Cuma, Eylül 12, 2014

Tuhaf 1 Oktalektik

Antik Yunan’da, Sokrat-Platon-Aristo triyalektiği vardı.
http://felsefe-1.blogspot.com.tr/2012/07/aristo-lao-tzu-proto-sentezi.html
Antik Çin’de Sun Tzu – Konfiçyus – Lao Tzu triyalektiği vardı.
http://blog.milliyet.com.tr/sun-tzu---konficyus---lao-tzu-triyalektigi/Blog/?BlogNo=263328
Aristo-İskender çatışması da vardı. İskender İskenderiye’yi kurdu. İkisinin de bir diğerini öldürtmek istediği rivayet edilir.
Onlar gittikten 100 yıl falan sonra (M.Ö. 200’de) İskenderiye Kütüphanesi’ndeki Eratosthenes; oturduğu yerden, Dünya’nın, Güneş’in ve Ay’ın yarıçapını, Güneş’in ve Ay’ın Dünya’dan uzaklığını hesapladı.
Antik Çin’de ise, adı anılan üçü gittikten sonra, yine aynı dönemde (M.Ö. 200’de) Qin, Çin’i tarihinde ilk kez birleştirdi, Çin’i Çin yaptı, adını da verdi.
Bu durumda, son 2 kişinin, ayrı ayrı, diğer 7 kişiyle 7 x 7 = 49 diyalektik ikilisi tanımlanabilir demektir. Elde 2 triyalektik vardı, zorlanırsa 6 + 6 = 12 triyalektik daha eklenebilir. Kuadralektikler ise, tanım gereği (Antik Yunan ve Antik Çin ayrı ayrı olmak üzere) 2 tane olur.
Bu epeyi kalabalık bir poliyalektik olur ama yine de temelde oktalektiktir.
Ve sanırım, epistemik öznel tarihçem açısından değişim şerhiyle birlikte, en az 5 yıllık olan daha önceki 2 triyalektiğe oranla, daha farklı birer epistemik panorama ve perspektif verir bize.
Sonuçta, epistemik-dahi olan Eratosthenes’tir, Qin değil.
(Uzak Doğu) Asya Metafizik sentetik diyalektiği, açık ara olarak Avrupa Metafizik analitik diyalektiğinden epistemik olarak üstünken, ileriki adımlarda aynı konudaki kuadralektiğin ve oktalektiğin tersine bir sonuç vermesi, bizi epistemik küsuratın tarihsel ve bilimsel sonuçları nasıl değiştirebileceğini bir kez daha düşünmeye davet ediyor, beni de.
(12 Eylül 2014)

Çarşamba, Eylül 03, 2014

Terör ve Medya Geştalltı

Bu kavramı kullandığını ilk gördüğüm kişi William Gibson’dır. Bilimkurgu romanı ‘Neuromancer’da, Tavernier’in aynı adı taşıyıp ilk kez orada kullanıldığını gördüğüm, ‘naklen ölüm’ filmindeki aynı adlı tema, grotesk bir biçimde kullanılır. Tavernier daha bir arkaik romantik biridir, Gibson ise geleceğin karanlığının romansçısıdır (neu-romancer).
Her 2 durumda da fark noke.
Terör kavramını da içeriğini de günümüz icat etmedi. Fransız Devrimi ertesinde Terör Dönemi, çok farklı yorumlansa da, ilk resmi terör dönemidir ve tanımıdır. Sonra anarşistler ve nihilistler geldi ve kavram bugünküne eşdeğer anlama kaydı. Bugünkü Terör Çağı ise, henüz kurulmamış olan İsrail’in kurulması içn, içindeki 45 Musevi ile birlikte havaya uçurulan ve toplamda 90 kişinin öldüğü otel hikayesiyle başladı denebilir ki bunu yapan ne dindaşlarını öldürmekten rahatsızdı, ne de İsrail’in kurulmasına vesile olup, yeni toplama kampları yaratılmasından: Dikkatinizi çekeriz: Bunlar, (her ikisi de Primo Levi patentli) ‘şimdi değilse ne zaman?’ ve ‘bunlar da mı insan?’ mitinin çocukları değil, kendileri idiler ve nedense bu pek dikkati çekmedi.
Yani, genel bir epistemik geştalt olsa da, medya geştaltı, 1968 kuşağından önce de vardı.
Sonra Leyla Halid geldi: Hani, sonradan evlenip çoluk çocuğa karışıp, çocukları Metallica dinleyen anne ki bir anti-medya geştaltıdır ve bunu hala kimse görmüyor.
Gelelim bugünlere:
IŞİD var elimizde ve bir de sarı kafaların ve artı beyaz Türkler’in dehşeti.
Ondan önce canlı bomba vardı ve sanıldığı gibi onu Müslümanlar değil, Hindular (Tamil / Sri Lanka) icat etti ki bu en bir medya geştaltlı idi.
Sonra, bizim 2003’teki ‘2 x 2 = 4’lük medya geştaltlı terör dalgası geldi.
Eh, en son da IŞİD geldi.
Uyuşturucu da böyledir: En yüksek doz yoktur, ölüm (tükeniş) vardır.
Terörde ise, medya geştaltı maksimumu vardır ve IŞİD onu geçti.
Her ne kadar daha önceleri de naklen savaş geyikleri vardı ama tv’ler naklen kafa kesme göstermezlerdi o zaman.
Peki, en kişisel, en müstehcen, en vahşi, en korkutucu öldürme biçimi nedir?
İşte, bu sorunun yanıtsızlığı (veya çok yanıtlılığı), medya geştaltsızlığını ve ona vardığımızı imler.
Bundan sonra ne mi?
‘İstanbul’a atom bombası atılırsa ne olur?’
Bitmedi daha var:
3 milyon kişi 1 atışta nasıl öldürülür?
Bitmedi daha var:
İnsan türü şu an bitse ne olur?
Bitmedi daha var:
İnsan sonrası tür nedir?
Bitmedi daha var:
Ölümsüzlük nasıl yaşanır?

