Perşembe, Şubat 28, 2013

Transnasyonalizm


Eski ve yeni Türk marksistlerinin zayıf tarafı kuramdır. Telif (nakil ve tefsir olmayan) bir kuramsal üretmek onlara nasip olmadı.

O nedenle, eski TKP’li Aydın Engin’in transnasyonalizm kavramı üretmesi, takdire şayan bir tutum ve davranış.

Ancak bu kavramın geçerliliği için zaman ve zemin uygun değil gibi:

“Avrupa hızla (hatta fazla hızla) ve barışçıl bir geçişle Avrupa’daki ulus-devletleri silikleştiren ve Avrupa Birleşik Devletleri diye adlandırılabilecek bir süreci önüne koymuştu. Sonunda tek bir Avrupa devletine varılması hedefleniyordu. Zik zaklarla yürüyen bu süreçten bugün de vazgeçilmiş değil.”


O kadar eksik izleklerle dolu ki bu paragraf...

Bir:

AB nosyonu, Dünya’nın göreli en emperyalist ve en savaşçı sayılan devletlerini birarada tutmak için icat edildi. Buradaki dayanak anasav, barışın savaştan daha çok ekonomik ve politik gelişme getireceği idi. Bu sav son 68 yılda, özellikle de Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra yanıldı ve geçersizlendi. Büyük AB devletleri 1492-1992 arasında ortalama 125 savaşa girmişti. (Koşut örnek olarak, Osmanlı’nın 620 yılda 295 savaş yaşadığını ekleyelim.)

Bunun açılımı şu: Ağaçlar budanınca daha uzun yaşar. Sorun budanmanın zamanlaması ve ölçeklenmesi. (Savaşın burada budanma metaforuna denk düştüğünü imleyelim.) İşin içine, kapitalist sistemin sürekli kümülatif birikim olmamasını katınca, bu barış durumunun kalıcı birikimi yaratamama nedeni anlaşılır.

Buradaki demografik etken, AB’nin yaşlanan nüfusu ve dağılan alie kurum ama bu sanıldığından daha farklı bir izlekte işliyor: Alamancılar Almanya’nın kötü işlerini yapınca, Almanlar rahata alıştı ve bugün yılda 250.000 Alman Almanya’yı terkedip, tıpkı Alamancılar gibi, kendi memleketlerinde yapmayacakları işleri vberbat çalışma koşullarında başka ülkelerde yapıyorlar ki bu da başka bir çapraz kültürel budama metaforu.

İki:

Tek AB ülkesinin / devletinin askeri, iktisadi, siyasi bir çözüm olmadığı (Avrupa için öyle olmadığı) fiilen anlaşıldı. Bu budanma etkeninden başka bir şey. AB bugün askeri açıdan ABD’den korkuyor ve bu tamamen kültüro-psikolojik bir şey, çünkü ABD AB’yi 2 kez kurtardı.

Eğer bağımsız bir AB ordusu kurulursa, asıl AB o zaman gerçekleşir ve 3. Dünya Savaşı AB-ABD arasında çıkar. Garanti...

Üç:

En önemli ayrıntı:

AB’leşme süreci, uluslaşmayı silikleştirmedi, ironik bir biçimde tersine keskinleştirdi. (Artı olarak, dahası Doğu Almanya sınırı hala fiilen geçerli, 20 küsur yıl sonra bile.)

Buradaki ters-örnek durum şu: Yeni Orta Çağ’ı imleyen Bosna Savaşı’nda AB duyarsızlığının temel nedeni, AB’nin birleşip Almanya’ya saldıramaması oldu. Almanya eski-Yugoslavya’nın canına tek başına okudu çünkü.

Artı:

Bugün İngiltere adasındaki İskoçya Büyük Britanya’dan ayrılabilir ama İrlanda adasındaki Kuzey İrlanda değil: Tuhaf bir nasyonalizm kalıntısı.

Artı:

İspanya’dan federatif-muaf bir Katalonya ve/ya İngiltere’den muaf bir İskoçya, AB’yi fiilen yok saydı, sayıyor, sayacak zaten.

Artı:

Dünyanın bütün kara para kurallarının canına okuyup, AB’nin hiçbir bankacılık kuralına uymayan ve İtalya devletinin fiilen yok sayılmasına yol açan Vatikan / Papalık lağv edilmedikçe, AB AB olamaz.

Artı:

Ulus-devletler krallıkla yönetilemez. Yani, bugün krallıkla yönetilen 7 AB ülkesinde krallık kalkmadıkça, AB AB olamaz.

Yani beş:

AB hiçbir zaman AB olmak amacıyla kurulmadı, TC’nin (özellikle AKP dönemindeki) AB üyeliği sahtekar niyeti gibi bir amçla kuruldu.

Artı:

AB’nin sorunu hiçbir zaman ulus-devlet olmadı. Hem koloniyazimi, hem de kapitalizmi başlatan 2 kültürel mod metamorfozcusu olarak tarihsel pili tükendi ve kimse de onun yerini almıyor, ABD dahil: Sorun bu...

Metnin dışına taşan ve hem alıntılanan veh mey orum yetinin dışındaki metinlerde irdelenmesi gereken son alıntı şu:

“Yeryüzünün her yerinde küresel sermayenin saldırısına karşı ancak küresel düzlemde ve küresel birlikler üretilerek karşı konulabilir.”

Bir tek şerh: Gerilla ordusu da, transnasyonal mafya ordusu da global / makro değil, küçüktür. Bu savaşın kuralıdır, kanıtlanmış geçerli fiili bir kuralıdır. (Aslına bakılırsa, devletler karşıtı / -dışı kalan sivil toplum örgütleri de zaten göreli küçüktür.)

Son olarak, etimolojik açıdan belirtmiş olalım: Transnasyonalzm ulusötesi değildir, ulusötesi (ulusçulukötesi / ulusalcılıkötesi)  metanasyonalizm olur, transnasyonalizm ulusalcılık-geçiş ve/ya ara-ulusalcılık olur.

Çarşamba, Şubat 27, 2013

No Man's Land




Bu deyim genelde, devletsiz veya 2 devlet arasında bırakılan belirsiz  bölgeler için kullanılır. Tarihsel geçmişleri uzundur. Düşünün ki böylesi bir bölge, 800’lerde Abbasi-Bizans arasında, Anadolu’nun göbeğinde 3 vilayetlik bir alan olabilmiş (bugünkü Adana’nın az kuzeyi).

(Yukarıdan aşağı 5. harita.)

5.000 yıl önce Sümer devleti kurulduğunda Dünya boştu, yani devlet açısından. Sonra sonra sömürgeci dönemde, en azından kağıt üzerinde Yeryüzü’nün her noktası paylaşıldı, Antarktika bile. Ancak fiilen boş bölge çok, Kanada’nın kuzeyinin hala olduğu gibi...

Biz bundan çok, meskun bölgelerdeki boş bölgeleri kastediyoruz.

