Cumartesi, Eylül 30, 2017

Dinçer Demirkent Negasyonu: Sol, yumruk atan emekçiyi mi, yumruk yiyen toprak ağasını mı destekleyecek?

Demiş ve eliflerle mertekleri birbirine orji yaptırmış.
Gazete Duvar’da Dinçer Demirkent yazmış:
“Emperyalistler, egemenlik haklarını ellerinden aldıkları ulusları sömürüyor ve ezilen uluslar kendi kaderlerini tayin haklarını kullanıyor. 1945 sonrası Amerikan hegemonyası altındaki dünyada, sömürgelerin tasfiyesinde kullanılan bu terminoloji, bugün için tersine dönmüş durumda.”
Ne alakası var?
Ulusların kendi kaderini tayini, 1. Dünya Savaşı ertesi Wilson doktrinidir.
Şerh:
“Ancak terim (self determination), ‘Wilson İlkeleri’ olarak bilinen 14 maddelik bildirgenin hiçbir maddesinde yer almamıştır.”
Nasıl ama?
Ben de bunu yeni öğrendim.
Devam:
1945 sonrasında, ABD değil, topraklarında eskiden güneş batmayan imparatorluk olan İngiltere, eski sömürgelerini tasfiye etti ve belki de 75 yeni ülke kurulmasına neden oldu, oluyor, olacak. Süreç, hala sürüyor ve sürecek yani.
ABD ise, eski sömürgesi olduğu İngiltere’yi sömürgeleştirerek, kapıcılık yaptığı apartmanda ev alan eski kapıcı konumuna düşürdü kendini.
Tarihe çukur devlet olarak geçti ayrıca.
Solun ve sağın siyasal konumuna gelince:
Krallığı desteklemek veya ona karşıt olmak açısından Fransa Devrimi 1789 ertesinde kurulan sağ-sol karşıtlığı dengesinde, zaman içinde sağla sol yer değiştirmiş ve eskiden kralı desteklemeyenler yeni destekleyenler olmuş ve tersi de.
Oldu mu ortalık karman çorman?
İsveç’te 20. Yüzyıl başında solu toprak ağaları desteklemiş bir de. İyi mi? Çünkü yeniliğe açık olan kesim, toplumda yalnızca o kesimmiş, aristokratlar diyelim.
Oldu mu ortalık daha da karman çorman?
Bizim yazmaz yazar, bilmediği konuda düşünce sallayan yazar, bunları pas geçmiş.
Kürt de Kürt, diyor illakine.
Diyemiyor ki:
Sol, artık yumruk atan kim olursa olsun, onu desteklemiyor, desteklememek zorunda, çünkü götürülecek kimse kalmadı Brecht deyişiyle. Özgürlükçülük ve demokrasi, solun birincil ilkesi olmak durumunda (ama vermeyince mabut, neylesin Mahmut?).
Çünkü 1960’larda ve 1970’lerde radikal sol, Dünya’nın canına okuyup, 1980’lerden 2010’lara neo-faşist ve neo-engizitör bir döneme bizi soktuğu için, başka çare yok şimdi ve burada.
Ayrıca, özgürlük pastadan önce gelir, yani günümüzün tüketici manyağı toplumunda.
O nedenle, sol veya sağ demeye de gerek kalmadı. Özgürlükçülük de, solun ve marksistlerin değil, anarşistlerin tezidir.
Marksistler; 1850, 1871, 1920, 1921, 1936 boyunca, anarşistleri hep katlettiler.
Üstüne bir de diktatörlük savundular, kiminki olduğu hiç önemsiz olarak. Proleterya diktatörlüğü dediler ama daha 1918’de Rosa, parti diktatörlüğünü tanımlamıştı çoktan, henüz SSCB kurulmadan.
“Başlığa dönersek, yumruk atan faşist emekçinin değil, ezilen Kürt halkının temsilcisi toprak ağası Ahmet Türk’ün, dolayısıyla yüz yıldır kuşatılmış olduğu 4 devletçe aşağılanmış ve sömürülmüş bir halkın yanında duranlar hegemonik bir sol siyaseti birlikte tartışarak, kavga ederek inşa etmeye mecburdur.”
Adam utanmadan, ‘sağ-sol orjisini savunalım’ diyor yahu…
Senin beynini ben…

