Perşembe, Ağustos 31, 2017

Aslı Erdoğan: Bana intihardan başka bir seçenek bırakmayacaklar mı?

Bu sözü kendisi etmiş.
Aslı Erdoğan’ı Mayıs 1989’da tanıdım. O tarihte de, kendine intihardan başka seçenek bırakmayan biri idi. Ardından izlediği, yaşama, yazma, yayınlanma, fizikten edebiyata geçme, şu bu ile kendine hiçbir yaşama seçeneği bırakmadı.
Ölümünü / intiharını sağlama aldı bile sayılabilir.
Ama bu demek değil ki bu iktidar, bu insanı intihar ettirme yoluyla gömme hakkına sahip.
Bu yanlışlıklar melokomiğini imlemeye karar verdim.

(31 Ağustos 2017)

Ömer Asım Aksoy'un 'Dil Yanlışları'ndaki Dil Yanlışları

Kitap nüshası: Adam Yayınları, Nisan 1996, 368 sayfa.
2000 örnekleme yapılmış. Bizde bunlardan ilk 44’ünü örnekledik:
‘Kaçtırıldı’ olur, çünkü ‘kaçtırdı’ olur. ‘Kaçırtma’ başka şey, ‘kaçtırma’ başka şey. ‘Kaçtırma’yı, kaçabilen kişiye kaçma eyleminde yardım eden kişiye yardım etme eylemidir. Bu da, finansörün veya tasarımcının eylemci ile başka kişiler olması demektir. ‘Kaçtırıldı’ ise, ‘kaçtırma’ eyleminin edilgin kipidir. Türkçe’de kulağa ters gelebilir ama doğru olsun ama kulağa ters gelsin.
“Erdemlik” olur, “iyilik” gibi. “İyilik” ‘iyi olma’ ahlağı demek olabilir; “erdemlik”, “erdem olma” demek olabilir ‘erdemli’ değil ama.
Asıl bize ters gelen ve Aksoy’unda yanlış olarak kullandığı üzere, “Türkiye Türkçe’sinde” olarak yazılır, ‘Türkiye Türkçesinde’ olarak değil. Türkçe, soyut ve özel adlarda kesme imi kullanılır, çünkü özel adlarda kesme imi kullanılır.
Bu kesme imi, özel bir tarih belirleyen biçimlerde de aynı kullanılır, “11 Kasım 2016’da” olarak yazılır örneğin, ‘Kasım’ da orada büyük yazılır yani. Gün veya ay adlarının, genel kullanımı cins adıdır, özel ve belirgin kullanımı özel addır. Ayrıca, “11 Kasım 2016’sal” için yazım kuralı türkçede henüz icat edilmedi. Sıfat olunca, küçük harf kullanılır, ‘Türk insan’ olarak değil, ‘türk insan’ olarak yazılır yani.
Devam:
“Güvencelik” olur. Güvence için, bir kaparo yatırırsın, bu güvencelik olur, teminat gibi.
“Askercil” olur, “insancıl” gibi. “Askersel”den farklıdır bu. “Askercil”, ‘askerce duygulu’ (disiplinli, emir-kouma’lı histe) anlamına gelebilir.
“İyilemek” olur, çünkü yollamak, “yollaştırmak” veya “yol yapmak” değil, ‘yola göndermek’ anlamına gelir. “İyilemek” de, “iyiye göndermek veya göndermek veya yormak” anlamlarına gelebilir.
“Olasız”, zaten “olalı”nın (mümkün’ün) karşıtı olarak, şu an sözlüklerde var. Karıştırılan ise, “mümkün / muhtemel”, “olalı / olası” olmakta. Yani, “olasız” (gayrımuhtemel) da var.
“Razılırlar  mıdır?” da olur, “razı mıdırlar?” da olur. Bgün de hala, her ikisi de kullanılıyor ama değişik kişiler herhangi birini yeğleyebilirler.
“Yesyeni” için ne yazık ki hala kural yok, çünkü sürekli yeni sıfatlar kuruluyor ama en pekiştirmeli durumları hemen önerilmiyor ki zaten ADTK’nun çalıştığı falan yok artık. “Yepyeni” olabilir, “yesyeni” de yani.

(29 Ağustos 2017)

1850’sel, 1900’sel, 1950’sel, 2000 İçin Bilimkurgusal ve Gelecekbilimsel Kestirimleri

Önnot: konuyla ilgili olarak, daha önce yazılmış metinlerimiz de var.
Edward Bellamy’nin ‘Geriye Bakış 2000-188’sini taslak olarak okurken, bu tanım aklımıza geldi.
Ve şunları ayırsadık:
Bir: Daha o zamanlar bile, gelecekbilim olmamış olsa da bilimciler, gelecek kestirimlerinde bilimkurguculardan daha sağduyulu ve daha doğru imişler (2000 için 1900 bilimci kestirimleri).
İki: Bilimkurgucular insan bilimlerinde, ütopyada, şunda bunda olan kestirimlerde çok çok desteksiz atmışlar ve sallamışlar.
Üç: Bugün hala tüm bilimkurgucuların 150 yıldır sürdürdüğü üzere, 150 yıl sonranın sorunlarına o günkü sorunlar üzerinden bakmak: Klişeli, takıntılı, basit düşünceli, aptalca, cahilce yaklaşımlar. Örneğin robot, 1900’de biliniyordu, kimsenin çalışmadığı yerde, emekçi sorunlarını neden tartışırsın be adam?
Genel olarak da, yazar olarak bilimkurgucular konularıyla ilgili olsa bile kötü okur durumundalar. Bellamy, Çapek okumamış besbelli örneğin. E Marx da, Stirner (1844) ve Bellegarrigue (1850) okumadığı için ‘1844 Elyazmaları’nda ve ‘Komünist Manifesto’da (1848) sırılsıklam saçmalamış zaten.
Oysa, konuyu basitleştirmek, onu ele almayı daha kolaylaştırıyor. Tanrı konusu, ölümsüzlerle zaten geçersiz olur. Emekçi konusu, robotlarla zaten geçersiz olur. Oysa yazarlar, açmaz yaratmayı ve içine kendilerini gömmeyi pek seviyorlar.
Buradan çıkan sonuç, bilimkurgucuların yarattığı eksodusları kendilerinin kullanmadığı ve aslında bunun peşinde olmadıkları sonucu çıkıyor ortaya.
Bunu ayırsamak beni üzdü ve onları epeyi küçümsetti açıkçası.

(29 Ağustos 2017)

Ölüm, Pornografi, Cinayet?

Bir olay, inanların klişe düşüncelerinin ne denli geçersiz ve zararlı olduğunu bir kez daha imledi:
“Bir haber metnine çevrilen ölüm, ister istemez pornografiktir.”
Bunu Zehra Çelenk söylemiş.
Yuh yani.
Ortada 2 ölüm var. 1 cinayet ve 1 intihar deniyor ama 1 kriminolog, pekala üçüncü kişi veya kişilerin işin içinde olabileceğini belirtiyor, çünkü cinayet aleti olan silahta parmak izi yok.
Haber ve kriminoloji bilgisi, yakı değerlikte epistemiklerdir.
Bir gazetenin üçüncü sayfa haberi türünden cinayet yaklaşımları bile, pronografik değildir. Üstüne üstülük pornografi olumsuzlanacak bir kategori değildir.
Artı, ‘Naklen Ölüm’ filminin gösterdiği üzere, cinayeti teşhir bile pornografik değildir, tam tersine gerçekliği büküp değiştirebilir bir güçtedir.
Daha da artı, naklen savaşın gösterdiği üzere, felaket yönetimi konusunda kitleyi eğitebilir. Eğitmez ayrı konu, çünkü kitleyi bu kültürel koşullarda hiçbirşey eğitemez, eğitemedi, eğitemiyor: insanlar okuma yazma öğrenmeyi inkar ve red ediyor, daha ne olsun?.
Bu vaka da, tam bir krimonoloji eğitimi vakası örneği. Çok fazla şaşırtıcı belirti var. Ancak, her zaman intihar ve cinayet temel nedenli aynıdır ki buradaki cinayet nedeni de onlardan biridir. Cinayet nedeni para görünüyor ama önce intihar cinayet işleyip sonra intihar ettiği önesürülen kişinin, yüksek nicelikte parasını aldığı önesürülen kişinin bu parayı almasında, üçüncü kişiler de aracılık etmiş, onlar da kuşkulu kişi durumunda yani.
“Asgari saygıyı falan hiç iplemeyen, acayip bir gerçeklik yitimine uğramış tuhaf bir toplum haline geldiğimizi tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor bu cinayet. Bence, bu ürkütücü olayın en ürkütücü yanı da bu.”
Salla zarları salla, salla pulları salla.
Ne asgari saygı? Nereden çıktı şimdi bu? Yüzlerce kişinin içinde bulunduğu bir mekanda açıkseçik işlenmiş bir cinayetten ve bir intihardan söz ediliyor: Olay, insanlardan uzakta ve tenha bir yerde olmadı ki. Anımsayabilirler ama oradaki insanların bir bölümü o muhtemel üçüncü kişi kuşkululardan birini veya birkaçını muhakkak gördü: İşte, bu nedenle felaket yönetimi: Doğru sorgu, doğru bilgi demektir, soruna çözüm üretmek demektir, yangına benzin dökmek demek değildir.
Gerçeklik yitimine uğramış olan toplum değil, yukarıdaki satırları yazan kişi. Toplum yediği her herzeyi bilerek yedi.
Tersinden bakarsak da:
Toplum, hiçbir zaman doğru, geçerli, vd bilgi istemez. Toplum; en güzel ve en çok yalan ister, şatafat ister, güzel ister, görkem ister, his ister, düşünce ve bilgi istemez.
E, bu yazarın kitleden farkı ne o zaman?
Histeri krizindeki biri gibi, inleye inleye yazmış satırları.
Çıkış cümlesine bakın:
“… mekanı cennet, sevenlerinin başı sağ olsun,”
Kadın kadın, senin beynin nerede?
Sen köşe yazarısın, metninde haber, bilgi ve düşünce nerede? Yakındığın durumda ve kişilerin yerinde, aynen kendinin de durduğunu görmüyor musun?
Yazık, diyorum ve susuyorum.