21. Yüzyıl’da bu türden bölgelere değişik bir devletsiz bölge tanımı katılmış:

“Konuya daha çok güvenlik perspektifinden bakan Lamb’e göre asıl mesele, bölge ülkelerinin muhalefeti değil, belli ülkeler içinde oluşan yönetilemeyen noktalar. Devlet idaresi dışında yaşayan insanlar, farklı seçeneklerle karşı karşıya. Bir bölgede devlet idaresi yoksa da yerel güçlerin koyduğu kurallar var. Batı, askeri güç kullanarak, iç politikaya müdahale ederek yerel güç dengelerini bozdukça yönetilemeyen bu alanların sayısı artıyor. Somali’deki gibi, Afganistan’daki gibi, Libya’daki gibi. ‘Kaddafi’nin devrilmesinden sonra Libya Ordusu’nun yağmalanan silahlarının Mali’de karşımıza çıkmasına şaşırmamalıyız’ diyor İngiliz generali.”


Ne kadar kısa, ne kadar açıkseçik, ne kadar novum bir tanım...

Bu sıfır: İnsanlar otonomiyi beceremiyor. (Bu başlık, tümüyle ayrı biçimde yazılacak epeyi metnin konusu.)

İzleyebildiğimiz kadarıyla bunlardan 50-100 arasında oluştu. Bu bir. Korkunç bir miktar ve bu yüzyıllar sürebilecek kaos demek. İlginç olanı bu bölgelerin birçok doğal kaynağın göbeğinde olması. Diğer bir deyişle İsrail’in atom bombası kullanmasının anlamı olmaması gibi, buraları da sıfırlayamazsınız.

İronik olanı bu özgürlük demek. Hem de artı olarak fiili anarşizm. Daha da ironiği aşırı devletçiliğin kaotik ve devletsiz bölgeler yaratması ki bu Dünya Sistemi kuramının en ilginç boşluklarından biri. Bu iki.

Askeri açıdan tarihte hep ileri teknolojinin kazandığı sanılır. Oysa ki Somali’deki soba borusunun Kara Şahin’i düşürebilmesi ve TSK’nin Güneydoğu’da Tatar Yayı ile suikast yapabilmesi gibi, gayet ilkel teknolojilerle 21. Yüzyıl’da bile muharebe kazanılabiliyor. Bu üç.

Aslında ideal olanı, bir ‘no Man’s Land’ federasyonu ama bu hayalin bile ötesinde. Diğer bir deyişle marjinaller birbiriyle ne dost, ne de iletişimde (oysa ki mafya bile çokülkeli düzeyde örgütlenmiş durumda). Bu dört.

Görüldüğü gibi, 5.000 yıllık tarih tekerrürden ibaret değil.

Tüm bunların hepsinin birleşik alan vektörü ise, hiç kimsenin aklına gelmeyen ve kullanamadığı tarih-öte / evrim-öte ansamı. Nasıl ki ABD’nin mekik komedisi Çin’i uzay yarışına sokup, Mars’a gitmeyi 30 yıl öne aldıysa, ilk uzay devletinin kurulması da, bu gelişmeler sayesinde belki 50 yıl öne alındı. (ABD-İngiltere-Fransa 1776-1789 ve Osmanlı-Çarlık / Türkiye-SSCB 1915-1925 yerzamanları, bu açıdan irdelenmesi gereken yerzamanlar.) Bu beş.

Ha, gerisi mi?

Ha ‘No Man’s Land’, ha ‘Man’s Land’... Hepsi küçük insan debelenmesi sonuçta... Şükür ki geleceğin şafağının alacakaranlığına girdik çoktan...

Hey siz insanlar, devletleriniz sizin olsun. Evren’i rezil etmeyin haa...

İşte bu, novum neo-anarşizm olmakta...

Nokta...

Salı, Şubat 26, 2013

Ulus-Devlet ve Aydın Engin


Takma dişli ve huzurevi sakini 1968’liler, epeyi süredir mental ve kültürel konfüzyon yaşıyorlar. Bunlardan eski TKP’li, yeni emekli sayfiyeci Engin, ulus-devlet üzerine inciler döktürmüş.

Saptama:

Bunlar 1968’de de böyle kavram karmaşası yaşıyorlardı ama o zaman global bir karmaşa idi bu ve onlar da genç idi. Kuramsal metinler yazabilen bir entellektüel kavramları(nı) hiç olmazsa orta yaşa geldiğinde, bir başına düşünürek rafine edebilir. Oysa bunlar, hala ‘benim oğlum bina okur, döne döner gene okur’ havasındalar.

Gelelim Engin’in saptamalarına:


“1848’de ise sermayedar sınıflar bütün Avrupa’da iktidarları ele geçirdiler. O yüzden 1848’e “Halkların Baharı” dendi. Kapitalist sınıf öncülüğünde ayaklanan halk kitleleri  aristokrasinin egemenliğine bütün Avrupa ülkelerinde son verdiler.

Birbiri ardına ‘ulus-devlet’ler kurulmaya başlandı. Fransa’da Frank, Breton, Korsa, Galya kabilelerini tek bir çatı altında buluşturmakta yarar ve çıkar vardı. Burjuvazinin iktidarı millet (=ulus) kavramını üretti. Bütün kabileler feodal kimliklerinden sıyrılıp Fransız milletini (=ulusunu) oluşturdular.”

Bu hatanın benzerini Murat Belge de yapıyor. Bunda, tarih belgelerinin onların gençliğinden bu yana biraz daha geniş içerikli duruma getirilmesinin payı var, yani onların bu konudaki bilgileri eski ama bilmemek değil, öğrenmemek ayıp.

Ulus-devlet oluşumuna hemen 1789 Fransa Devrimi’nin ardından geçildi. Fransa’nın diğer dilleri daha 1793’te yasaklandı ve kullanımları cezalandırıldı (ki zaten on binlerce kişinin konuşmakta olduğu bir dil, ancak böyle yok edilebiliyor).

1848 Devrim(ler)i bütününü irdelemek buraya sığmaz, ancak şunu söyleyelim: 5.000 yıllık dünya sistemi tarihinde halkların isyanı, devletin kuruluşunun başında beridir var ve ekonomik / politik olumsuzlukların epeyi birikmesinin ardından uzun dönemli periyodlarla her yerde ve her zaman yaşanıyorlar. Diğer bir deyişle isyan sınıflarüstüdür.

Artı:

Fransa’daki diğer uluslar feodal ve/ya (Almanya Germenleri gibi) proto-feodal filan değildi ve/ya Fransız Fransızları da ulus filan değildi. Yoktan tanımlandılar ama birincisi tanımlandığında, diğerleri tanımsız değildi veya dil savaşı hemen o zaman (1793’te) başlamıştı.

“Önce uluslar oluştu, sonra ulus-devletler mi kuruldu?,  sorusu saçma. Herbiri ötekini etkileyerek birlikte tarih sahnesine çıktılar.”

