay gibi sitelerin aranma sıralamasını ve satış ortalamasını hiç yakalayamadı ama bugün nadir bir kitabı hala daha çok Abebooks’ta bulursunuz.

Demek ki birinci sorunumuz, kitabın kitapçıda; dvd’nin film marketinde (videoteklerde) satılmasının daha uygunluğu: Bu, ticaretin yazılı olmayan bir ilkesi asılnda...

Gelelim ‘internet çıktı, mertlik bozuldu’ durumuna...

Başlarda ilk önce e-posta yoluyla mektup ve telgraf iletimi bedavalaşırken, alana Skype girince telefon da bedavalaştı.

Şimdilerde ise, internette bedava olmayan hiçbirşey kalmadı gibi...

Konuya telif ücretleri açısından bakmıyorum. Konuya ticaretin geleceği açısından bakıyorum.

Bir şeyin ucuzu varken pahalısını alan çok olduğuna göre, bir şeyin bedavası varken pahalısını alan da çok olabilir, çünkü kaybedilen para kabaca aynı olacak.

Ancak, (üstelik kapitalist ülkelerde) bedava kitap okutan kütüphaneler, kitap satışını azaltmadığına göre, bedava metanın ticareti öldüreceğini düşünmek de gereksiz gibi.

Günümüzdeki internet aracılığıyla malların omnipazarlaşması (tümpazarlaşması, yani tüm malların tek bir pazarda bulunması), aslında bakılırsa Gima vee Yeni Karamürsel gibi mağazalar geleneğiyle, ülkemizde bile bir tarihçeye sahipti gibi.

Malların belli pazarlarda belli fiyatlar alması sorunu ise, Skype’ın 3-5 kişi ile bedava ama diğerleri ile paralı konuşturması ile çözülmüş sayılabilir. (Zaten mobil telefon şirketleri de benzer satış stratejileri kullanıyor.) Zaten bir malı en pahalı satmanın yolunun, onu önce bedavaya vermek olduğu söylenegelir ticaret geleneğinde.

Tabii bu ‘önce bedava, sonra paralı’ durumu, Youtube’da ve Facebook’ta başladı bile...

Demek ki Google-sanal-bank’ta da, önce parayı bedavaya yollayacak, sonra sonra kullanıcıdan cüzi cüzi kıl koparmalar başlayacak gibi... Yedirdiği kadarıyla...

Son milenyumluk ticaret tarihine bakınca, bu durumun yepyeni bir durum olduğuna ikna olmak zor. Ancak, malların pazar değiştirmesinin de, her zaman yeni fiyatlandırmalar oluşturduğunu biliyoruz. Bizi ilgilendiren, yakın gelecekte bunun izleyeceği rotalar ve bunların yeni ve farklı olup olmayacağı...

Elimizde 2 çapraz durum var:

Market ve semt pazarı, sebze ve meyve fiyatları, çapraz değişimleri.

Beşiktaş’ta çok sene önce, ilk sebze-meyve açıkhava süpermarketi açılıdğında, fiyatlar piyasanın üçte biri filan idi. Sonra sonra piyasa rayici yakalandı ve hatta geçildi. Ardından oranın burnunun dibine süpermarket açıldı. En sonunda da açıkhava devasa manavı iptal edildi.

Semt pazarlarında bu sıralar genele olarak sebzeler ve meyveler süper marketlerden daha kalitesiz ve daha pahalı oldu ama eskiden öyle değildi.

Tabii bir de süpermarket zincirlerinin birbirleriyle rekabeti sırasında yaşanan fiyat dalgalanmaları da var.

Demek önümüzde de benzeri bir belirsizlik-belirginlik karışımı ve azıcık da kargaşası var.

Öyle olması gerekmiyor ama olacak.

Ekonomik istikrarın en önemli ekonomik öğe sayıldığı günümüzde, temel ekonomik oyuncuların / parametrelerin denge bozucu olması ilginç bir durum.

Sanal tüccarların bu sıralar pek moda ettikleri, milyar dolarlık şirket alışları (ve ertesinde de o şirketi kapatmaları) ticaret geleneği açısından komedi olmuş bir trajedi.