(29 Ağustos 2017)

Çarşamba, Ağustos 30, 2017

Fikret Başkaya İçin Bu Kez Soru Kipi

Kendisi bu kez şöyle demiş:
“Fikret Başkaya, siyasal ‘Siyasal İslam’ın bir dalga kıran işlevi görmek üzere peydahlandığını ve sahaya sürüldüğünü söylerken şöyle devam ediyor: “İslam dünyasında da ilerici, seküler /sol / ulusçu, anti-siyonist hareketlerin önü kesilmek isteniyordu. Dinci gericilik, yükselen o dalgayı kırma işlevine koşuldu ama artık bundan sonra bir işe yaraması pek mümkün değil.””
Aşağı yukarı aynı düşündeyim ama aşağı yukarı, tam değil yani.
1960 darbesi, nedense Türkiye’de sola kapı açmış sayılır solcular ve sağcılar tarafından. 1960 darbesiyle, 1960 3. Dünya sanayileşmesi, kentleşmesi, sömürgecilin bitmesi, (örneğin, 2. Dünya Savaşı ertesinde yeni kuşakların üzerindeki muhafazakar-ailesel denetimin sıfırlanması gibi) 1968 ‘proto-‘su olan global süreçler’in Türkiye’deki olayları yarattığı unutulur hep. Ayrıca, TİP’i ilk sol akım saymak da gereksiz, orada kapı gibi birkaç aşamalı TKP geleneği vardı (o zamanlar için) 40 yıllık. Dolayısıyla, 1960 darbesi de, gerici bir askeri darbe idi hepi topu, atmadığı taşla bir kuş vurmuş olabilir.
Asıl İslamcılık olgusunu ise, 1980 güvenceledi ama yine gözden kaçan biçimde, Evren-öncesi-sırası-sonrası-sayesi Özal ile, neo-liberalizme eklemlenen Özal ile, liberalizme eklemlenmeyen Demirel’e ve Erbakan’a antitez kılınan Özal ile. Evren, MDP için seçimden önceki son gece bir açıklama yaparak kendi aleyhine tüy dikti ama artık bunu bilerek yaptığı kanısındayım, çünkü Sunalp ‘yaktın beni Evren’ demişti.
Yani Başkaya, Erdoğan’ın da üstlendiği (sıfırıncı liberal) Menderes ve Özal ardıllığının, Türkiye’ye bir türlü kaşkallanamayan liberalizmin köküne kadar sokulması olduğunu, asıl derdin bu olduğunu, global projenin liberalliği dinci-muhafazakarlara yıktığını görememiş ve söyleyememiş. Ve artı, o liberalizmin yeni momenti olan biçimde, Dünya’da da artık hem dinci, hem uç milliyetçi akımların bol olduğunu da, engizisyon-faşizm eşlenikliğinin Yeni Orta Çağ’da globalleştiğini de.
‘Seküler’, ‘ulusçu’, ‘sol’ terimleri, peşpeşe getirilince, çok sakat olmuş. Ancak:
Bir: Ordunun bile asla ve kata tam laik falan olmadığı. Laikliğin kentli kesimce oldukça yanlış anlaşıldığı, Başkaya’nın kendisinin dahil kimsenin, halk tipi / mahalle baskısı tipi çakma inançlılık sürecinin 60 yıldır aynı olduğunu göremediği gibi bir durum var. Keza, önce köylü halkın, sonra taşralı halkın, yani 2 büyük kitle demografik kesimimin hegemonyasının kubur ve kabir olduğu da. Başkaya gibi bir solcunun ağzından, kitle genelde faşisttir ve engizizitördür zaten, diye bir geçerli tez duyamayacağımızı biliyoruz ama gerçek de bu ne yazık ki. Dolayısıyla laik sistem, dincilikten adam asar, çünkü Menderes dönemi (adları terimleşmiş olan) Ticaniler ve abuk subuk tarikatlar silsilesi hep süregelen bir kesim idi ve onlar için laikin katl-i vaciptir.
İki: Sol deyince ne?: Sosyal demokrat mı, sosyalist mi, komünist mi? Kendisi ne ve altbirim olarak hangisinin hangisi? Kürt sempatizanı (faşizme karşı aşağılık kompleksi taşıyan) bir sol olmayacağını hala kavrayamadı mı bu adam?
Üç: Nasyonalist mi, ulusçu mu, ulusalcı mı, Kemalist mi? Yine, hangisinin hangisi? Transnasyonalizm neo-faşizmi’ni gördü mü veya okudu mu kendisi acaba?
Anti-siyonizm ayrı konu: İsrail devleti, anayasasıyla faşist ve engizitör bir devletken ve milyonlarca kişiye karşı insanlık ve savaş suçu işlemişken, konu Uluslararası Ceza Mahkemesi konusudur artık. Ama bu, İsrail’in başarılı bir askeri oluşum olduğunu ve Ortadoğu’da 70 yıldır taşıma suyla savaşı başardığını görmemize engel değil ve bu sorunun çözümü yalnız ve yalnızca askeridir, atom bombasıyla bile olsa. Yine de Başkaya, İsrail’e atom bombasını bir sosyalistin, (Fransalı) Mitterand’ın verdiğini de bilmek ve açıkça söylemek zorundadır.
Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği deliğe:
Diyor ki kendisi:
İslamcılık komünizmi durduramayacak, yani komünizm İslamcılık’ı durduracak. Peki SSCB ve SBKP, kendi içinde ve Ortadoğu ülkelerinde 1945-1990 arasında ne yaptı? Bunu mu, tersini mi, bir onu bir bunu mu?
FKÖ, PKK, HDP islamcılaşmışken ve kendisi eskiden FKÖ ve yenide bağımsız Kürt oluşumlarına olumlu bakarken, bunu rahatça nasıl söyleyebilecek acaba?
Hemen 1980 öncesinde, en güçlü dönemlerinde tüm sol oluşumlar, 40 hiziple binde bir oranla 40 bin kişi iken, bunu nasıl söyleyebiliyor acaba? Neye güveniyor?
‘Occupy Wall Street’ veya ‘% 1’ varken ve bunlar çook güçsüz iken, AB’de sağ paritler yükselmişken, ‘Antifa’ bile faşist bir oluşum iken, Dünya’da neye güveniyor acaba? SSCB de kalmadı ki. Putin’e mi güveniyor yoksa? Kuzey Kore’ye mi?
Ama artı, tüm bunları yazdıktan sonra, bir de şunu soruyorum ortalığa:
Bu adam, bunların zerresini düşünemeyecek kadar eksik beyinli mi?