Hayır: Önce devlet oluştu, 5.000 yıl önce. Ulus; halk, budun, kabile, vd birçok birleştirici ve genelleyici topluluk adı dizisinde yalnızca bir moment oldu. Ulus-ötesi ise ABD’de daha 1776’da tanımlıydı.

“Bir ulus-devlet titizlikle korunan sınırlarla korunur. O sınırlardan insan ve ille de mal girişi çok sıkı kontrol edilir ve başka uluslardan kapitalistlerin mallarını getirip ulusal pazarda satmaları mümkün olduğunca engellenir. Bu bazan milli olmayan mal girişinin yasaklanmasıyla, ama çoğu kez gümrük duvarları ve gümrük vergileri ile sağlanır; yabancı ulustan kapitalistlerin rekabet güçleri milli pazarda zayıflatılır. Pazar darlığı çeken başka ulus-devletlerin olası saldırılarına karşı milli ordular beslenir ve bu milli ordular üstüne kahramanlık destanları düzülür. Oysa o orduların temel görevi milli sınırlardan yabancı malların ve etkilerin izinsiz sızmasını önlemektir.”

Hayır: Serbest bölge nitelikli ticari devletler 5.000 yıldır var. Onlar klasik politik devlete oranla gayet gevşek politik örüntülü. Dünya sistemiciler, bir devleti devlet yapanın temelde ekonomi mi, politika mı olduğuna hala bir türlü karar veremiyorlar. Onların derdi bizi germedi.

Hayır: Ticaret kimi savaştan çok kazandırdığı ve/ya bazı devletler savaşacak denli askeri güçlü olmadığı için, zorunlu olarak açık pazar devlet olmaya evrilirler ki bunun temel müsebbibi en çok İpek Yolu’dur.

Hayır: Rekabet bu denli kaba ilkelerle işlemez. Rakipler kimi kendilerini zayıflatır, kimi rakiplerini güçlendirir, çünkü ticarette kazançlı olan, savaşta kimin kazanacağı gibi hemen bir bakışta anlaşılamayabilir.

Hayır: Ordusuz devletler tarihte hep oldu. Vassallık haracı, savaşı yitirip talan edilme kaybını potansiyel olarak geçti mi, savaşmanın pek anlamı olmuyor. Örneğin Danimarka, Almanya’ya karşı 2. Dünya Savaşı’nda ordularını çekti ve işgal edilmeyi yeğledi.

Vurgu:

Hayır: Örnekler cımbızla seçilmedi. Konunun anahatları 10-30 başlık üzerinden yürür. Bunların 10’a yakını irdelendi, en azından bu bağlamda...

Bu ulus-devlet argümantasyonu, ironik bir biçimde kendi asla ulus-devlet olmayan ABD’nin idrar zoruyla post-1-modern dönem ürünü olan bir sahte-ideolojiyle post-4/5-modern dönemde yürütülüyor. O nedenle, bugünlerde basınımızdaki Türk-Kürt tarışması da ‘tarak-kelebek’ bağlamında yürütülüyor. O nedenle, enternasyonalist Engin Kürt nasyonalisti borazancılığı yapıyor, hem de Burkay gibi Kürt komünistleri buna tümüyle karşı çıkarken...

Evet moruk aydın abilerimiz. Bu memleketi TİP’ten beridir, 50 senedir düşünce kuburu kıldınız. Artık yeter. Bir de düşünce kabiri olmayacak geleceğimiz. Gidin ve gömülün...

Salı, Şubat 19, 2013

Radikal Blog ve Milliyet Blog



Radikal Blog Rapor 3

Fiili başlangıç:
RB: Eylül 2012
MB: Nisan 2006

Yazar sayısı:
RB: 3.193
MB: 8.069

Yayınlanan yazı sayısı:
RB: 14.733
MB: 403.212

Silinen yazı oranı:
RB: 3.247 / 14.733
MB: ? (Yayındaki yazı sayısı görünmüyor.)

Kategori sayısı:
RB: > 30
MB: > 150

Karşılaştır ve karşıtlaştır:

RB yazarları daha genç yaş ortalamalı.

MB (eski / duayen) yazarları ortalaması, emeklilik yaşını epeyi geçmiş durumda.

Yazarların eğitim düzeyi ortalaması benzer (> 10 yıl).

MB, Türkiye’deki ilk bloglaşma dalgasını yakaladı.

Her 2 gazete de bloglaşma süresi yakınında yönetim değişimi yaşadı.

Diğer gazeteler bloglaşmayı beceremedi, ülke düzeyinde blogcuları cezbedemedi. (Blogcu, gereksiz bir yönde erken ticarileşti.)

MB, daha avam-popüler-bayağı konulara da açık.

RB, politik yazılara daha açıkken, bu lümpen-politik bilinçsizlik durumunu belgeledi. Marjinallik ve ayrallık, Kürt ve eşcinsellik sorununa indirgendi ve onlara tekellendi.

Her 2 blog da, sinema gibi en popüler bir konuda bile sınıfta kaldı. ‘Sinema Blogları’ gibi bir portallaşme, kimsenin / hiçbir editörün aklına gelmediği gibi, yazarların metin-eleştiri düzeyi de oralara yaklaşamadı.

Her 2 gazete de, bu durumda (hem genel blog alanında, hem de alt-blog / sinema alanında) ‘trendsetter’ değil, ‘trendtaker’ olmayı kabullenmiş olmakta. Bu da, her 2 gazetenin (şu andaki) sahibi dolar milyarderi için de, gönüllü üstlenilmiş sıfatlı bir olumsuzluk olmakta: ‘Trendtaker’lar, neo-liberal piyasada er veya geç iflas ederler.

Dolayısıyla internet gazeteciliği şu sıralar, ne köşe yazarlığı gibi  alaturka-Tanzimat kökenli bir geleneğimizi, ne de avangard-gelecekbilimsel bir atağımızı simgeleyememekte ve her zamanki ‘altı kaval üstü Şişhane’ kırmalığında kalmakta.

Son-nokta atışı:

Bu ülke kültürel açıdan bereketli topraklar içerir. Cumhuriyet dönemi yazarlarımız bunun en büyük kanıtıdır. Bu ülke, dünya çapında çok yazar yetiştirmiştir (ama bunlar ne Pamuk, ne de Kemal değildir; Aziz Nesin’dir, Sait Faik’tir). Artı, 3 darbeye ve 3 liberalizme karşın hala da yetiştirmektedir.

Ancak artık, (son olarak yetişen 1968 ve 1978 kuşağı gibi) kendini zekat keçisi olarak ölümüne feda eden aydınlara değil, ileri zekalı ve ileri bilgili yazarlara gereksinim vardır: Bilgi güçtür, bilgi iktidardır (hangisini alırsan). Blog da öyle.