Herhangi bir iş alanını batıranlar, o işten en çok para kazanmak isteyenler oldu hep.

İşte Google da, o ‘eksi sonsuza limitlenen’ ‘azalan döndüler’ (diminishing returns) aşamasını fazlasıyla zorluyor bu sıralar, hem kendinde, hem de başkalarında...

Çarşamba, Mayıs 22, 2013

Yazarport 2013 Mart Arama Sözcükleri ve Yorumları



Yazarport sayfasından alınmıştır (okurlar bu sözcükleri yazarak yaptıkları arama sonucunda, sitenin sayfalarına ulaşmışlar):


3.             öğretmenin toplumdaki yeri                263
4.             dünyada kaç devlet var       53
5.             öğretmenin toplumdaki yeri ile ilgili şiirler        50            
6.             öğretmenin toplumdaki yeri ile ilgili yazı          38            
7.             yetiş ya muhammed kitabın gidiyor  38
8.             fatih altaylı kimdir 37            
9.             cemre önce nereye düşer    34
10.           göz ağrısı mide bulantısı     33
11.           öğretmenlerin toplumdaki yeri           33
13.           baş ağrısı göz ağrısı             32
16.           öğretmenin toplumdaki yeri ile ilgili kompozisyon          28
17.          son cemre ne zaman düşer 28
18.           medyanın yararları               27
19.           bir erkeğin kadını olmak istedim         25
20.          cemre suya ne zaman düşer               24
21.           fesatlık                                  24
23.          suya cemre ne zaman düşer               23
24.          cemre en son nereye düşer 21           
25.           öğretmenin toplumdaki yeri nedir      21
26.           vur de vuralım öl de ölelim  21
27.           devlet kimdir                        20
28.           ilk dış borç                            20             
30.           göz üstünde ağrı                 19             
32.           angut kuşunun özellikleri    18
36.           baş ağrısı mide bulantısı göz ağrısı   16
37.           başın üst kısmında ağrı       16
38.           iş garantili meslek kursları   16
39.           ögretmenin toplumdaki yeri                16
41.           hizmet borçlanması nedir    15
42.           kentlilik bilinci nedir             15
43.           angut kuşu özellikleri           14
44.           fatih altayli kimdir 14            
46.           kuranın hayatımızdaki yeri ve önemi 14
48.           önyargının zararları              13            
49.           3 f kuralı                 12
51.           bir erkegin kadını olmak isterdim       12
52.           bir kadının erkeği olmak istedim         12
53.           hülya avşar yahudi              12
54.           iyi düşün iyi olsun               12
56.           dunyada kac ulke var          11
59.           3f kuralı                                 10
61.           atatürkün yaptığı hatalar     10
62.           cidde de yaşam                    10
63.           deneme süreli iş sözleşmesi                10
64.           egosantrik düşünce             10
65.           göbek deliğinin sol tarafında ağrı      10
69.           kuranın hayatımızdaki yeri  10
71.           pimi çekilmiş el bombası gibiyim        10
72.          son cemre nereye düşer      10
74.           başın ön kısmında ağrı        9
76.          cemre havaya suya toprağa düşer   9
77.          cemre nereye düşer             9
78.          cemre nereye ne zaman düşer           9
79.           fesat insan nasıl olur           9
80.           güzellik görecelidir               9
81.           kaybettiğimiz değerlerimiz   9
82.           seni düşünüyorum gözlerim kapalı    9
83.           uzayda oksijen yoksa güneş nasıl yanıyor      9
84.           1 mart tezkeresine kimler evet dedi    8
85.          cemre ilk nereye düşer       8
87.           dünyadaki devlet sayısı      8
89.           israil neden güçlü 8
90.           kafatası milliyetçiliği nedir  8
91.           kuranın günlük hayatımızdaki yeri ve önemi ile ilgili örnekler       8
92.           micahael shermer evrim ve yaratilis kitabi        8
93.           montrö boğazlar sözleşmesi geçerlilik süresi   8
95.           ogretmenin toplumdaki yeri                8
96.           osmanlı ilk dış borç              8
97.           serbest köşe yazarlığı          8
98.           shanghai beşlisi   8
100.         baban gelirse annem seni hep bekledi              7

Saptamalar

(Altı çizili ve italik yazılmış) 2 tane 10’luk küme var. İkisi de kesinlikle okul ödevi konusu.