(30 Ağustos 2017)

Abdi Kısaltması: Öznel Vaka

‘Abdi’, ‘Allah’a, baba’ya, devlet’e itaatsizlik’ sözcüklerinin baş harflerinin kısaltması olmakta. İtaat ve itaatsizlik, aynı kısaltma olmakta. Bu, bir doğrultuyu imliyor ve bu doğrultu, zamanlar ve mekanlar içinde oynayabiliyor.
Öznel vakam ve/ya vakalarım:
Allah’a ilk kez itaatsizliğim:
1963 idi, 3 yaşımdaydım. Bir gece babam eve gelmedi. Yaşamımda ilk ve son kez olarak, annemle aynı yatakta uyudum: Ağlayarak.
Ertesi günü geldi. Öğrendik ki gerçekten ölecekmiş. İzmit Körfezi’nde 1958 Mart’ında birkaç yüz kişiyi ölmecesine sulara gömen ve babamın evliliğini 10 gün geciktiren Üsküdar vapuru faciası gibi bir şey olacakmış az kaldı. Babam % 90 olasılıkla ölüyormuş, çünkü eve dönmek için bindiği, 2. Dünya Savaşı artığı, ABD malı filikamsı motorlu sandal, az kaldı fırtınada batıyormuş.
O gece, meali ‘boş geçerim böyle Allah’ı’ olan, bilinçaltısal hisler geçmişti beynimden. Hep ve hep, ateist oldum sonra.
Baba’ya ilk itaatsizliğim:
İronik olarak, onun babası olan dedem üzerinden yaşandı. Dedem, anneme psikolojik işkence yapıyordu. Babama onun evden gitmesini istediğimi söyledim: Yıl 1968 ve 8 yaşımdayım, herkesin 1968’i kendine göre yani.
Sonrası daha ironik:
Meğerse, oturduğumuz evin asıl sahibi, dedem imiş. Babam, 3 çocuklu bir aile reisi olarak, ona bakmak kaydıyla, dedemin evine bedavaya taşınmış. Bizi kovdu ve biz ertesi yıl 1969’da, annemin memleketi olan İzmir’e taşındık.
Bu dedem denilen zat; İnönü’nün emir erliğini yapmış, İnönü’de, Dumlupınar’da onun yanında savaşmış ama 1943’te ölen ağa kızı karısının ardından ikinci karıyı alıp, babamı, yani öz ve tek oğlunu sokağa atıp, kendisine karısından miras olarak kalan 40 bin dönüm araziyi ve 40 bin altını yemiş biri idi aynı zamanda. Nasıl ama? Ölürken de, 40 bin lira bıraktı, kağıt lira ama. 1 altın lira, 7 az küsur gram 22/24 ayar altındır ve günümüz (Ağustos 2017) koşullarında, 956 alış, 970 lira satış fiyatlıdır: Yani, 40 bin altın lira = 1 küsur milyon dolar. Bir o kadar da arazi eder, deyin siz. Eskişehir’in göbeğinde (yani gara yakın) ve 1977’de, binlerce metre karelik bir arsa göstermişlerdi bana örneğin, ‘bu bizimdi’ diye.
Devlet’e ilk itaatsizliğim:
Ortaokul birincisi olduğum, 1971-1972 ders yılının ilkbaharında, beni taparcasına seven Türkçe hocam, İstiklal Marşı’nda hazırolda durmadığım için beni az kaldı disipline veriyordu: Bir daha yaparsam, vereceğini de söyledi zaten. Onun yerine, koca sınıfın içinde azarladı beni.
‘Boş geçerim böyle devlet’i’ dedim içimden. Geçtim de.
Ve sonraki onyıllarda; vergi, askerlik, oy, hatta ikamet, vd gibi, devlete karşıki hiçbir yükümlülüğümü kullanmadım.
Abdi var, Abdi var.
Ama yine ironik olarak:
Devletin yokluğunda, devletin gerekliliğini gözleyen bir devlet karşıtı anarşistim, 54-57 yaşımda, açıkhava toplama kampı olan İstanbul’da.
Hiç evlenmemiş ve hiç çocuk yapmamış biri olarak, aile kurumunun kutsallığına çok saygı duyan biriyim, çünkü ailesizliğin toplumu ne yaptığını da gözledim, gözlüyorum.
Yanısıra; yönetmeyen-yönetilmeyen tümleşiği bir neo-entellektüel olarak, toplum için kendini feda etmeyen, bir Mentor olarak Telemakos’larını köleleştirmeyen ama gelecekbilimciliğiyle 10 bin yıllık geleceği, kendi düşünceleri çerçevesinde büküp, geleceğin akışını değiştirmiş biriyim: Bir yol çatalı olarak, geleceğin ipoteğini kaldırdım ve/ya sıfırladım yani, diğerlerini ellemedim bile yani, bıraktım insanlar kendilerini ve birbirlerini köleleştirmeyi sürdürsünler: Onun yerine, Homo Sapiens olmaktan ayrıldım, Homo Posterus oldum.
Tüm bunlar ve henüz burada yazılmayan diğerleri, Abdi tanımına dahildir yani: İster itaat olarak, ister itaatsizlik olarak. Sevdiğim Bellegarrigue-1850-Fransa anarşizmi de, sivil itaatsizlik kökenlidir zaten.

(28 Ağustos 2017)

1920 İtalya Antifa 0, 2010-2020 Dünya(cık-lar) Antifa 1

Özgün Antifa, 1920’lerde İtalya’daki antifaşist grupların birleşimi imiş. Alman Nazizm, Stalin’in halt yemesi ve adlandırması ile Alman Faşizmi, aslında nasyonel sosyalistler olmakta.
Özgün faşizmin askeri, iktisadi, siyasi, iktisadi yanları var:
Askeri yan, bildiğimiz emperyalizm, bildiğimiz yayılmacılık, bildiğimiz yeni-sömürgecilik. Çünkü İtalya ve Almanya, geç birleştiler ve sömürgeci oldular.
İtalya, Venedik üzerinden Akdeniz ticareti hegemonyasını yeğledi için böyle oldu. Cenova ise, hegemonyayı kaptırınca, Atlas Okyanusu’na ve dolayısıyla Amerikalar’a yöneldi ama İspanya hegemonyası ile: Kristof Kolomb bir İtalyan idi.
İtalya’nın geç emperyalizmi, Libya ile Osmanlı’yı vurdu. Bir de Etiyopya, önemsiz bulunduğundan ona bırakıldı.
Almanya ise, daha 19. Yüzyıl’da bile, Pasifik’e kadar gitti. Bugünkü argo tabir Kanakça, Pasifik yerlilerinin Almanca’sı imiş aslında.
İktisadi yan, Krupp faşizmi olmakta, İtalyan korporatizmi değil. Şimdiler de, asgari ücretin üçte birine çalıştırılan göçmenler, mezarda emeklilik ve silinen diğer emekçi hakları olmakta.
Siyasi ise, Hitler’in ve Mussolini’nin partileri. Hitler’i 1936’da iktidara birleşemeyen sosyalistler ve komünistler taşıdı: Devrim için birbirlerini yerlerken, Hitler onları yedi ve epeyi komünist ve sosyalist toplama kamplarında öldü.
2. Dünya Savaşı sonrasında ise; 3. Dünya tipi faşizmler, Amerikalar faşizmleri, alaturka faşizm, vd geldi.
Amerikalar faşizmleri, ABD’nin beslediği ve Almanya’dan kaçan eski Naziler eliyle, askeri diktatörlük üzerinden işledi.
Alaturka faşizm, 3 darbe ile işledi. Sonunda da, 3 liberalizme dönüştü.
2017 anti-faşizmi; ülkesel olsun, kürel olsun, pilini bitiren neo-global neo-liberal 1980 dalgasına her yönüyle karşı(t) olmak durumunda. En azından, pratik yönden.
Şerh: 1968’liler ve 1978’liler, tüm Dünya’da ve bizde de, dönek liboşlar oldular çoğunluk. Onların çocukları ve torunları ise, tüketici manyağı olup çıktılar.
ABD Antifa’sı, o türden insanlar tarafından kurulmuş ama artık pasta bittiği için, pasta vermeyen sistemin içine eden bir skandalizm ve dekadantizm biçiminde oluşmuş.
AB Antifa’ları ise, göçmenlere karşı ırkçılık yapan, Neo-Naziler’e, ‘skinhead’lere karşı eylem içinde. Ancak, bunu sosyalistler, yeşiller, vd yapmakta zaten. Onları ayırıcı özelliği; şiddet, aşırı şiddet.
Sonuçta; bilgisayar oyunlarıyla ve televizyon dizileri / filmleriyle onyıllardır tümden şiddet öğrenmiş kuşaklardan söz ediyoruz burada. Ancak onlar, bu şiddeti oyun sanıyorlar, içlerinden bazıları öldürdükleri canlanmayınca, durumu kavrayamıyor örneğin.
Gelelim bizim teorik bazımıza:
Askeri açıdan:
Türkiye emperyalist olmazsa, parçalanır, tezimizi 15 yıldır yazageliyoruz. Tersini veya düzünü savunmuyoruz.
Bu da, kendi her tür askeri malzememizi, kendimizin üretmesi demek ama 2017 itibarıyla Türkiye, 1987 teknolojisinde falan.
2015 ertesinde ise, 3 ülkeye asker göndererek, bu konuda atakğa geçti AKP. Sonunu hep birlikte göreceğiz. 2015-2017’yi, ders alınacak ve nötr sonuçta örnek olarak sayıyoruz.
Ne olursa olsun, Kürtler kopsa da, CHP başa geçse de, asıl faşizm gelse de, emperyalizm çizgisinder geriye pek dönülmeyeceği kanısındayız, çünkü sonunda ordu asıl ve bir dış savaş hedefi ve nedeni buldu. Malumunuz ülkeyi kurtarmayı pek severler generallerimiz.
İktisadi açıdan:
Ekonomik küçülme ve 1,5 trilyon borcu azaltma  gerekli. Ayda bin lira olan harcamanın, üçte bire düşebilmesi demek bu ve bu denenirse, sonucun ne olacağını şimdiden biliyoruz: Halk isyanı.
Siyasi açıdan:
Türkiye’nin TİP gibi bir gerçek sol partiye gereksinim var. TBMM’deki 4 parti de sağ ama.
Anti-nasyonalizm gerek ama 100 halklı Türkiye, parçalanma sorunu yaşıyor. Anti-nasyonalizm olmadan ise, anti-faşizm pek mümkün değil. Bu ilke de, rafa kaldırılabilecek veya üzerine tül örtülebilecek bir ilke değil.
Göçmen düşmanlığı karşıtlığı, pratikte pek mümkün görünmüyor. Türkiye’deki 3 milyon Suriyeli’nin kısa dönemli etkileri belli oldu: Türkiye yeniden ümmi bir kültüre sahip oldu örneğin ve bu da AKP’nin işine geliyor, çünkü eğitimsizlerden oy alıyor. Sosyal medyada çok ciddi bir Arap düşmanlığı oluştu çoktan.
Şiddet soru kipi, hep soru kipi. Sistemin şiddetle bile düzelmeyeceği (restorasyon / reformasyon) ortada. Kopma noktası çoktan geçildi çünkü.
Barış içinde birarada yaşama soru kipi: Adorno’nun negatif diyalektiği var ortada.
Kitleseverlik veya halk düşmanlığı, toptan çözümsüzlükte. Kitleseverlik, reel sosyalizm battığı için açmazda. Halk düşmanlığı, reel olamadığı için açmazda.
Şerh: Biz, şimdiki ve buradaki anti-faşizmin fenomen izdüşümünün 0 öğeli boş küme olabileceği savındayız. Katastrof Teorisi, birinci dereceden katastrof eğrisini, yani tek parametrelilik durumunun böyle olabileceğini imliyor, çünkü sabit bir sayının türevi 0, o sayı ne olursa olsun böyle.
Kalıyor geriye; sürekli gözlem, yeni kuram-model, neo-entellektüel astandart nekrografisi ve İsa’nın yaptığı gibi, kendini kitle için feda etmeyip, yaşayıp, gözleyip, tarihe ve geleceğe not düşen biri olma durumu.
Bizce, anti-faşizm bu şimdi ve burada, 2001’den beridir böyle ve şimdilik 2050’ye kadar böyle sürecek gibi görünüyor.
Dünya’yı yıkmaya gerek yok, hegemonlar ve kitle onu birlikte yok etti bile. Ölümden önce bir yaşam gerçekten yok yani.
Su, gıda, enerji, ekonomi, nüfus global krizleri, önümüzdeki 80 yıl için kapıda. Kazara birkaçı birden vurursa, tüm Dünya çöker, aslına bakılırsa tarih çöktü bile, çünkü 2000-2200 arası Dünya Sistemi tarafından genel bir çöküş dönemi olarak tanımlandı çoktan.
Geriye kalıyor sanat. Geriye kalıyor Bosch, Bruegel, Dürer. Özellikle de, Yaşlı Bruegel’in kültürolojik kayıtları.
Bizce, asıl kuramsal-uygulamasal anti-faşizm şu an için burada yoğunlaştı, tıpkı engizisyon ve Orta Çağ antitezi olan rönesansların burada yoğunlaştığı gibi.
İsteyen kabul, isteyen red eder.
Adımız Hıdır, elimizden gelen budur.