RB ve MB, soyutlama zekası ve üniversite genel kültürü eksikli yazarlar ve adayları yetiştirmiştir (MB’dan 6 yılda 20 tane kitaplı yazar çıkmıştır), 10.000 küsur tane. Bunlar, öğrenilmiş çaresizlik yaratacak denli hazin bir durumu sergilemektedir. Bunun nedeni de, 3. Dünya nezdinde Pamuk gibi kötü yazarlara Batı tarafından verilen ödüllerdir, o nedenle onun gibiler, aday adayları için birkaç onyıldır  örnek / kıble olmakta. Sonuç ortada. İmza bir yazar.

Dipnot: Ülkemizde konuyla ilgili ve nötr-ironik bir yazar örneği olarak, 1946’dan beridir aynı şeyleri yazıp aynı şeyleri (hatta 50 yıl boyunca aynı gazetede) yayınlayıp, üsüne bir de bunu açıkça belirtip, bunu politik eleştiri malzemesi konusu olarak kullanan Çetin Altan örneği mevcuttur  ki o bunu ta o zamandan beridir demokrasi konusunda bir epsilon kadar bile yol alamamamıza bağlamaktadır. Altan’ın zeka konusundaki ölçütü ‘morgtaki kadar beyin çalışması’, bilgi için ölçütü ‘köşe yazılarında gerçek istatistik kulanmak’tır (60 yıl önce bunu kendi uygulardı ama yeni yazılarında artık uygulamıyor, çünkü ‘yaş 70, (pardon yaş 90,) iş bitmiş’).

Pazartesi, Şubat 18, 2013

Politik Ateizm



2. Dünya Savaşı bitiminden beridir, tek tanrılı dinler konusunda global olarak tuhaf şeyler yaşıyoruz.

Reel sosyalizmin ateizm uygulaması engizitörce oldu. Bu da bazı insanların tek tanrılı dinlere geri dönüşünü yarattı.

ABD desen, nesi ciddi ki dini olsun.

AB’de, barış ve birleşme döneminde, hem ateizmin tarihsel zirve yaptığı bir dönem yaşandı, hem de AP’de bir tek ateist parti yokken birçok Hristiyan parti olması gibi, ironik ve paradoksal durumlar oluştu.

2. Dünya Savaşı ertesi kuşağın boşanma-çalışan kadın ailevi dönüşümü yaşaması ertesi oluşan 1968 kuşağının getirdiği başkaldırı dalgasını, onların kalesine onların kalesine bir güzel gol olarak gönderen kapitaistler, son 30 küsur yıldır üzerimize neo-liberalizm dalgasını sardılar. Bu dalganın bir ideolojik özelliğ, milliyetçiliğin ve şeriatçılığın (cihad kanadında da, Haçlı Seferi kanadında da) yükseltilmesi oldu. Bu da temel olarak, zaten son 350 yıldır tuş durumda olan İslam’ın kendi kendini bir daha kuburun ve kabirin dibine itelemesi oto-engizisyonunu yarrattı. Hristiyan taraf ise, giderek ateistleşmekte ki bu da muhufazakar-liberallerin aile kurumunun ırzına geçmesi gibi olağan bir durum.

Ancak, bu durumda reel sosyalizmin ateist engizisyonunun zorunlu olarak bir demokrat ateizm üretmesi gibi, bu yeni Müslüman-Hristiyan cihad-Haçlı Seferi engizisyonu dalgası, kendiliğinden bir politik ateizm yarattı. (Her 2 durumun da reaksiyonist tavırlar olduğu gözden kaçırılmıyor.)

Bu politik ateizm, kazanılabilir kolay bir kale olarak, acilen AB’de bir ateist parti koalisyonu yaratılması gibi yükümlülükler de edinmiş durumda çoktan. Eğer öyle olmazsa, 2050 olmadan (hem Müslüman, hem de Hristiyan) engizisyon bir kez daha kazanacak. Ha tamam, rönesans bir kez daha er veya geç gelecek ama kimbilir ne zaman.

O nedenle, bu politik atezimmin araba satın alabilmek için devrim veya ‘aileme kızdım, devri isterim’ 1968 oyun bahçesi hatalarını yinelememesi ve hakkını kaybedilirken geri kazanıp koruması gerekiyor.

Bu nasıl olur?

Adının öyle olması şart değil ama içeriği kesinkes ateist bir demokrat parti gerek. Ancak, pu partinin gerçekten demokrat olması gerek. Ne ABD’deki, ne de bizdeki 1950-2013 DP’lerinin olmadığı gibi, demokrat değil (yani adı demokrat da, içeriği ve edimi değil) değil.

Evet, negasyon felsefede olduğu üzere, politikada da işlevsel: Fransa Devrimi’nde kral değillenmişti, unutmayalım... Şimdi de (zaten öyle olan) politik din değilleniyor.

Başlamak için küçük ama önemli bir adım...

Pazar, Şubat 17, 2013

Bir Hegemon Daha Gümlerken


Neo-Ekonomik Parametreler 21: ABD’nin Ekonomik Gücü

Önkoyutlar:

ABD’nin tüm (askeri, iktisadi, vd) gücü; reel olmaktan çok, (rakipsizlik / tekkutupluluk nedeniyle) rölatif, (inanç temelli)  spekülatif ve (tersinebilir) psikolojik durumda. Bundaki temel neden, AB’nin 2. Dünya Savaşı ertesinde barış ile çöküşü ve ‘asılacaksan İngiliz sicimi ile asıl’ toplu bilisizliğinin ABD’ye transfer edilmesi. Yoksa, ABD’nin tarihe verdiği zarar, neredeyse Cengiz Han’ın verdiği zarar kadar oldu bile: O 30 (o zamanki) kent-devleti yok ederken, ABD de ona yaklaştı sayılır. Ayrıca onun yıkımı, ondan önce başlamış olan asıl tarihsel makro yıkımın biraz altındaydı, ABD’ninki de öyle sayılabilir: Asıl çöküş, 1915-1945 arasında  AB’nin yok oluşuyla geldi.

Eski SSCB’nin ABD’nin reel rakibi olup olmadığı, o rejim çökeli 20 küsur yıl olmasına karşın hala tartışılırken, bugün Rusya uzay çalışmalarında hala önde ve Rusya Putin yönetimi ABD Obama yönetiminden daha az demokrat değil. (Ayrıca reel sosyalizm hala % 20 oy alıyor.)

ABD kafa üstü çöken ne ilk hegemon, ne de son hegemon.

Hataları temelde eskilerinkilerle aynı.

ABD, ne en uzun süreli, ne de en geniş alanlı etkili hegemon oldu. Dolayısıyla, bu çöküşün zararlarının göreli daha az olacabileceği  kestirimi ile avunuyoruz şimdilik.