70 civarında farklı konu var ve hepsi de tek kerede ifade edilmiş, yani bir yerde o ibare görülmüş ve merak edilmiş.

Sağlık dışında, konuların hiçbiri ciddi değil. Pek, asıl bilgi bulmaya yönelimli de değil.

İlginç biçimde, daha önceki aylardan kalan arayışlar da var. Yani, (eğer öyleyse) ödevin teslim vadesi uzun.

Ansiklopedik bilgi arayışı limit sıfır. (Oysa, internet gazetelerinde bile, böyle bilgiler var.) Türkçe ansiklopedi sitesi de yok aslında.

Yani, İngilizce bilenler pratikte sıfır.

Aranan konular, en çok 8. sınıf düzeyinde. Üniversite düzeyinde bilgi arayışı yok.

Arama sözcükleri dijital pazarlama açısından hiçbir bilgi vermiyor. Bu ilginç bir durum.

Ülkemizde köşe yazısı okuma geleneği, değişerek de olsa, sürüyor.

Arama sözcüklerinin tümü gözönüne alındığında, ortalama bir gazete sitesinden daha çok çeşit ve bilgisel yönelim olduğu göze çarpıyor. Demek ki bu konular, arayıcıyı gazete sitelerine pek götürmüyor. Demek ki internet siteleri, matbu ve internetsel gazetelerden daha çok bilgi kaynaklı.

Göreli bir güncellik sözkonusu. Yine de, ağır / ciddi politik konular aranmamış pek.

Ekonomi, dış politika veya bilim gibi internet sitesi altbaşlıklarına yönelik arama hiç yok ki bu gazeteler için de genelde böyle.

Yine de bilgi, köşe yazısı, haber ayrımları hala sürmekte.

Son olarak:

Eğer bir köşe yazarı bu veri tabanına bakarak yazarsa, okura hiçbirşey anlatmaz.

Demek ki internet, genelde okura hala bilgi ve zeka katmıyor.

Pazar, Mayıs 19, 2013

Google-Bank


Google, Google Earth’ü yaptı, Google Translate’i yaptı. (Youtube’u yapmadı, satın aldı.)

Durmadı, Android’i yaptı, akıllı gözlüğü yaptı, sürücüsüz arabayı yaptı.

Şimdi de finans piyasasına girmiş.

ABD’de deneme amaçlı olarak, e-posta ile bedavaya para gönderme yolunu açmış.

“Arama motoru, e-posta, haritalar, çeviri, video, sürücüsüz otomobil ve akıllı gözlük Glass derken internet devi Google, cüzdan uygulaması Google Wallet’e eklediği ‘Para Ekle’ (AttachMoney) ile bankalara rakip oluyor. Şirketin San Francisco’da düzenlenen geliştiriciler konferansı Google I/O 2013’te tanıtılan yeni özellikle artık Gmail kullanıcıları fotoğraf veya herhangi bir belge ekler gibi e-postalarına para ekleyip gönderebilecek.”


Peki, bu hayra mı emaret, şerre mi?

Öncelikle, kağıt paranın, e-paranın ve daha birçok tür paranın şakkadanak ortadan kalkmasını beklemek, tekno-liberallerin aymazlığı, onu belirtelim.

(Konuyla ilgili bilgi, matbu gazetede daha geniş olarak yer alıyor ve orada fütürist Alphan Manas’ın kağıt paranın 2025’te ortadan kalkacağına ilişkin bir kehaneti var.)

Devamında, bir Paypal var yıllardır. (Para transferinden % 7,5 gibi fahiş bir komisyon almakta ki bunu en vahşi kapitalist bir banka bile yapmıyor.)

Bir de, mafyanın kendi interneti, kendi borsası ve kendi iç para aktarım şebekesi var, az yıldır. Yani, ABD genelkurmayı, CIA’i şusu busu bile oralara ulaşamıyor.

Demek ki önümüzde üçlü bir yol çatallanması var:

Bedava telefonla konuşturan Skype’ın telefon şirketlerinin çanına ot tıkaması gibi, bedava para yollamak da, bankaların çanına ot tıkayacak tabii ki...