(28 Eylül 2017)

Özelleştirmenin Tersindirilmesi

Belki genelleştirme denebilir, belki devletleştirme, belki kamusallaştırma. Ayrıca, devletleştirme ile kamusallaştırmanın eşanlamlı olarak kullanımı ironik, çünkü tarihte devlet ve kamu-vatandaş, birbirine hep karşıt konumlarda olagelmiş.
1980’lerin neo-globalist neo-liberalizmin birincil göstergelerinden biri özelleştirme idi. Yani, kamu iktisadi teşebbüsleri olan KİT’leri ona buna peşkeş çekme.
Bir KİT, yıllık cirosuna eşit fiyatta satılıyormuş gibi yapılıp, alan şirkete bana kredisi açılıp, o şirketin cebinden bu iş için tek kuruş çıkmadan, KİT’i ona mal etme durumu yani. Bu arada o KİT’in büyükkentlerdeki gayrımenkullerinin asıl bedeli, o KİT’in yıllık cirosunun katları olmakta idi.
KİT’leri Batı’da da sattılar ama 2017 itibarıyla bile, Dünya’nın en büyük şirketlerinin epeyisi, o G-7 ülkelerinin devlet kuruluşları (ironinin hası olarak), en çok da bankaları idi.
Ayrıca, bazı KİT’leri satmanın güvenlik ve hizmet kalitesinde berbat düşüşler ama hizmet fiyatlarında daha da berbat çıkışlar yaratması, o KİT’leri devletin yeniden geri alması durumunu yine G-7 ülkelerinde, örneğin İngiltere’de yarattı.
En son da 2015 gibi, liberalizm gemisi toptan karaya oturdu, çünkü ekonomiler 2007 sonrasında hiç büyümediler. Çünkü, gelecek o kadar ipotek edildi ki artık sürdürülebilir borçlanma kaput oldu.
Eylül 2017 itibarıyla da, yine İngiltere’de 200 milyar sterlinlik bir KİT’leri yeniden devletleştirme projesi hazırlandı.
“İşçi Partisi, 200 milyar sterlin değerinde bir kamulaştırma planı açıkladı.
İşçi Partisi’nin gölge maliye bakanı John McDonnell’in açıkladığı plana göre iktidara gelmeleri durumunda çok sayıda sektörde kamulaştırma yapılacak.
İngiltere’de yayınlanan ‘The Times’ gazetesinin manşetinde yer alan habere göre, kamulaştırılacak sektörler arasında, posta dağıtım, su ve elektrik hizmetleri ile demiryolları, okullar, hastaneler ve hapishaneler de, kamulaştırma paketinin içinde yer alacak.”
İşin en komiği, her 2 ekonomik çabaınn da, ekonomiyi büyütmek adına yapılması. Bu, Keynes’yen bir yoldan çukur kazıp, şişi gömüp, yeniden çukur kazıp, şişeyi oradan çıkarmak gibi kısırdöngüsel ekonomik etkinliklerden farkı yok.
Bu arada, G-7 ülkelerinin tamamında belli yerlerde altyapı çökmüş durumda, özellikle de ABD’de. Yani, o özelleştirme ve yeniden devletleştirme oyunları yerine, altyapıyı 5-10 yıllık orta vadeli planlarla yenileselerdi, hiçbir ekonomik kriz çıkmayacaktı ve bu abidik gubidik zenginler de olmayacaktı. Bırakınız yapsınlar, bırakınız ırza geçsinler, olarak yorumlandı.
Bir de şöyle tuluatlar da var:
Bir hapishanenin özelleştirilmesi ne demek?
Bizdeki polis sayısından çok özel güvenlikçi sayısının yarattığı fecaat ortada değil mi?
Beyoğlu Kitap Şenliği’nin ilk günü, o özel güvenlikçilerin yaptığı ilk iş, kitapçılara orada süren festivaller boyunca, 3 ayda 100 cep telefonunun çalındığını söyleyip, dolayısıyla da herkesin kendi güvenliğinden kendisinin sorumlu olduğunu açıklamak oldu.
Nasıl ama?
Yerse, değil mi?
Ne kaa köfte, o kaa güvenlik amcası, yani…
Eğitim ve sağlık için durum daha da fecaat. Onları pas geçiloruz. Bu konuları kezlerce yazdık çünkü.
Özet sonuç, geçmişte bedava olan bu 2 temel insan hakkı hizmetin bedelini, yılda toplamda (özel okullarda ayda 4 bin olmak üzere) 4.500 dolara çıkartıp, üstüne bir de hizmet kalitesini düşürmek oldu.
Bu metnin çıkışı:
Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?