Dünya sistemi önermeleri:

“... Belki de Gupta’nın ve Sasaniler’in güçleri, aniden sönen birer pırıltıydı; çünkü yalnızca bir ekonomik gerileme döneminde, rakiplerinin ekonomik ve politik açıdan zayıflamalarının kendilerine sağladığı avantajı kullanmayı becerebilmişlerdi; ne var ki bu bu kötü ekonomik konjonktür, kendi güçlerini de kısıtlayacak ve sonuçta yok edecekti... ” (S: 328)

“artık büyüyemeyen sistem, bir bütün halinde daralmaya başladı...” (S: 329)

“Roma’nın Asya ile yürüttüğü lüks mal tecaretinden kronik yapısal açıkların kapatılması amacıyla çok büyük miktarlarda altın ve gümüş doğuyu akıtılmıştı.” (S: 329)

(Kaynak: Dünya Sistemi, İmge Yayınları.)

Görüldüğü gibi, birçok tarihsel tekerrür sözkonusu.

Şerhler:

Bir: Büyüme ve küçülme, ekonomide de, diğer alanlarda da ardışık olmak zorunda değil. Uzun vadede büyük sayılar kuramı çalışır ama kısa vadede, sözü geçen küçük istisna ekonomiler gibi, ardışıklık bozulması da olabilir.

İki: Tekerrür durumu, aynı matematik modeli kullanmayı getirmiyor. Kestirimin kesinliğini hiç getirmiyor.

Üç: Yani ABD, pekala bir ‘sürpriz at’lık yapıp, bir dönem daha tarihte tutunabilir ama tutunamama olasılığı daha yüksek diye şerh konuluyor yalnızca...

Çıkarsamalar:

ABD’nin çökebileceğini, onun lehinde olanlar da, aleyhinde olanlar da uzun süredir biliyor. Yalnızca çöküşün bedeline kimse katlanamıyor, o nedenle düşmanları bile ABD sürsün istiyor.

ABD’nin çöküşü, 1880 – 11 Eylül 2001 arasında engellenebilirdi. Sonrasında değil.

ABD’nin yerini Çin aldı sayılır, Brezilya da alabilir ama bu global çöküşü durduramaz, 2013 itibarıyla...

ABD’nin çöküşü bir biçimde Kanada’yı yükselttecek. Ancak, eğer bir küçük buzul çağı 2050-2150 arasında bizi yoklarsa, 50 milyon kişi donarak ölür orada.

Tarihsel ekonomik ve/ya kültürel çöküşler o denli olumsuz dönemler değildir, klasik Orta Çağ da öyle idi. Sonuçta, burjuvazinin kökeni olan burglar, üniversiteler ve klasik mantık o zamanda kuruldu. Eh, mahşerin 4 atlısının tırpanlarının feci hızlı işlediği bir dönem için bunlar yetse gerek.

Yeni Olmayanın İşlevinin Kanıtı



NEP20: Altına Hücum

“Dünya merkez bankaları geçtiğimiz yıl yaklaşık son 50 yılın en büyük altın alımını gerçekleştirdi.

...

Rezervlerinde çeşitliliğe gitmek isteyen merkez bankaları, geçtiğimiz yıl içerisinde toplam 534,6 ton altın alımı yaptı.”


Bunun anlamları ne?:

Altının birim fiyatını bu talep arttırdı.

Devletler özel sektörün borsa oyununa artık inanmıyor.

Ne dolar, ne de avro, güvenilir yatırım sayılmıyor. Vurgu: Bunlar, Dünya’nın en güçlü 2 nakit birimi. Bu gösterge, global ekonomik çöküşün en doğrudan göstergelerinden biri. Çünkü parasızlığa doğru yönelim, yeni orta çağların birincil ekonomik göstergelerinden biridir.

Global sürekli kümülatif ekonomik birikim yok.

Neden-sonuç ilintileri birbirini etkileyebilir ama bu tür döngüselliğin, ne kaosla, ne de kozmosla doğrudan ilintisi yoktur. Yani, döngüsel neden-sonuç ilintileri, her 2 türden dönemlerde de tezahür edebilir, etmiştir de...

Altındaki bu arz-talep neden-sonuç ilintisi bozukluğu, tarihte epeyi dönemde görülmüştür: İspanya 1500’lerde Amerikalar’dan değerli metalleri Avrupa’ya pompaladığında, başta kendisi bundan zarar görmüştü. Hatta uzun vadede, bu denli ekstra değerli metalin ekonomik götürüsü getirisini geçmişti ki bunu günümüzün en değerli metası olan petrol için yapılan savaşların maliyeti ve karı farkında da gözledik.

Sonuncusu:

Azalan girdiler ilkesi, ona dört elle sarılmadan önceki sağduyulu yaklaşımlarda daha işlevsel olabilir. Yani, bu türden altına yönelik geç yönelimler, hem global ekonomik zarar verebilir, hem de ekonomik sağduyuyu / itidali bozup, piyasaya panik havası pompalayabilir ki yine yeni orta çağların temel özellerinden biri de bu çığsal çöküş efektidir. (Ve bu da, başka bir döngüsel neden-sonuç ilintisi (nedenlerin sonuçları da yarattığı ve tersi de) ağı durumunda.)

Tüm bu neo-ekonomik parametreler irdelemeler dizisindeki amacımız, tarihte ilk defa bir savaşın yitirilmesinin başındayken bunun nedenlerinin kayda açıkseçik geçmesidir. Yani, gelecekbilim açısından, geleceği kurtarma kaygımız ilkede yok. Zaten yeni orta çağlar da, tarihe fermentasyon getirdiği için yararlı sayılabilir.

Burada tarihi yapanların / yönetenlerin tarihi bilmesi veya tarihsel hataların tarih bilinciyle zararının azaltabilirliği durumu tartışmalı kalmakta ki genelde bunun tersi savunulur ki bu kayıt dizisinin novum epistemik değerlerinden biri de bu sayılabilir belki.

Günün özdeyişi: Yastık altındaki 1 kuş, daldaki çok kuştan yeğdir: Her zaman (yani yalnızca yeni orta çağlar dönemlerinde değil).

Dipnot: Yeni bir ekonomik döneme girilirken, bu denli çok eski parametrenin devreye sokuluşu, yeni parametre epistemik üretiminin ne denli zor olabildiğinin bir göstergesidir. Bir de, yeniler eskilerin orasından burasından patlak veren aşı tomurcukları gibi olmaktalığını daha çok, fermentasyon gazları gibi...

Cumartesi, Şubat 16, 2013

Öküz Patlayacak



Neo-Ekonomik Parametreler 20: Kur Savaşı

Ulu bir Yanti şöyle fetva buyurmuş:

“Dünya genelinde merkez bankaları parasal genişleme uygulayarak, para birimlerinin zayıflamasına neden oluyor. Kur savaşlarının bir gerçek olduğunu söyleyen Schiff, ‘Kur savaşlarının ironisi, onu diğer savaşlardan ayıran şey, kendi kendini öldürmesi’ dedi.