Ancak, daha da önemlisi, para kayıtdışına çıkacak.

Artı e-ticaret, feci kuralsızlaşacak. (Bundan yanayım açıkçası.)

Ancak, e-ticaret yapan biri olarak 2 noktayı başından beridir vurguladım.

Bir: E-ticaret ve internette her tür mal ve hizmet aktarımı bir tür seyyar satıcılıktır ve semt pazarcıları nasıl gelir vergisinden muafsa, buraların da yerleşik hukuka göre öyle olması gerekir.

İki: E-para, cepteki paradan farksızdır. Nasıl ki kimsenin cebindeki nakit paradan vergi almıyorsanız, devasa miktarlarda da olsa, e-paradan da vergi alamazsınız. (Ayrıca, biri size eft üzerinden para transferi yaparsa, bundan gelir vergisi alınması anlayışı da alaturka devlet tefeciliğidir kanımca.)

Haa, neo-globalist neo-liberallerin kanıtladığı üzere, dünyanın ortalama güçlü br devleti, hala en büyük şirketten daha güçlüdür. Yani, öyle pek liberal momentte falan değiliz.

Sonuç?:

Google ilk dolar trilyoneri şirket olmak yolunda tam gaz gitmekte.

Ancaak:

Akıllı gözlük ve sürücüsüz araba gibi, erken teknoloji, moda olmayacak teknoloji veya örneğin burada olduğu gibi, araba şirketlerinin dizel motorlulara yaptığı üzere, penaltılık devlet veya özel şirket girişimleriyle, bu girişim bloke edilebilir veya geciktirilebilir veya karsız hale getirilebilir.

Sonucun sonucu:

Prensip itibarıyla, Google’ın artık tekelsel (monopolik) parçalanması ve diğer girişimcilere yolu kapamaması gerekiyor.

Ya da:

Google bu girişimi de kıvırıp, teknoloji ve ticaret tarihinde bir dizi ilki becerecek.

Hangisinin olacağı hiç mi hiç belli değil henüz...

Dipnot 1: Koşut gelişme olarak, ABD’nin ‘bit-coin’ uygulamasını bloke etmesi de yeni bir uyulama ve sonucu henüz öngörülemez gibi.

(“ABD Hükümeti, MtGox'un Dwolla hesabını durdurdu.”)


Dipnot 2: Google’ın çıkış noktası olan arama motorunda hala bir semantik gelişme sağlayamaması nedeniyle, yakın gelecekte birilerinin bunu yapıp, Google’ı kendi evinde yenmek gibi bir sürprizi becerebileceğini de hesaba katmak gerekli.

Devamında:

Dipnot 2-1 veya 3: Google arama motorunda birincilikte yenilirse, ne olur diye epeyi merak ediyorum. Bunun Google’ı iflas ettirmesi gerekmez en azından. Google o noktayı geçti.

Cuma, Mayıs 17, 2013

Global Ekonominin Yakın Geleceği




AKP taraftarları zil takıp oynuyor:

158 trilyon dolarlık fona ortak olduk

Dünya ekonomisi üzerindeki etkisi giderek artan gelişen ekonomiler 2030 yılında küresel sermaye hareketlerinin merkezi haline gelecek. Dünya Bankası’nın hazırladığı son rapora göre 17 yıl içerisinde dünya üzerinde yapılan doğrudan yatırımların yüzde 50’si gelişmekte olan ülkelerde toplanacak. 158 trilyon dolara ulaşması beklenen bu miktar büyük oranda Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye, Güney Afrika, Endonezya ve Güney Kore gibi ülkelere yönelecek.”


Kazın ayağı öyle mi, bir bakalım:

Bugünün hesabıyla dünya zenginlerinin kayıtdışı olarak 30-35 trilyon doları, mafyanın da aşağı yukarı o kadar parası var. Dünya ekonomisinin yıllık boyutu ise 70 trilyon dolar. Bunun pek pek % 10-15’i yatırım olmakta. Yani, 158 / (2030 – 2013) 17 = 9,3 / 70 = % 13 olmakta. Boşta 70 trilyon dolar, doluda 10 trilyon dolar. Hangisi, hangisini döver sizce?