(28 Ağustos 2017)

Salı, Ağustos 29, 2017

Antifa

28.08.17 günü, Galatasaray Lisesi’nin solundaki sokakta, bir ‘antifa içerikli sokak resmisi ve graffitisi’ gördüm. Yani, bizim alaturka marjinaller, o grubu olumlayan bir yaklaşım kazanmışlar.
Konuyla ilgili bir notumuz olsun istedim, bu metni yazdık.
İnternette İngilizce olarak konuyu aradığınızda, Wikipedia ve başka sözlüklerin tanımları çıkıyor. Tanımların tamamına yakını olumsuz.
Bir link örneği:
4 sayfa metin ve ilk sayfada 7 tanım var.
Özde, herşeye saldıran ergenler olmaları var. Hani, bizde de var olan, 1975 ve sonrası doğumlulardaki ezeli-ebedi ergen tipleri, çocuk irisi, hep hantal yürüyüşlü, tuhaf Asur sakallı, vd, vb. Ekşi Sözlük’te bu türden tümden yıkıcı örnek metinler çok.
İşte bunlar, onun ABD’deki asıl tiplemesi imiş.
Ancak bu, bir kültürel tehlike. Özene özene, onlara özenmişler bizimkiler.
Ek:
Ekşi Sözlük antifa başlığı:
Başlangıç 2005 tarihli. Biz ise, şu andaki durumdan söz ediyoruz. Sonuçta kimse, 12 yıl boyunca hep aynı yaşta kalmıyor.
Ek:
Linkten çok mavra bir bölüm:
gecen gun donald trump'in arizona'da yaptigi konusmayi protesto eden bir antifa uyesi, polis tarafindan plastik mermiyle tasaklarindan vuruldu. olay internette epey tasak -heh- konusu oldu.
surada tasak joe'nun vurulma anini tiye alan en iyi 5 video var:
Not: Link (uzun olduğu için, burada görünmüyor ama tıklayınca işliyor, üçüncü olanı önemli).
hepsi cok komik de, i will always love you'da yarildim (küfür) resmen, gozumden yas geldi gulmekten hahahaha.
bu arada olayin kahramani sevgili tasak joe, olay sonrasinda "artik sadece joe" olarak biliniyor.
25.08.2017
+
Ek: Bence, ‘Miss Joe’ daha uygun. Bu arada, kendisi ergen falan değil.
+
Ek:
Asıl Antifa, 1920’lerde İtalya’deki Faşist Parti’ye karşı imiş.
Youtube’de epeyi malzeme var, deiğşik ülkeler için değişik dillerde. Görülen o ki ABD’dekiler ile Avrupa’dakiler ayrı yönlerde gitmiş.
Çıkış:
Günümüz için, ayrı bir anti-faşist metin gerektiği kanısına vardım.
(28 Ağustos 2017)



Kurmaca / Deneysel Belgesel Olarak Kuburkent İstanbul: Küçük Çirkinlikler Atlası / Derlemesi