Eh, sonuçta bunlar da birer değilleme (negasyon).

Salı, Eylül 02, 2014

Blogcunuz Şeytanın Bacağını Kırdı

Şeytan da onun kafasını...


Kediler bile hepi topu 9 canlı, ben kaçıncı canımı yitirdim artık sayamıyorum.
Yaklaşık 9 aylık evsizlik, 1 ay parkta yatma, lümpen proleteryanın dibine vurma maceramdan sonra sanal sahalara geri döndüm.
Tabii ki bendeniz canımın derdindeyken, blogcu kasapları et derdindeydi ama gördüm ki blog koyunlarından artık pek et çıkmıyor.
Yani herşey, eski hamam eski tas.
2 büyük blogdaki okunma ve yazılma sayıları aşağı yukarı aynı. Eskiler daha da yaşlanmış, gençler daha da verimsizleşmiş.
2 büyük blog için toplamda tavan sayı olarak 7 bini düşündüm. Şu sıralar galiba 14 bine ulaşılmış durumda, bir kontrol ederim sonra.
Biri 4, biri 2 yılda menziline vardı yani.
Blogcular balık hafızalı ve maymun iştahlı olduğu için, yeni mecra arayışlarını sürdürüyorlardır ama tabii rahmetli Yurtsan Atakan gibiler her 10 yılda bir bile çıkmıyor ki yeni mecralar oluşturulsun.
Yani, sen ben bizim oğlan.
Yazarken yineleme yapmak kolay. O nedenle, bu metinde kafama takılan tek bir konuyu işleyeceğim yeniden.
Neredeyse 10 yıldır yazan ve okunduğu açıkseçik belli olan, hatta ilk büyük blogun gazıyla kitap da çıkarmış olan deneyimlilerde ruh kalmamış. Niye?
Tamam, yaşlılar da, yazar olsan da yaşlanacaksın ve zaten yazarlık ölmeye (ve unutulmaya)  karşı bir panzehir durumunda.
Çok okunanlara bakmıyorum. Onlar her yıl değişiyor zaten: Daha önce dediğim gibi, Özakman gibi 1 yılda 1 milyon satıp sonra 0 satmaktansa, Kemal gibi 50 yılda 1 milyon satıp sonra her yıl 20 bin daha satmak, yani sürekli okunmak daha evla: Moda olan demode de oluyor.
Yani, biz kullar istedik 1 göz, blog kaynakları verdi 2 göz, bunlar da kendi kendine çıkardı 2 gözü, gibi bakıyorum olaya.
İlla para isteyenler için:
50 yaş üstü bekleyemez, altı bekleyebilir: Günde 2 bin tıklanmayı yakalayan herkes, reklam geliri açısınıdan, 5 yıllık yazma ve okunma analizleriyle, daha da arttırılabilir olmak üzere, emeklilik maaşını garantilemiş sayılır bugünkü rayiçle.
Manevisi bu, maddisi bu bu işin.
Gerisi boş laf.
Örnek: Dakka bir gol, grei döndüğüm ilk günde tek 1 metinle bin okur kazandım.