Ayrıca bu alın teri parayı dövücü boşta paranın bir özelliği var:

Bu paralar reel sektöre girse bile, buğday veya petrol gibi yaşamcıl metaların fiyatları, 1 yıl 1 birim ise (diyelim tonu veya varili 100 dolar ise), 1 yıl 3 birim (diyelim tonu veya varili) olmakta ki bunu yaşadık zaten; yani, iş borsaya döndü, çünkü reel sektörde de (altın dahil) ‘forward’ alım var edildi. (Aslına bakılırsa, bunun reel ekonomik nedeni hala belirsiz: Klasik çözümlemeler burada artık işe yaramıyor: Neo-ekonomik parameterlere var artık.)

Bu paralar reel sektöre girse bile, asgari ücret önce 100 dolara (Çin 1990), sonra 20 dolara (Vietnam 2010) düşüyor. O zaman ne oluyor? AB ülkelerinin ortalama asgari ücreti olan 2.000 dolar tuş oluyor. Beyaz kafalar işsiz kalıyor. Ekonomileri küçülüyor. Bakınız 2007-2017 AB’si.




İyi de, onlar satın almazsa, lüzumsuz lüzumsuz üretilen malları (2 yılda bir değiştirilen arabaları, yatları, katları, vd) kim satın alacak?

Haa, o da bir yol:

Brezilya gibi, şimdilik kaydıyla dünyanın en kara kara parasıyla 50 milyon kişilik yeni orta direk ve tüketici kitlesi yaratırsınız. Yaratılmaya yatkın olmayan diğer ülkeleri, stratejist Barrett deyimiyle, terbiye edersiniz, Arap Baharı ve baharatı olur, acılı acılı...

E, o da oldu.

Yine yetmedi.

Çalışmak hala yeterince özgürleştirmedi. Dünya hala yeterince tüketmiyor.

Tekno-liberallerin oyuncakları da şişmeye, (Apple’inkiler gibi) malları ellerinde patlamaya başladı.

E tabi, gelsin o zaman savaş. Gelsin militarist kapitalizm, eski para dostu.

E tabi, o zaman da Arap Baharı olacak, Arap acissolu / isotlu, dışarıdan manipüle edilen iç-iç savaşı... O da oldu bile...

Haa, hala eksik var:

1929 bazlı, 2029 gibimsi global ekonomik krizi. Ardından da, neo- neo-Hitler’ciklers... AB’de % 20’den başlamış faşist oylar, olmayacak mı o zaman % 40 ve iktidar? Avusturyalı Haider’i veya Fransalı Le Pen’i sosyalistlerin seçilmişlere saygısını göstermeden parlamentodan dehelediniz diyelim; bunlar akın akın gelince, ne yapacaksanız? Hani proto-Türk sayılan Hunlar, akın akın Romayı’şeyttirmişti, anımsadınız mı? AB’nin yıkılmasına izin mi vereceksiniz, yoksa Birleşik neo-Nazi Almanya’nın 3. Dünya Savaşı’nı çıkarmasına mı izin vereceksiniz (nasılsa, Hitler’i asmayıp beslemiştiniz hani?)?

Evet hala ve hala, daha da eksik var:

Fabrikalar artık mobil. Sök-tak ile 1 ayda ülke ülke geziyor global üretim... Vietnam 20 ise, Endonezya neden 10 olmasın? Serbest rekabet yok mu?

Haa, demek bunları istiyorsunuz?




Amca sizi çok sevdim, size neo-Krupp diyebilir miyim?




1,5 Milyar Kişi Tuvaletsiz ama Cep Telefonlu İmiş



Türkiye’de bile, kentlerde tuvaletsiz veya tuvaleti dışarıda ev görmüş kişi oranı çok azdır. 1960’larda ise çoğunluk öyleydi.

Ancak, şu anda Dünya’da 1,5 milyar kişinin cep telefonu varmış ama tuvaleti yokmuş:

“7 milyar dünya nüfusunun 6 milyarının bir mobil cihaza erişimi var artık. Oysa ki baktığınızda sadece 4,5 milyar insanın çalışan bir tuvalete erişimi var.”