Schiff, ‘Maalesef kur savaşlarını ABD kazanacak’ diyerek, kur savaşlarının, para birimlerini baskılayan ülkelerde enflasyonu sıçratarak ülke ekonomisini öldürdüğüne dikkat çekti. ABD'de enflasyonun olmadığını düşünenin alışveriş yapmadığını söyleyen Schiff, tüketici fiyatları endeksinin geçtiğimiz yıl yüzde 1.7 arttığını, ancak resmi enflasyon rakamlarının tamamen hileli olduğunu iddia etti.”


Bunun benzerini dolaylı olarak İngiltere yaşıyor: 2. Dünya Savaşı’nın sonundan beridir parası değer yitiriyor ama hala göreli değerli bir para İngiliz Sterlini.

Yine de ABD, yeni dönemde, bu parametreyi bu denli zorlayarak kullanan en önemli ekonomik aktör konumunda.

Ancak, bu da sanal bir etken. Onun da borsa gibi, ileriye alışlar gibi, manivela gücü, bir yere kadar geçerli: Sonra manivela parçalanacak.

Yani, şişinen öküz patlayacak.

Ha, bunun bedelini de, yine Dünya ekonomileri ödeyecek. Dünya ekonomilerinin yarısı kadarı nüfus, bir hayal aleminde doğdu ve yaşadı. Onların yaşlılığında emeklilik maaşları bile olmayacak. Halk isyanları da olacak ama yiyecek ekmek olmayınca, devrim de zor yapılır.

Bundan sonrası bilindik öykü: ABD’nin kendi akil adamları onu frenlemeye çabalıyor ama büyük devlet takınağı yönetenleri kör etmiş durumda çoktan. Ancak, bal tutup parmağını yalayan sömürge valileri, deli saçması oyunun durmasını istemediklerinden dolayı, medya aracılığıyla hayali canlı tutuyorlar. Bu gazla epeyi bir süre daha yanılsama sürdürülebilir.

Bu koşullarda ABD, bataklıktan çıkabileceği bir manivelaya fazla abanıp kırmış olan ilk aptal olmayacak tabii ki...

Cuma, Şubat 15, 2013

Yeni Ağızlara Eski Taamlar



Neo-Ekonomik Parametreler 19: Reel Sektörlere Geri Dönüş

Yeni ekonomik parametreleri tanımlarken, eski ekonomik parametrelerin kazandırıldığı yeni parametrik değerleri de irdeliyoruz. Daha önce bunu buğday türü reel metaların ileriye doğru alışlarla, nasıl sanal / finansal meta durumuna dönüştürüldüğünü irdeleyerek yapmıştık.

Şimdi ise, tümüyle klasik bir meta üzerinden irdeleme yapalım:

“Dünyanın en zengin isimlerinden biri olan Warren Buffett’ın sahibi olduğu Berkshire Hathaway ve 3G Capital’ın, sos devi Heinz’ı 23 milyar dolara satın almak üzere anlaştığı belirtildi. Satış miktarının borçlarla birlikte 28 milyar dolara yükseleceği belirtildi.”


Bu adam bunu kar etme amacıyla yapıyor. Bu ölçekte bir yatırım, dolar milyarderleri için bile büyüktür.

Peki, nasıl oldu da böyle oldu?

Süpermarket zinciri, ‘fast-food’ (Mc Donalds) veya slow-food’ (Sultanahmet Köftecisi) zinciri türü, insanların her gün para harcayacağı, ilk para harcayacağı ve her daim para harcayacağı, dolayısıyla da size her daim nakit akıtacağı sektörler, yeniden akla geldi.

Bunun, aslında bir yere gitmemiş olan (yani sanal yatırım dalgası sırasında da geçerli kalmış olan) nedenleri var:

Buraya harcanan para dip paradır, ya da reel paradır, ya da harcanması zorunlu değilse bile, çoğunluk kaçınılmaz olan paradır; yani, kesin paradır. Bu bir.

Eksi reel faiz şu anki ekonomik koşulların dışında da başka bazı koşullarda uygulanan bir yöntemdir. Dolayısıyla, peşin paranın düşük net kazancı bile, o nakitin de kullanılabilirliği nedeniyle  (sonuçta tüm reel ve/ya sanal sektörler kredi kullanır), göreli bir reel kesin kar demektir. Bu iki.

Bunların daha değişik bir görüngüleşmesi olan, düşük kar marjıyla ve peşin parayla çalışma, bu iş alanlarında mümkündür. (Hatta, bizdeki gibi uyanıklık edip, tarım alanında bile, birkaç yıllık vadeli alış yapabilirsiniz) Yani, bu yöntem kendini dayatır (Apple ve Microsoft bile nakite döndü). Bu üç.

Bence Buffet, bir finansal kurt olarak duruma geç aydı. 2007 veya en geç 2008 gibi, ufak ufak o olana kayabilirdi veya kaydı da henüz biz bilmiyoruz.

Bizimkiler, her zamanki gibi birkaç yıl geriden gelirler ama o zaman yine geç kalmış olurlar, çünkü global ekonomi iyici kısa menzillileşti.

İşte bu:

Eğer, sen banka tasarrufunu harcatmakla yetinmeyip, tüm tüketicileri, birkaç yıl ileriye doğru harcattırırsan, o bütçeler er veya geç iflas eder: Sürdürülebilir borçlanma yoktur. Üstelik, bundan başka tüketici de yok. Bu dört.

O zaman da, dönelim klasik tüketime...

En önemlisi bu: Globalleşmenin son 30 küsur yıldaki dalgası limite vardı. Dünyanın hala yarısının banka hesabı yok. Dünya’nın 7’de 1’i olan G-7’nin tüketiminin dibi kazındı. Dünya’yı Barrett planıyla tüm bir açık pazar durumuna dönüştürme planı tutmadı. Yerelleşmeler, küçülmeler, ulusallaşmalar, sistem içine kapanmaları, vd yeniden başladı ve epeyi de ilerledi bile...

Buffett yatırımı bunu imliyor işte. İrdelemenin konusu da buydu.

Cumartesi, Şubat 09, 2013

Taht Oyunları: Çeşitlemeler



1.

DİZİ: GİRİZGAH

Bu kadar çok ana akım öyküsü olup da, ana akım öyküsü anlayışı içinde bu denli çok ‘ana akım öykü akışından sapan öykü dizisi barındırma’yı hiç görmemiştim.

Tamam, tüm taht oyunları absürddür, tüm iktidar oyunları absürddür, onları anlatmak da absürddür. Ancak, bunu sinema diliyle bu denli açıkseçik anlatabilmişlik bir beceridir, hatta bir üst-beceridir.

Bu üst-beceride marjinal-ayral tiplemeler ağırlıklı rol oynamakta:

Bir cüce, bir piç ve ejderha sürücüsü bir kadın.