Nedense, kurmaca ve/ya deneysel belgesel olmadığı veya olamayacağı sanılır ama Flaherty’nin belgesel klasiği sayılan ‘Kuzeyli Nanook’u kurmacadır ve savaş fotoğrafçısı Nachtwey, kendisiyle ilgili bir belgeselde göstere göstere kendisinin bir savaş fotoğrafını rötuşlar, hem de uzun uzun.
Deneysellik ise, aklıma kendi projemin 400. karesine yaklaşırken geldi:
Baştan karar vermeden, enstantane üzerine enstantane ile kedi ölüleri, kedi evleri, kusmuklar, çöpler, vd gibi, ‘İstanbul’un küçük çirkinliklerini atlaslarken, bunun aslında deneysel bir çalışma olduğu aklıma geldi. Çünkü, bildiğim kadarıyla benzeri daha önce yoktu ve ben tümüyle bunu yapmayı önceden tasarlamamıştım. Topun gelişine vurdum veya karenin gelişine çektim (İngilizce’de ‘ to shoot’, hem ‘şut çekmek’, hem ‘(birini) vurmak’, hem de ‘fotoğraf çekmek’ demek: ‘Çekmek’ ve ‘vurmak’ ise, Türkçe anlambiliminde ardışık yapılan eylemleri imler, eşanlamlı eylemleri değil ki bu da ilginç bir raslantı).
Şimdi burada ana sorun, gerçeği anlatmak, oysa bildiğim tüm alaturka fotoğrafçılar güzeli göstermek / teşhir etmek arzusundadırlar ve bunu da maddi / manevi satış / pazarlama için yeğlerler: Arif Aşçı’nın ‘İstanbul Kedileri’ projesi belli ve ortada örneğin.
Çirkinliği anlattığını bildiğim, bir tek Diane Arbus var ki ondan önce de ‘Freaks / Ucube / 1938’ filmi var, ilk gösterime girdiğinde infial yaratan, çünkü gerçekten ucube dolu film. Arbus da, muhtemelen onu bilerek, New York ucubelerini fotoğraflamış ve türünün başyapıtlarından birisidir hala ki onun da duygusal tetikleyeninin, tanıdığı bir çok kıllı adam olduğu söylenir (bakınız ‘Fur’ adlı film). Beni de Arbus tetikledi diyebilirim ama çirkinlikleri bu kadar bol ve rahatça görebileceğimi ve gösterebileceğimi bilmiyordum önceden: 400 olan sayıyı, başta 50 diye koyduydum çünkü ki bu da kitapla ilgili notlarda kayıtlıdır.
Ayrıca İstanbul, feci çirkin bir kent. Dezenformasyon söylüyorlar ve gösteriyorlar: Ara Güler, güzel İstanbul’u çekerken de, İstanbul çirkindi ama Güler, onun tek bir karesini çekmedi.
Çirkinlikler böyle.
Gelelim küçüklüğe:
Ben dipte bir yaşam sürerim, evsiz yakın dipte, çöpe çıkarım, vd. O nedenle gördüklerim, ancak küçük çirkinlikler olabiliyor, gördüklerim küçük-küçük insancıklar çünkü: Evsizler, küçük burjuvalar, gençler, öğrenciler, sarhoşlar, engelliler. Lgbti’nin de dibi (2-5 dolara fuhuş yapanlar), keşin de dibi (5 liralık / 2 dolarlık Bonzai kullanıcıları bu sıralar).
Deneysellik ise; derlemede, ayıklamada, yeniden düzenlemede., ek metin yazmada. Proleterim ama entellektüelim de ve bu oldukça nadir bir vaka olduğu için, sonuç da nadir bir deneysellik oldu çıktı.
İstanbul Banalite Atlası, parkta yatıtğım sıralarda, konunun metinsel olarak zihnimde oluşan bölümüydü ama küçük çirkinlikler fotoğrafları dizisi, aklımda o zaman yoktu, çünkü elimde şu anki gibi aşırı işlevsel bir cep foto kamerası yoktu (tek kusuru 5-10 saniyede intikali, bu çok geç oluyor ne yazık ki).
Sonuç, 500’de durmam ama bir yerlerde bu proje duracak. Kasım 2016 – Temmuz 2017 arasındaki 9 ayda, 3’er ay arayla 4 travma yaşayınca, projenin ömrü uzadı, yoksa bende bir proje, 3-4 ayda tavsar ve sonra belki yeniden ona dönülür. Travma acımın da giderek azaldığını, an ben an duygudurumumun barometresinde izliyorum. Zaten bu metin de, aşağı yukarı kapanış ve toparlama metni, üzerine bir de çıkış-çık uçlu metni yazılır, konu tamam olur, buna eklemlenecek projeye, 2’sini birbirine eklemleyecek bir mekanik-dilsel arayüz-dönüştürücü de konur yani.

(27 Ağustos 2017)

Spor salonu, fitness salonu, hamam ve saunası olacak; 28 milyonluk '5 yıldızlı' cami

İsviçre, vatandaşlarına bedava maaş dağıtacaktı, vatandaşlar ters köşe yaptı, referandumda bunun reddetti.
Şimdi de böyle bir cami yapacaklarmış:
“Fribourg eyalketinde yapılacak cami benzerlerinden oldukça farklı olacak. Fribourg Cami Birliği’nin (Fribourg Mosques Association) yapacağı Mosque of Fribourg (MOFRI) adlı 5 katlı camide yok yok.
Birinci katının ibadete ayrılacağı camide, ikinci kat kadınlara ayrılmış durumda. Buraya kadar klasik cami anlayışıyla aynı olan yapının diğer katları, oldukça farklı amaçlar için kullanılıyor. Caminin üçüncü katında sağlık ve yaşam merkezi yer alacak. Bu merkezde kadın ve erkeklere ayrılmış iki spor salonu, bir ‘fitness’ salonu, hamam ve sauna olacak. İnternet sitesinde yer alan bilgilere göre Türk atasözü ‘Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’ sözüyle hareket eden cami heyeti, ayrıca bu katta büyük bir havuz inşa ediyor.
Fıkra gibi, değil mi?
Türkler, caminin altına süper market açar da, İsviçreliler altında kalır mı?
Ahan da cami, ahan da para eşek yüküyle, say say bitmiyor. Kara paranın bereketi de br başkaymış canım.
“Caminin tasarımında özellikle minareye dikkat edilmiş ve oldukça kısa tutulmuş. 2006 yılında ilk kez İsviçre’de camilerin minare boyuyla ilgili tartışma yaşanmıştı. Ardından yeni minare yapımına yasak getirilip getirilmeyeceğine karar vermek amacıyla referandum düzenlenmiş, seçmenin yüzde 57'den fazlası yasağa destek verdi.
İsviçre’de konfederasyonu oluşturan 26 kantondan sadece 4’ü minarelere karışılmaması gerektiğini savunmuştu. İsviçre’de aralarında Cenevre ve Zürih’in de yer aldığı kentlerde minareleri olan 4 cami bulunuyor.”
İşte buna ‘yeniden fetih’ deniyor, dağdan gelip bağdakini kovmak deniyor.
Bundan sonra, İsviçre dağlarında Polyanna’nın sesi değil, ezan sesleri yankı bulup, çığ yaratacak.

(24 Ağustos 2017)

Pazar, Ağustos 27, 2017

Taht Oyunları: Son Tahmini: Spoiler

Buz kraliçesi Dargeryen Hanım, Kuzey’in ilk kralının piç oğluyla evlenecek. Happy end. Hesapça tabii ki.
Asıl spoiler:
Gerçek tarihte kralların ve kraliçelerin kalıcı barış getirdiği, 5 bin yıldır asla ve kata hiç görülmedi.
Aslolan şudur:
Daha konuyla ilgili bazı metinlerimizde belirttiğimiz üzere, Taht Oyunları hiç farkına vamdan tüm iktidar biçimlerini negasyonlamış bir (t)öz-anarşizm’e sahip. 49 aday adayından 48’i ölmüş, arada tali örneklerden 4.848’i ölmüş ise, 49. adayın kral / kraliçe olmasının hiçbir esbabı mucizesi yoktur. Olamaz da.
Jon Snow, istemeden ve bilmeden ensest yaşadı (ki geyik olsun diye, bir de çocukları bile olur). Asla ve kata kral olmayı istemedi. Gönüllü öldü, gönülsüz diriltildi. Yani, adamın başına pişmiş tavuğun başına gelmeyen geldi. İkinci ve sonuncu kez, kendini fedayla yeniden ölcek. Çünkü o, bir gece gözetçisi. Çünkü o, bir uygarlık koruyucusu barbar.
Buz ve Ateş: ‘Aslolan Buz’dur oldu Amazon nehri roman-dizi dizisinin anafikri. Global ısınma değil, global yeni buzul çağıdır tehlike, oldu. Atmadığı taşla 12’den kuşu vurdu üstelik.
Demek ki bin karakterli roman yazmanın cılkı çıktı. 10 bin veya 100 bin karakterli romana yol açıldı ve bu, roman değil, sosyoloji olmakta. Nasıl ama? Bu da, başka bir istemeden negasyon. Gönülsüz zorunlu negasyon ama Kafka’esk değil hiç: onunki gönüllü zorunlu çünkü..
Cüce’yi boşuna harcadılar. Bin kişiden kafası çalışan bir tek o vardı çünkü. Kütüphaneci olması gereken de oydu, Şişko maskara değil.
Bu, İngilizler’in iktidar faşizmini (‘iktidar için iktidar’nı), kraliçeseverliklerini tiksintiyle karşılıyorum artık. Bu kafayla kuburdan bile daha beterine layıklar.
8 değil, 3 sezonda bitecek diziymiş, 24’er bölümden toplam 72 bölüm, 80 yerine.
Lost bozdu bozdu, daha bozdu bozdu, sonu olmadan bitti. Taht Oyunları, dağıtacağım derken toparladı, sonu tam tersi bitti aslında.
Sonuçta, bu da 1 milyar dolarlık bir proje oldu. Pazarlama geyiğini geçelim, nasıl beleşledik ama? 90 milyon paralıya karşılık, 900 milyon beleşçi. Ne yani bu salaklığa bilmem kaç yüz dolar mı bayılacaktık?
Çapraz medya olarak; dizi 1 no, roman 2 no, çizgiroman 3 ve aslında 100 numara bir sonuç çıktı ortaya. Rezalet, rezalet ki ne rezalet.
Evet, ilk kralın piçine 1’e 10. Vaa mı heveslisi?
Dipnot: Tutturamazsam, mıçarım yazarın kafasına.