(28 Eylül 2017)

Tersine Felaket Yönetimi

Düzüne felaket yönetiminde, yangında ilk kurtarılacak şey kavramı vardır. Veya ‘Fahrenheit 451’deki gibi, tüm kitaplar yakılıyorsa, olunacak ilk kitap kavramı vardır.
Not: Burada; olunacak (en değerli bir jürice kabul edilmiş) ilk kitap, olunmak istenecek (ezberleyen kişi tarafından en sevilen) ilk kitap,  o kişi tarafından olunabilecek (o kişi tarafından kolayca ve iyi ezberlenebilecek) ilk kitap durumları birbirinden farklı olabilir.
Tersine felaket yönetiminde, yangında yanmaya ilk terkedilecek şey kavramı vardır.
Diyelim bir orman yangını içindesiniz. Herhangi bir anda felakete müdahale etmeye geldiniz. Çok hızla baktınız ve durum değerlendirmesi yaptınız. Yangının yayılma biçimine ilişkin bir benzetişim tasarladınız. Yanacağı kesin olan ile kurtarılması kesin olan ağaçlar arasındaki marj bölgede, hangi noktaların feda edilecek, hangi noktaları kurtarılacak parça alanlar olduğuna hızla karar verdiniz. Kurtarılacak bölgeyle yanmaya bırakılacak bölge arasındaki ince çizgi, sizin tersine felaket yönetiminizin haritasını çizecektir.
Burada önemli olan şey, yanmaya bırakılacak olan ağaçların türünün, yaşının, dağılımın hızlıca hesaplanıp uygulanacak kararı seçmektir ve sonra da onu uygulamaktır.
Burada öznel ve/ya nesnel seçimler de olabilir:
Kendi diktiğiniz ağacı ilk kurtarılacak da sayabilirsiniz.
Bir AVM saldırısı ve katliamı gibi gerçek felaket durumlarında, ölmeye terkedilmesi gereken ilk insan türü, başkalarına yardım edeceğim derken, onlara zarar verenlerdir. Örneğin, birisi yüksek sesle imdat istemeye geçerse, bulunduğunuz dar alandaki insanları kurbanlık-hedef koyun durumuna dönüştürmüş olur. Onu ya susturursunuz, ya da gerekiyorsa, kendiniz öldürürsünüz. Ha, sonra sizi de yargılarlar ayrı konu.
Gerçek olaydır:
Gemi batar. Kaptan dahil N yolcu filikaya biner. Ancak filika, n kişiliktir.  Kaptan, ‘N-n’ yolcunun baştan boğulmasına karar verir. Kendisi dahil, herkese çöp çektirir. Kaybedenleri denize atar. Filikada kalanlar, kendi dahil kurtulur. Birileri gelir, filikayı kurtarır. Kaptan ağır cezalık suçla yargılanır ve ağır hapis cezası alır. Konu da, basında epeyi gündem ve tartışma konusu olarak yer alır.
Gelelim benim gerçek gelecekbilimimden nasıl felaket yönetimine geçtiğime:
Yazdıklarımın kanıtladığı kadarıyla (ama bu çizgilere muhalefet şerhini potansiyelce çekebileceğim biçimde), 1 Ocak 2001 tarihinden başlayarak, tarihin genel çöküş dönemlerinden birine girdiğimizi, çıplak derili bir yazar (Kafka’nın Ceza Sömürgesi ve Açlık Şampiyonu ile yaptığı üzere) olarak kavramışım.
Dünya için en belirgin sonul görüngü-olgu, Arap Baharı’nın 2015 gibi çökmesi. Türkiye için en belirgin sonul görüngü-olgu, Aralık 2013 devletiçi çökmesi. Bunlar griftçe içiçe aynı zamanda: Çünkü olgu BOP ve biz orada yarı vassal, yarı yeni sömürge olarak belli roller sahibiz ülke olarak.