Marjinalite-ayrallık alanında ensest konusu harcanmış olarak kalmış, çünkü ‘grotesk biçim sergilemesi’ne kurban edilmiş. Oysa ki diğer marinal-ayrallar ile birlikte onun bir anlamı var. Kaldı ki Eski Mısır gibi, tarihte iktidar / taht oyunlarında gerçekten onun da kullanılan bir yöntem olduğunu biliyoruz.

Ana akım öykü dizilerinde, 2010 ertesi ortaya çıkan bir eğilim var: Asıl düşman, asıl korkulması gereken kişi veya kişiler, baktığımız tarafta değildir:

Burada, onun saklı olması değil, tam tersine göz önünde olup da, görülmemesi kastediliyor.

Öykü dizisinde asıl tehlike kuzey-kuzey yönünde. Onun açısından bakıldığında, taht oyunları gerçekten çocuk oyunu kalmakta.

Altküme olarak da, yukarıda sayılan marjinal-ayrallar, taht için en az kazanma ihtimalli adaylar iken, bozulan ana akım öyküsü akışında giderek daha öne çıkmaktalar.

(1. sezon, ilk 10 bölüm.)

Dipnot: ‘Dünya Savaşı Z’nin ve ‘Taht Oyunları’nın romanlarında, düşünce romanı ve çoğul bakış-anlatı açıları / odakları kullanımı, bir epistemik / bilimsel / sanatsal novum-eksodus olarak mevcut ama filmlerinde bunun kullanımı pek yeğlenmemiş.

(7 Şubat 2013)

*

2.

FANTAZYA ve BİLİMKURGU

Fantazya, 2000’lerde bilimkurguya oranla daha çok öne çıktı, çünkü bilimkurgusal uzun vadeli öngörüşlülük (gelecekbilimsel kestirim erimi) çöktü sanılıyor, çünkü yeni bir orta çağ geldi. Bu dönem tipi, hem sezgisel, hem de bilinçli olarak bu düşünceyi yaratır genelde. Bu, daha önce de böyle yaşanmış.

100 yerine, 300 ülke-devlet olunca, ütopyalar yeniden bugün ve burada (ev-gezgen Dünya’da) et ve kemik bulduruluyor. Yani, daha çok devlet, daha çok olanak (veya daha çok dene ve yanılgı yaşa) sanılıyor. Daha kısa erimli, yani daha somut düşünceler, daha çok rağbet görüyor (ki oysa onlar da, düşünce anlamında soyut, daha az soyut ama soyut).

‘Taht Oyunları’nda olan da bu: Taht aynı taht, birincil oyunculara değil de, ikincil ve n.’cil oyunculara kazanma şansı verilince, yeni ve farklı bir oyun oynanıyormuş sanılıyor.

Burada vurulanması gereken şu: Nasıl ki proleterya, tarihte ilk gerçek kazanma şansı elde et(tiril)miş oyuncu iken ve bu şansını kubura ve kabire atmış durumda (artı kadınlar ve marjinaller de o potansiyel şansı aşağı yukarı harcamış) iken, artı kralların yerini başbakanlar, cumhurbaşkanları ve devlet başkanları alalı (2013-1789=) 224 yıl olmuş iken, yani onlar da şanslarını çoktan kulanmış iken, hala eski oyunlardan medet ummak, yalnızca tarihin tekerrüründen ders almamayı imler.

(7 + 9 Şubat 2013)

Sinema Senfonisi




Bu nedir yahu?

Bu müzik midir?

Bu doğu mudur? Bu batı mıdır?

Bu metafizik midir? Bu siberuzay mıdır?

Bu hepsi midir ve hiçbiri midir?

Bunu yapabilen olmuş mu? Neden olmamış?

Var ama... İşte burada...


Bu cehennem midir? Bu cennet midir?

Bu ölüm müdür? Bu yaşam mıdır?

Bu kadın mıdır? Bu erkek midir?

Bu, kabuktaki hayaletin ikileyen ama üçleyemeyen senkopu...



Bu, yaşamımın 18 yılını peşinde sürükleyebilen bir ezgi...

Bu, bir savaş...

Beyin kardeşlerimin birlikte sürdürdüğümüz savaşı...


Evet, bizler bu kez tarihte ilk kez olarak, gelmiş olan yeni bir orta çağın karanlığını deldik, engizisyona kanlarımızla, terlerimizle, gözyaşlarımızla, ölümümüzle rönesansı şırıngaladık...

Ve bizi içermeyen bir geleceği...

Allah’larınız gazabını esirgemesin üzerinizden...

Fiyatım budur. Paralı askerim.

Perşembe, Şubat 07, 2013

TC de Afrika’yı Kolonileştiriyor


E tabi, bir yerlerden başlamak gerek.

Muhasebedeki FOFI (first out, first in) gibi bir şey: Osmanlı’dan ilk ayrılan bölgelere doğru akıncı harekatları falan...

“Türkiye önemli bir cari açık hanesine daha çözüm yolunda. Türkiye Sudan’da İstanbul büyüklüğünde 5 milyon dönümlük arazi kiraladı. Verimli topraklarda yetişecek ananas, mango, avakado, pepino jambu, kanola, pamuk ve yağlı tohum gibi ürünler, artık Türkiye’ye daha ucuza girecek.”


Eğer gazete sayıyı yanlış yazmadıysa, sözü edilen alan 5.000 (yazıyla beş bin) kilometre kare etmekte. Türkiye tarım arazisi ise, 200.000 km kare civarında.

İlk adım olarak fena değil gibi. Kaldı 39 adım.

Türkiye 20. Yüzyıl’ın başında bile Afrika’dan köle getiriyordu ve İstanbul’da köle pazarı vardı.

Bu sefer köleler şirketten olur:

Son 50 yılda Almanya’ya 3, Dünya’ya 5 milyon, sömürülebilir emekçi köle ihraç ettik Allah’a bin şükür. Devamını da iman gücüyle getiririz herhal. Afrika’nın çölleri, yağmur ormanları, bizim inşaat amelelerine vız gelir elhamdürillah... Araya çukulata renkli melezlerimiz de parça olur. Bir Türk en son Kongo genelkurmay başkanı olmuştu. Bundan sonrası kafadan devlet başkanlığı, Tayyip’i örnek alıyoruz ya...

Yok, bu baştan trajedi değil, baştan sona komedi...

Dipnot: ‘39 Harami’ fıkrasını bilenler bilmeyenlere anlatsın...

Pazartesi, Şubat 04, 2013

5 Yıldızlı Ateizm




Neden ateizmin felsefenin değil de, siyasetin alanında kaldığını, yani felsefecilerin bu konuda mücevherlerini şıngırdatmakla yetinmeleri gerektiğini; neden ateizmin epeyi anarşist olduğunu; neden ateizmin mülksüz olma eğiliminde olduğunu ya da şu sıralar en alttakilerin ağırlıklı seçimi olacağını; neden söylemlerin onun bunun diline düşürülmemesi gerektiğini, şakkadanak 5 benzemez ve 7’si birarada olarak sergilemişler:

Ertuğrul Özkök paslı teneke yumurtlamış:

“İki gün Allah’ı aradım’


Bu adam önce devrimi aradı, sonra ekose etekli levrek aradı, sonra andropozu aramadan buldu, şu sıralar da kuyruğu titretmeye yaklaştığını seziyor olsa gerek, Allah’ı aramaya başlamış...