(24 Ağustos 2017)

Sherpa: Bir Film Fragmanı

Fragmanın linki:
(2015 yapımı.)
Sherpa’nın ne olduğunu, 1978 gibi, doktorlar kıro kalmasın diye sanatlı ve genel kültürlü kılınan bir tıp dergisinde, Everest’e çıkan ilk insan (yoksa Batılı mı?) olan Edmund Hillary’den okumuştum.
Bu Hillary, sonra nedamet getirdi, dağcılığı bıraktı ve Everest’in çevre kirliğini temizlemeye ve önlemeye çabaladı. Yani, kendi açtığı yolun sonunun nereye vardığını görmüştü. Halikarnas Balıkçısı da, mavi yolculuğu başlatarak neleri batırmış olduğunu görecek denli uzun yaşadı ama bu konuda özeleştiri yapmadı gibi. Oysa Hillary, tüm söyleşilerinde oralara gitmenin kendinde yarattığı vicdan azabını hep anlattı dürüstçe.
Sherpa, bu Hillary’nin Tibetli yardımcısının etnik kökeni ve işidir. Everest’e onlarca kez çıkan şerpalar da var.
Everest’in ne menem bir bela olduğu için:
Onlarda şavalak çok. Bir dağ güzellemesi ve melokomiği:
Adamlar, belgesel film için, ululuğu güzelleyen bir klasik Batı müziği besteletip, üzerine bir de icra ettirmişler. Kol kalınlığında edip, 3 bukle ekleyip, üzerine bir de tüy dikmişlar matah gibi.
Oysa şerpalar, beyazlardan önce de vardı, Hillary’den önce de. Sonra da hep var olacak. Onlar geleneklerinde dağın ululuğuna saygı duyuyorlar ve gidip de onu rahatsız etmiyorlar.
Eh, demek ki işlevsel Doğulu bakış açıları da mevcut.
Bu metin bunu imlemek için yazıldı.

(24 Ağustos 2017)

Yapıl(a)mamış Bir Film: Jodorowsky’nin ‘Dune’u

Bazı filmlerin yapılmamışlığı, yapılmışlığından daha iyidir ve tersi de:
Yapılmış ‘Dune’ ortada, bu link de yapıl(a)mış bir ‘Dune’ projesi:
Önnot: Bu metin, bir taslağın da bir taslağı olacak, çünkü başlıklar sayıldıkça kimilerinin birkaç metin, kimilerinin bir kitap hacim tutabileceği görülecek.
Öncelikle bu film, bir çizgifilm değil ama elde hep çizimleri var. Sanırım, onları da ‘Alien’ın yaratıcısı Ginger yapmış.
Filmin taslağını yönetmeni anlatıyor. O da, yapılmış ‘Dune’ denli fecaat olacakmış. Aslında o proje, çizgifilm ve/ya çigiroman olarak yapılmalıymış.
Gelelim karşılaştır-karşıtlaştır’lara:
Teknoloji:
‘Akira’ yapılmasının imkansız olduğu bir dönemde, 1974-1984 arasında, 10 yılda, her karesi yaratıcısı tarafından tek tek elle çizilerek yapılmış bir çizgifilm. Bilimkurgunun ve animenin bir başyapıtı ama. Yaratıcı, çizgilfilmi, boş zamanlarında tek başına yapmış, tek başına: 100 dakika, 6 bin saniye, 60 bin kare. Yani, teknoloji yaratıcılar için bir bahane değil: Prokodin-Gorskii renkli fotoğraftan 50 yıl önce, yine tek başına, 3 renkli filtreyle çekilmiş 3 siyahbeyaz karenin üstüste bindirilmesiyle yaratılmış renkli fotoğraflar dizisi: 19. Yüzyıl sonunda ve 20. Yüzyıl başında cam negatif olarak çekilmişler, 100 yıla yakın saklanmışlar, ancak 2000’de basılabilmişler.
Ana eser – yorum eser ayrımı veya romanın film yapılması çapraz medya problematiği ve anafikir / ana tematik:
Bu açıdan bakınca, her 2 yönetmen de, Lynch de, Jodorowski de, ‘Dune’i feci yanlış algılamış, anlamış ve yorumlamış bizce. İşin tuhafı, ikisinin de öne çıkardığı tiplemeler romanda çook tali tipler. ‘Dune’ın anafikri bir acaiptir: Bir cehennemi bir cennet yapmak da, birilerinin cennetini cehennem yapar veya cehennem bile, bazıları için cennettir.
Bu arada ‘Dune’, Arapça olup, ‘toprak’, ‘çöl’ ve ‘Dünya’ demektir. Dolayısıyla ‘Dune’da İslam’ın ve tasavvuf üzerinden zenin esas alınması olağan, çünkü tasavvufun İslam’a girdiği bölgelerde de çok çöl var. Ayrıca bu konu, ancak 20. Yüzyıl’ın sonunda ve bir Japon, evet bir Japon tarafından bilimselce açımlanabildi. Yani, işi beceren Japon, bir doğulu ama sözü geçen 2 yönetmen batılı. Batılılar’ın İslam’a bakışı, ‘Amerikan Tanrıları’nda İslam, cin bölümü gibi, fecinin ötesinde bir fecaatlikte oluyor. Üstelik bu, oryentalizm bile değil, başka bir rezillik, beyin rezilliği, zihin rezilliği, kültür rezilliği.
Çapraz medyalık:
Kimse bilmeyebilir ama adı konup popüler olmadan önce de çapraz medya, kullanılan bir stil, tarz, teknik, vd idi. Sonuçta, çizgiromanların film yapılmaları taa en eskilere kadar gider. Ticari kart ise, koleksiyonculuk tarihinin gösterdiği üzere, çizgiromandan ve çizgifilmden önce de vardı, oyuncak da öyle.
Romanın aslında çizgiroman olmaya daha uygun olması: Her 2 yönetmenin tarzında da ayrı ayrı olarak, ‘Dune’un çizgiromanı yapılabilirdi, hem de bu 2 yönetmenin ayrı ayrı birer yönetmenliğinde. Unutmayın ki Kurosawa, kendi filmlerini çekmeden önce, kare kare resimlerdi, özellikle ‘Rüyalar’ için bu belgesel bile yapıldı.
Bugün hala, 4-10 arasında çapraz medya dil ve eser dönüşümünün hangi sırayla veya toptan yaratılması gerektiğinin henüz bir kuralı veya sistemetiği yok. Herkes dene-yanıl gidiyor. Tutmayan dizi veya çizgiroman, ABD tipi ‘publish / sell or perish’ anlayışıyla yarıda kesiliyor. Kaldı ki Lynch’in ‘Dune’u tam bir gişe barasızlığı gösterdi, adam adının filmden çıkarılmasını bile istedi.
Negasyon ve Çıkış:
Fena olmamış, elimizde 2 tane örnek veya 1tam örnek ve 1 eksik örnek olunca, bu işin nasıl yapılmaması gerektiğini görüyoruz. Yani, aslına bakılırsa, birinin yapılmadığı iyi olmuş, öbürü de keşke yapılmasaymış.
Olsun, işte biz de onları negasyonlarız böyle. Bu da bir işlevdir. Kötü örnek de, bir örnektir ve örneklemedir.
Bu iş nasıl mı yapılır?
Yeni ‘creator’lar var ya, onlardan biri 6 temel ‘Dune’ romanının ve mümkün olduğu kadar çok oğlu ‘Dune’ eklemelerini okur, sonra bir konsept yaratır. Ve onu bir dizi yapar ama isterse, çizgifilm bir dizi. Daha da güzeli, birbirinden bağımsız 2 ekiple hem dizi yapar, hem dizi çizgifilm, Japonlar hep öyle yapıyor zaten.
Dipnot ve şerh:
Jodorowski’deki tiplemelerin romanlarla hiçbir ilgisi yok. Romanlarda, Orson Welles’in canlandırabileceği bir tip hiç yok örneğin.
Bu işi, ya Oshii becerebilirdi, ya da Enki Bilal.