Gerisi, mabadına güvenen borazancıbaşı...

Quo Vadis?

Dünya ve Türkiye... Aslında tam bir yönelim yok... ABD sonu gelmiş bir hegemon ülke konumunda, Türkiye Tanzimat 1838’den beridir ne batı-doğu, ne de kuzey-güney arasında seçimini yapamamış durumda ki bu saattan sonra seçecek bir batı da kalmadı. Hem ABD, hem TC, hem Dünya açısından kuzey-güney (zengin-fakir) ve doğu-batı (İslam-Hristiyan, Asya-Avrupa, rönesans-orta çağ, vd) çelişkisinin ve çatışmasının ayırtsızlaşmasının (tanımsızlaşmasının, geçersizleşmesinin, farksızlaşmasının muğlaklaşmasının, vd) anlamları neler olabilir? E tabii, tarihsel bir özgürlük olanağı, (üretilmiş değil de) kendiliğinden üremiş bir özgürlük olanağı. E tabii, öyle olmaması daha uygun olsa da, öyle olmaması tanımlı olsa da, tanımlardan çok gerçekler geçerli olduğu için, bu özgürlük, kölelik demek oluyor. Özgürlük köleliliği nasıl yaratır? Kültürel ve mental regresyon gibi süreç işler, tıpkı toplumsallığın özgürlüğünün toplumsallığın köleliğine dönüş(türül)müşlüğü gibi... Kullanılmayan organların dümura uğraması gibi ve aynı zamanda, kanat gibi, çok farklı sınıflarda yine de yeniden yeniden tezahür etmesi gibi... Köleliğe dönüş(türül)müş özgürlük de yeniden tezahür edecek. Nasıl mı? 1929 global kriz idi, 2029 da öyle olacak gibi... 1750, 1848, 1949 devrim idi, 2047?-2051? de öyle olacak gibi. Eh, o da başarısız olacak gibi: Çünkü 1968+1978 ve % 1 gibi 2 makro kuşak, tam 2 makro kez devrim olanağını kullanamadı. E tabii, gelecek kader değildir, gelecekbilim de kehanet değildir. Yani, ne gördük?: Her zamanki gibi, önce kriz-iniş, sonra devrim-çıkış. Bu, geçmişbilim-gelecekbilim sentezi modeline uyuyor. Sorun gıda, su ve enerji krizlerinde. Bir de, şimdiden devreye giren nüfus artışının durmasının dolaylı sorunları / krizcikleri var şimdiden. Yani, ne yapılırsa yapılsın, 2000-2100 arası, dene-yanıl dönemi olacak gibi ve hatta 2000-2014 çoktan öyle oldu bile gibi. Neo-liberal Özal 3,5 gazete kalsın istedi, bugün 35 gazete var. Neo-liberal ABD 200 ülke mi, 20 ülke mi istedi belli değil ama 1945’te 100 olan ülke sayısı, 2014’de 200’ü geçti, sırada 20 aday daha var. Bunlar içinde, anti-ABD adayım Brezilya. Brezilya. ABD nasıl ki eski bir İngiltere sömürgesiyken İngiltere’yi sömürgeleştirdi, Brezilya da eski sömürgesi olduğu ABD’yi sömürgeleştirebilecek; Kanada da bu güce sahip ama o beyaz kafa, Brezilya kara kafa. Ayrıca Brezilya, mafya-devlet ABD’yi aşan bir mafya-devlet oldu ve bu parayla 75 milyon vatandaşına sınıf atlattı, yani kraldan çok kralcı oynadı. Zaten devrimin başarısızlığında bu tüm eski lümpen proleteryaların devrim yapacağına, sınıf atlamayı seçmesinin payı yüksek ve bu da özgürlüğün köleleştirilmesi demek. 100 yıllık bir zaman aralığı ve 10 milyarlık bir nüfus aralığı için konuşuyoruz, demek ki örnekleme yeterince geniş. Gelelim mutantlara, sürprizlere, (psiko-tarih açısından) katırlara: Bağlanmayan (disangaje ve negatif egzistansiyalist) herkes, neo-entellektüel ve özgür olabilir yakın gelecekte. Onlar neler becerebilir, onu hep birlikte izleyeceğiz, dene-yanıl dönemi ve durumu yani...