Buradan çıkışla şu bilgiye ulaştık:

1-2 Şubat 2013

Felsefe, Tanrı ve Din

1 Şubat Cuma:
13:00 Halil Turan: “Eski Çağ’da Tanrılar, Tanrı, Tanrısızlık ve Ahlak”
14:30 Türker Armaner: “Tapınak Yıkılırken Spinoza”
16:00 Örsan K. Öymen: “Hume’un Agnostisizmi ve Nietzsche’nin Ateizmi”
17:30 Barış Parkan: “Feuerbach, Marx ve Kierkegaard’da Din ve Bireyin Oluşumu”
19:30 Akşam Yemeği (Grand Assos Otel Restaurant)

2 Şubat Cumartesi:
13:00 Ayhan Sol: “Natüralizm, Ateizm ve Darwinizm”
14:30 Cemil Güzey: “Şair, Sezgi ve Hakikat”
16:00 Oruç Aruoba: “‘Tanrı’ Nasıl ‘Öldü’?”
17:30 Uluğ Nutku: “Tanrı İnancı ve Felsefe”
19:30 Akşam Yemeği (Nazlıhan Otel Restaurant)
22:30 Uzun Ev’de Parti (DJ Örsan & DJ Resul)

Not: Toplantılar Liman bölgesinde Nazlıhan Otel’de (0-286-7217385) gerçekleşecektir. Tüm konuşmalar ve diyaloglar Türkçe’dir. Behramkale Köy-Liman arasında ücretli dolmuş seferleri bulunmaktadır. Yemekler ve Uzun Ev’deki parti tüm katılımcılara açıktır. Ücretleri herkes kendisi doğrudan restaurant ve kafe işletmesine ödemektedir.”


Bu ateizm, ne menem bir korku yaratıyor ki din toplantılarında bile kendine yer bulamıyor ve ayrıca ne menem genel bir bilgisizliktir ki din konulu toplantılarda İbn-i Arabi, İbn-i Sina yok...

Bunlar Örsan Öymen’in başının altından çıkmış. Şu, aynı adlı dedesinin köşe yazılarını yıllarca okuduğumuz kişi: Dedesinin kemiklerine rahmet okutmuş...

Peki, orada fakir gençler, üniversite öğrencileri nerede (4.000 küsur tanesi hapiste biliyoruz)? Ateizm onların işi, andropoz kusmuklu orta burjuvaların değil...

Şaka bir yana, 13 yıldır bu konuda ilk olarak hep şunu yazıyorum:

Ateizme saygı duyulacak.

Başta densiz, kendini ateist sanan, çok cami arasında binamaz, Tanzimat kırıntısı, alaturka kaval-Şişhane kırması, Jöntürkler tarafından...

Yani bu iş, ne Öymen’e kalır, ne de Özkök’e...

Cuma, Şubat 01, 2013

NATO ve ABD


NATO ismen salt bir askeri kurum değil ama fiilen öyle. Soğuk Savaş dönemindeki dengelere yönelik kurulmuş askeri bir kurum. Deiğer bir deyişle, 1990’dan beridir işlevsiz, BM gibi.

Oysa NATO böyle değilmiş gibi, olmadık ülkeleri (Gürcistan’ı)  üyeliği aday alıyor, olmadık yerlere (Afganistan’a) asker yolluyor.

Tabii bunlar AB değil de, ABD marifetleri. Yani NATO başından beridir olduğu üzere, 1990’dan sonra da özellikle ABD askeri planlarını uygulamaya yönelik bir askeri kurum durumunda.

Ancak ABD-AB çatlağı, giderek arada yeni bir okyanus, yani bir düşmanlık boşluğu oluşmasına neden olmakta.

ABD, AB’li hempalarının Afrika’nın dandik ülkelernde güç gösterisi yapmasına izin verirken, kendisi orada 35 ülkeye birden yeniden-fetih çıkarması yapmakta.

Eh, bu da AB kamuyonun er veya geç duruma aymasıyla sonuçlanacak. (Bu sıralar AB, kendi iç sorunlarına fazlaca daldırmış durumda; o nedenle, azıcık devekuşu pozisyonunda.) Seyreyle o zaman gümbürtüyü...

Ancak, bunlar da ABD’ye yetmemiş. NATO’nun başına bir eski AB paryası getirmişken, ona da sufle ile bazı savlarını dikte ettirmekte:

“Rasmussen, savunma harcamalarında kesinti eğiliminin aynı şekilde sürmesi halinde, Avrupalı üyelerin yanı başlarındaki krizlerle etkin şekilde mücadele etme yetenekleri arasında uçurum oluşabileceğini, Atlantik’in iki yakası arasındaki farkın, ABD’de NATO’ya desteğin düşmesi sonucunu doğurabileceğini ve büyüyen diğer güçlerin etkisinin artabileceğini söyledi.”


Meali:

Afganistan operasyonlarınlarından sizden söğüşlediğim milyarlarca dolar yetmedi. Artık kendi paramla savaşmıyorum (malumunuz siyahi Obama kesinti şeyttirdi), sizin paranızla savaşacağım. Alıştım, kudurmuştan beter oldum.

Rasmussen bundan sonra, ancak bir diplomattan beklenecek bir gerdan kıvırma sergiliyor:

“Güvenliğimiz refahımıza bağlı. Eğer iflas durumundaysanız, güvende olamazsınız. Ancak refahımız da güvenliğimize bağlı. Toplumlarımızın güvende olmalarını sağlamak için yatırım yapmayı sürdürmeliyiz, çünkü ekonomilerimizi düzeltmeye çalışmaya odaklanırken, güvenlik tehditleri ortadan kalkmayacak...”

Ben kalender meşrebim, güzel çirkin aramam, kara para veya uyuşturucu parası da aramam. Gerdanında bir atom bombası mutlaka olsuun, olsun.

Devlet terörü, terörist terörü, mafya terörü, sivil terör; makro terör, mikro terör; biyolojik terör, kimyasal terör, sanal terör...

Kırk katır mı, kırk satır mı? Seç seçebilirsen...

Marjinaller 3 oyuncu birden değiştiriyor: Oyuna akil kontenjanından  Carlos, Unabomber ve Leyla Halid alınacak...

Dipnot: ABD hükümeti, Unabomber’in telif hakkı taşıyan herşeyini (mektup, makale, vd) satıyor.

“His writings, books, and other possessions were sold online, and the money raised was sent to several of his victims.[99]”


O nedenle, şimdilik Hasan Sabbah’ı ve Neçayef’i kenarda bekletiyoruz.