(24 Ağustos 2017)

Kıbrıs Gazisi Ermeni Türk

Yaşamda çok tuhaf durumlar oluyor.
Asala’nın suikastler yaptığı ve Türk diplomatları öldürüdğü dönemde, Ermeni kökenli bir Türk, Kıbrıs’a savaşmaya gidiyor, gazi oluyor. Aradan yıllar geçiyor, vefat ediyor ve gazi olarak kendisine kilisede askeri cenaze töreni yapılıyor:
“Kilisede düzenlenen cenaze töreniyle uğurlanan Kıbrıs gazisi Murat Mihran İşler’in, Kıbrıs’a giderken silah arkadaşlarına daha yakın olmak için kendini Murat olarak tanıttığı ve böyle bilindiği ortaya çıktı.
Gazete Habertürk'ten Hasan Örnekoğlu'nun haberine göre; İstanbul’da pazartesi günü yaşamını yitiren ve önceki gün Meryem Ana Ermeni Kilisesi’nde düzenlenen törenin ardından toprağa verilen Kıbrıs gazisi Murat Mihran İşler’in ailesi, babalarının tam anlamıyla bir vatan sevdalısı olduğunu söyledi.
Türk bayrağına sarılı tabutun kiliseye askerlerin omzunda getirilmesinin kendilerini çok duygulandırdığını belirten Murat Mihran İşler’in yeğeni İstanbul Kuyumcular Odası Başkanı Norayr İşler, “Amcam zamanında askere komando olarak gidebilmek için gönüllü oldu. Hatta boyunun 2 santim kısa olması yüzünden sorun yaşamış ama bir şekilde gitmeyi başarmış” dedi. Amcasının ‘Murat’ ismini Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında kullanmaya başladığını söyleyen İşler, “Kıbrıs’a gideceği belli olunca adını ‘Murat’ olarak herkese duyurmuş. Bunu orada yabancılık çekmemek, diğer silah arkadaşlarına yakın olmak için yapmış. Zaten daha sonra da herkes amcamı Murat diye tanıdı. Kendisi Hıristiyan’dı. Ama tam bir Türk’tü” diye konuştu.”
Bana ters geldi açıkçası.
Tatar’ım. Zamanında, Tatarlar’ın 2. Dünya Savaşı’ndaki Nazi işbirlikçiliği konusunda ırkttaşlarımla tartıştım.
Orta tehcir var. Ortada Asala var. Ortada Kuzey Kıbrıs’ta 43 yıldır işgalci durumunda kalan bir ordu var. Bu durumda; ermeni kökenli bir TC vatandaşının, kalkıp gönüllü olarak Rumlar’a karşı savaşa gitmesi, gazi olması, adını saklaması veya değiştirmesi, çook Türk filmi kokuyor bana: Melotrajik değil, melodram değil, melokomik görünüyor.
Bunu kültürolojik açıdan imlemek istedim ve notladım. Nokta.

(24 Ağustos 2017)

Hillary Clinton: “Trump Sahnede Tepemde Dolanırken Tüylerim Diken Diken Oldu”

Ha ha ha.
Hiç gülesim yoktu.
Kendisi şöyle demiş:
“Toplantı formatında düzenlenen tartışma programı sırasında 1,90 boyundaki Donald Trump, sorulara yanıt verdiği sırada 1,65 boyundaki Hillary Clinton’ın peşinden ayrılmamış, Clinton’ı adeta kuşbakışı izlemişti.
12 Eylül’de piyasaya sürülecek olan ”What Happened-Neler Oldu” adlı kitabından parçalar okuyan Clinton, ”Bunun doğru olmadığını düşündüm. İkinci tartışma programını yapıyorduk ve Donald Trump arkamdan, tepemden ayrılmıyordu. Tüm dünya daha iki gün önce Trump’ın kadınları elle taciz ettiği için nasıl böbürlendiğini öğrenmişti. Şimdiyse küçük bir sahne üzerindeydik ve nereye yürürsem peşimden ayrılmıyordu, bana dik dik bakıyordu, yüz ifadeleri çok tuhaftı. Son derece rahatsızlık verici bir durumdu. Neredeyse ensemde soluyordu. Tüylerim diken diken olmuştu” ifadelerini kullanıyor.
Clinton, kitabında, “Öyle bir andı ki, bir an her şeyi dondurmak ve tartışmayı izleyen herkese, ‘Benim yerimde olsanız ne yapardınız? Sakin olmaya çalışır, gülümsemeye devam eder, kendi özel alanınızı ihlal etmiyormuş gibi mi yapmaya çalışırdınız? Ya da ona döner, gözünün içine bakar ve yüksek sesle, net bir biçimde, ‘Benden uzak dur sapık, yanıma yaklaşma! Kadınları korkutmaktan hoşlandığını biliyorum ama beni korkutamazsın, geri dur’ mu derdiniz?” diyor.”
Bu kadın; kendinden 25 yaş genç erkek bir politikacıya ‘yerim seni çıtır’ bakışlarıyla fotoğrafçıya yakalanan biri.
Bu kadın, Libya’da ABD askerlerinin kendi kaprisleri uğruna ölüme yollamış biri.
Sonra da kalkmış, mazlum edebiyatı yapıyor.
Ne kadar tanıdık, değil mi?
Artı:
Trump’ı seçtiren de oligarklar, Clinton’ı seçtirmeyen de.
Aynı oligarklar, Obama’ya Cumhuriyetçi bakanı da, dışişleri bakanı diye Clinton’u da dayamışlar ve Obama Afganistan’an 8 yılda bir türlü çıkamamıştı. Şimdi de Trump, yeniden asker gönderiyor oraya.
Yani dişi Clinton:
Senin biricik-sevgili vajinan kıymetli de, can da, Dünya’da senin sayende tecavüze uğrayan on binlerce kadınınki patlıcan mı?
Yürü be Hillary: Kim tutar seni?
(24 Ağustos 0217)

18 yaş altına oy hakkı Estonya'da seçim vaatlerini değiştirdi: Kaykay parkı

1 Nisan şakası gibi bir haber olmuş ama gerçek:
“Estonya'da yerel seçimlerde 16 ve 17 yaşındaki gençlerin de oy kullanılmasına izin verilmesi, siyasi partilerin seçim vaatlerini etkiledi.
18 yaş altı 24 bin gencin oy kullanılmasının beklendiği Ekim ayındaki seçimlerde siyasi partiler, ilk defa oy kullanacak bu gençleri etkilemek için, onların daha fazla ilgisini çekecek vaatler sunmaya başladı.
Başkent Talinn'in belediye başkan adayı Rainer Vakra, kente bir kaykay parkı yapma sözü verdi.”
Zamanlar değişiyor. Hem de çook.
Sanırım bu bir ilk.
Bunu tartışan insanlar varmış ama sonuçta birçok ülkede 16-17 yaş; evlenme, ehliyet alma, sigortalılık yaşı. Bizim tartışmak istediğimiz asıl konu bu:
16, 17 veya 18 diye nicelemeden; idam, evlilik, ehliyet, sigorta, seçim, seçilim gibi altyaş sınırı olan konuların haklarının ve yükümlülüklerinin birbirinden ayrımı. Sonuçta ehliyeti varsa, arabayla kazara adam öldürebilir de.
Örneğin, neden hep seçilim yaşı, seçim yaşından yüksektir? Seçmenlerin sorumluluğu, milletvekillerinin sorumluluğundan daha mı az veya hiç mi yok yoksa?
Bu, güzel bir tartışma alanı. Sürdürülse gerek.

(24 Ağustos 2017)

Fotoğraf(l)a Nasıl Küfredilir?

Tarkovski gibi, filmlerine yerli yersiz birkaç kare haç karesi yerleştirerek, SSCB gibi bir ülkede reel sosyalizme küfredilir.
Ülkü gibi, ölü kedi çekerek, kediseverlere ve kediseverliğe küfredilir.
Fassbinder gibi, ‘1968 Sonbaharında Almanya’dizisinde, kendi bölümünde, ortalıkta Adem Baba gibi dolanarak, 1968’in heteroseksizmine küfredilir.
Von Trotta gibi, ‘Hannah Arendt’ filmini çekerek, Museviler’e ve bugünkü koşullarda İsrail’e küfredilir.
Soru kipi 1: Yine Von Trotta’nın ‘Rosa’sında, Rosa’nın bir domuz çiftliği ve onu az döven bir koca sahipliği hayali, feminizme bir küfür müdür? Sonuçta, söyleyen de, söyleten de / aktaran da kadın (Rosa gerçek yaşamında, gerçekten bunun mealinde bir şey söylemiş ve işin tuhafı, toplama kampında ölen ve ne Musevi, ne marksist olan Kafka’nın Milena’sının da böyle bir söylemi var).
Soru kipi 2: Atatürk’ün mayolu fotoğrafı, onun kutsallığına bir küfür müdür?
Çizgen gibi, elips olmayan bir kompozisyonu elips çiziminin içine alarak sergilemek fotoğrafa küfürdür.
Renkli fotoğraf kitapları yazanların bilimsel cehaleti, fotoğrafın görselliğinin nörolojisine küfürdür.
Prokodin-Gorskii’nin fotoğraflarının 100 yıl sonra gerçekten asıl durumlarına, renkliliklerine gelebilmesi, tüm fotoğraf tarihine toptan ve çok ağır küfürdür. Seni aşanı ez ve kaydını sil, tezidir, sanatsal ve bilimsel faşizmdir aynı zamanda.
(23 Ağustos 2017)