Bu konuda yıllardır yazan biri olarak, 4 kültürel modun (proto-feodal, fedoal, sosyolojik, post-sosyolojik) mobil telefon gibi yeni teknoloji oyuncaklarına yaklaşımının birbirinden çok farklı olacağını ve olduğunu vurguluyoruz.

Diğer bir deyişle, teknolojik oyuncaklarla oynamak, insanlara modern kültürü aşılamadığı gibi, tam tersine ona karşıt tutumlara da itebiliyor.

Türk halkına bakalım:

Günümüz Türk halkı, hala klozete alışamadı. Hala onun üzerine çıkıp, kapağını kırıyor. Ya da ayakkabısıyla basıp kirletiyor. Ya da klozet kapağı kılıfı kullanıyor.

Halkımız, çıplak elle taharetlenmenin bağırsak kurdu yaptığını 50 yıldır öğrenemedi. Üstelik, bunu Müslüman temizliği olarak bir de övüyor.

Tuvalet kağıdı kullanımı ortalamamız, AB’nin onda biri falan oranda.

O nedenle, dışkılamayı beceremeyen birilerinin ileşitimi, üstelik ışık hızında düşünmeyi gerektiren iletişimi becermesi, hiç mi hiç beklenemez.

Ne olur?

Tanzimat’tan beridir olan olur:

Altı kaval, üstü Şişhane olur.

Cep telefonunda yemek tarifiyle başlayıp, internet ‘Rumuz Goncagül’ evlilikleri ve boşanmaları üzerinden, absürd alaturka komedi olur.

Rektumu kıl kurtlu, kulağı cep telefonlu olur...

Kimse de bundan rahatsız olmaz...

Perşembe, Mayıs 16, 2013

Sosyaliste Gel Sosyaliste




Avrupa Parlamentosu (AP) Sosyalist Grup Başkanı Hannes Swoboda döktürdü:

“AB Haber sitesine konuşan Swoboda, Brüksel’deki Esad kriziyle ilgili, ‘Erdoğan, Suriye halkına yönelik savaş ve teröre devam eden Esad'la kıyaslanamaz. AP Sosyalist Grubu Esad’ın Suriye politikasına karşıdır. Ve bir an önce yönetimi bırakmasını istiyoruz. Sivilleri katleden bir diktatörün Erdoğan ile kıyaslanması bizim savunduğumuz ilkelere terstir’ dedi.”


Öncelikle anımsatalım:

Esed familyası kaç yıldır Suriye’nin başında?

50 küsur yıldır.

Peki, önce, bu konu sosyalistlerin aklına neden daha önce hiç gelmedi?

Sonra, Esed’in partisi Baas, sosyalist bir parti sayılmadı mı sosyalistlerce?

Evet.

Vurgulayalım:

Sosyalistlik, sağ-sol dengesine varmış AB seçmenlerinin, arada bir komünistler veya merkez partiler arasından sıyrılmak için verdikleri marjinaller oylarda saklı değildir. Öylecene, gayet sosyalist sosyalist ortada durur. Görüneni de kimse görmez tabii ki.

Sosyalistlik, politik statüko açısından, şimdiki durumuyla reel sosyalistler ve reel komünistler arasında yer alır. Neo- veya ex-liberalizmin karşısında...

O nedenle, liberal sosyalist olmaz. Olursa, bizim muhafazakar-liberal gibi çakma olur.

Neo-liberalizm döneminde bile böyledir.

Dönelim habere:

Erdoğan’ın derdi, sosyalisti neden gerdi?

Bunun meali şu olabilir:

İdare et abi, AP’de kalalım, yolumuzu bulalım...

Sosyalist abimizi, Türkiye’de şu an 4.000 küsur öğrencinin, 400 küsur gazetecinin hapiste olması bozmuyor.

100 bin kişilik ölümle sonuçlanan olayları başlatanlarla diyalog kurulması da bozmuyor.

İşsizlik, gelir dağılımı eşitsizliği, sömürgeleşme de bozmuyor.

Ammaa:

Erdoğan’a laf geldi mi bozuluyor.