Cumartesi, Ağustos 26, 2017

Bülent Uluer Hiç Ayamamış

2013’te Habertürk’te Kürşad Oğuz’la konuşmuş:
4 konu:
Askerin gücü:
“Bir gün babam “Otur bakayım” dedi, “Polislerin ayakkabısını gördün mü?” Evet baba, dedim. “Nasıldı” dedi. “Benimki gibi”, dedim. “Benimkine bak” dedi. O zaman 2 tür subay potini var. Biri Roosevelt, diğeri Churchill. Roosevelt uzun, konçlu. Churchill’ler kısa. O, Roosevelt giyerdi. “Bak oğlum” dedi, “Öteki ayakkabı kıçınıza girerse, kolay çıkar. Bendeki bir girerse, bir daha çıkmaz. Bunu git, arkadaşlarına da söyle.””
Adam, daha ne desin?
Bozmak istemediği Harp Okulu kültürünü bile bozmuş, oğluna iyilik için.
1960’da girdi, aymadılar; 1971’de girdi, aymadılar, 1980’de girdi; bir daha da çıkmadı, hala da aymadılar ANAP-AKP çizgisinin asker ürünü olduğuna.
Silahlı mücadele:
“Mesela Dev-Genç’in toplu silah alımına başkan olarak hiç şahit olmadım. Vardır mutlaka, babasının silahını almıştır.”
En zayıf olduğu konu bu. Çünkü Dev-Gençliler, 1968’den başlayarak, Filistin’de en kalabalık olarak eğitim gören grup. Silah getirdiklerini de kendileri anlatmışlar zaten. Uluer’in bunları bilmemesi ayrı bir kabahat, bilip söylememesi ayrı bir kabahat. Çünkü, 1981 gibi, kendisi de Filistin’e kaçtığını kendisi anlatmış.
Ancak, bu konuda kendisine güvenirim, çünkü alengirli işleri yapanlar, karda yürüyüp iz bırakmadılar: Daha 1968’de, Siyasal’da uyuşturucu satılır ve kullanılırmış ama bilen azmış ve susarmış, bunu da Atilla Sarp yazmıştı zamanında.
Kürtçülük:
“Kürt sorunu düzgün çözülürse, özellikle bu barış süreci kavgasız dövüşsüz, inatlaşmadan, Kürtçe anadil eğitimi olacaktı olmayacaktı fazla ısrar etmeden -hükümeti kastederek söylüyorum-, Rojawa’da fazla komplekse kapılmadan halledilebilirse, burada da Kürtler var, Kuzey Irak’ta olduğu gibi kendi devletlerini veya özerk bölgelerini kurabilmeliler denirse, belki…”
Buna ‘oha’ demiyorum, ‘vah zavallı vah’ diyorum. Anter anılarını yazmış yayınlamış, 1983’ten beridir faşist bir Kürt ulusalcılığı var, adam neler diyor?
Devrim:
“Humeyni devrimci değil miydi?
Evet.
İyi devrimciydi üstelik, yaptı. Ama Humeyni sosyalist değildi. Üçünü aynı anlamda kullandığımız için sol her yiyene muz haline geldi.”
En çok buna ‘oha’ dedim. Söyleşiyi yapana da oha. Humeyni, karı-devrimci idi, devrimci değil. Marksistlerin tamamını öldürttü, üstelik onlar onu başa getirmişlerdi.
Atatürk de, inkılapçı idi, devrimci sözünü kullanmadı. Mustafa Suphi’nin öldürüldüğünü biliyordu ve onayladı.
4’te 0:
Ot gelip, sap gidememiş yani.
Tarih bilinci, eksiymiş yani. Öz bilinci de öyleymiş yani.
Gömün o zaman onu da, tarihin kabrine ve kuburuna.

(26 Ağustos 2017)

Cuma, Ağustos 25, 2017

Doğal, Yapay, Öte Dil

Türkçe’yi çok seviyorum, çünkü o bir doğal dil değil, en azından benim için. Bana verildiği gibiliğiyle ve kadarıyla yapay bir dil iken, ben onu öte-dil (meta language) de kıldım.
Önnotlar: Bir: Tüm diller melezdir, dil ailesi tasarımları da. Yani diller tarihinde, daha önceleri farklı dil aileleri vardı. Gelecekte de farklı dil aileleri olacak. Yapay ve öte dil oluşumları, bunların bir bölümünü kapsar. İki: Tüm mantık dilleri (Aristo’sal olanlar ve olmayanlar), tüm matematik dilleri (örneğin Euclid’sel olan ve olmayan geometriler), zaten hem yapay, hem de öte dillerdir.
Karşılaştırmak için:
İngilizce aşırı melez bir dil: Ana yapısında belki 10 (eski ve yeni) dil var: Anglca, Saksonca, Galce, İrlandaca, Keltçe, Danca, Nordikçe / Vikingce, Fransızca, İskoçça. Üzerine 100 dilden (sömürgecilik dönemi nedeniyle) sözcük ödünç aldı. En basit örnek, 350 yılda ‘thou’nun kullanımdan kalkması. Ki bu da, onu yamuk yumuk semantikli kılıyor.
Türkçe Ö-E-T (özne, eylem, tümleç), İngilizce Ö-E-T yapısında. Ama bu kesin bir fark mı belli değil, çünkü Çince’nin ne sözcüğü var, ne hecesi, ne de harfi. Dil tarihindeki dil tanımlamaları ise, 100 yıllık hepi topu ama yazılı dil 5-6 bin yıllık. Sümerce, pek bugünkü tanımlara girmiyor örneğin. Bazı dillerin zaman kipleri bir acaip örneğin.
Yani benim bakış açımdan doğal diller, dil altı anlambilimde diller, eksik diller, düzensiz diller, tanımsız (veya sentetik ve analitik tanıma gelmeyen) diller olmakta.
Yapay diller ise, bunların tersi olmakta.
Öte diller ise, özellikle semantik açıdan öte diller olmakta: Tümlev imi gibi. Tümlev imi’ni gündelik dile döksek, şöyle bir şey olur belki: Sayıları harfle yazma, rakamla yaz. Sayıları rakamla yazma, yeniden soyutlayarak harflerle (fonksiyon değişkeni anlamında) yaz. Fonksiyonların genel kaplamını / kapsamını hesaplamak için, tümlev imi’ni yarat ve kullan. Nasıl ama? Aynen öyle ama.
İşte benim yarattığım NEK’ler ve yeni sözcükler böyle: Sorun, ‘poliyalektik’ veya ‘çokuşum’ demek değil, bunları tanımlamak sorun: Poliyalektiğin Euclid, Riemann, Bolyay-Lobaçevski geometrilerini tanımlamak sorun. Hep böyle, dilselce 1 adım yukarı ötelemek sorun. Süreçleme tao’su’nda kalabilmek sorun.
Veya bir önceki paragraftaki gibi, genelde yapılmadığı gibi, bir iki nokta üstüste ertesinde bir tane daha, bir tane daha ve böylelikle içiçe n tümce/cik kurmak.
Bunu Türkçe’de yapabiliyorsun ve bir de İngilizce ile aynı dil ailesi içindeki Almanca’da ama İngilizce’de sakil kaçıyor veya anlamsal içeriği kavranamıyor öyle yapınca.
Bu, Türkçe’nin sözcük üretebilme bükümlülüğünü, tümce / tümcecik / altümce üretebilme biçiminde bükümleyerek ötelemek aslında.
Ki bu meta-mantık ve meta-matematik için de kullanılabilir aslında.
Tamam, İngilizce Dünya dili ama bildiğim kadarıyla resmi olarak da Türkçe en düzenli dil ve benim kullandığım ve yarattığım biçimiyle de, en öte-dil.
Şimdilik yani.
Düşünce-öte için ise, bunun n değil, N adım ötesi ve belki de 999 yıl gerekiyor daha.
Kendimce oralarda takılıyorum henüz ve muhtemelen artık düşünce evrimi yolumun sonlarındayım.

(22 Ağustos 2017)

Nephtali: Motor Çapraz Medya: Glen Keane

Bu gördüğüm ilk örnek.
Dans, aslında önce motorlanmış ve çizer onu çizmiş sonra.
Keane, şöyle bir şey de yapmış:
Eksik / içrek olanı, öte olan kılabiliyor yani. Tek örnek değilmiş yani.
Motor, film, çizin yani.
Çapraz medya yani.
Öte-çapraz medya yani.
İstisnasal yani.
Henüz yani.
Dipnot:
Stop-motion koreografi’de de gördüğüm ilk örnek. Bu, ne yazık ki sahnede mümkün değil. Henüz yani. Holografi ile mümkün olur. CGI da eklenirse, tadından yenmez. Şu anda mümkün bu, not düşmüş olalım.

(21 Ağustos 2017)