2015’teki 2 TC genel seçimi, Arap Baharı’nın çökmesine de yol açtı. Çünkü, Temmuz 2015’te IŞİD, PKK ve TC, 6’li kombinasyon olarak 10 günde birbirine girdi bir anda. En sonki Kuzey Irak referandumu ile bu parçalanma hala sürüyor.
En belirgin kestirimim ABD ve AB’nin bitmesi idi. ABD, Arap Baharı bitince ve Trump ile bitti, Ocak 2017 diyelim. AB de, Brexit ile bitti, 2016 ortası diyelim.
Ancak, çok daha önce 1980 yazında devlet kapitalizmi ile neo-global neo-liberalizmin ekonomik determinizm eşlenikliğinin / ayırtsızlığının bizi buralara getireceğini yazmışım ki zaten o projeler de (Askeri Strateji 2000 dahil) o zaman başladı.
Dolayısıyla, diyelimki son 2,5-3 yıllık süreçte gördüm ki TC’de kurtarılacak, kurtarılmaya değer, kurtarılmayı hak eden hiçbirşey ve hiç kimse şok. Kendim dahil herkes, nükleer kıyımla toptan yok edilmeyi hak etti çoktan, belki 2010 gibi.
O zaman tersine bakıyorum ve neler feda edilebilir ona bakıyorum:
Kürtler, kendi kendilerini feda etti zaten, onların bu özkıyımını kabul ettim.
Araplar, en son 2017 momentleriyle, kendi özkıyımlarını kabul ettiler: Katar olayıyla diyelim.
Türkler’in en büyük kıyım hak edişinin ana bazı ekonomik: 1-2 trilyon dolarlık KİT’i yiyip, üstüne bir de 1,5 trilyon dolar borç yaratıp, arada da kalıcı hiçbir karşılığı olmayan 1 trilyon doları (34 yıl x 80 milyon x kişi başına 4 bin dolarlık tüketim) bitirmeleri.
Geleceğe eksi yük bıraktılar. Delice bir borç bu. Belki 20 yıl boyunca, henüz doğmamış olup, doğacak olan on milyonların temel gereksinimleri bile karşılanamayabilir.
İktisadi olarak, gerçek sanayileşmeyi hiç denemedik. Artı, tarımı öldürdük. Artı, hizmet sektörüne hiçbir iş yapamayan on milyonlar soktuk.
Askeri olarak çok dingildek durumdayız: Hem parçalanabilir, hem emperyalist olabilir.
Siyasi olarak ise, çokpartililiği beceremeyişimiz, 1946’dan beridir 71 yıllık bir süreç. Batılılaşma’yı beceremeyişimiz ise, 189yıllık bir süreç.
Yani bu açıdan bakınca, iktidar seçkinlerinden ve kitleden kurtarılacak hiç kimse yok. Henüz doğmamışlar hariç.
Matemamik köyleri kurtarılabilir, Güneybatı Anadolu’nun belli bölgeleri kurtarılabilir. Kütüphaneler ve üniversiteler, en dandik halleriyle bile, kurtarılmayı kesin hak eder. Ancak, bunların kurtarılması için, fazladan herhangi bir şey yapmak gerekmiyor. Onlara pek dokunulmadı ve dokunulmuyor çünkü.
Şimdi gelelim ateşe ilk atılacaklara:
2-3 odak dışında tüm medya. Tüsiad türü tüm iktisadi kurumlar. Ordunun % 90’ı, özellikle general düzeyi. Tüm ünlüler. Halkların tamamı. Entellektüeller kendi kendilerini yok ediyorlar zaten. Tübitak ve Tübiak (Tüba mı idi?), kompleta sıfırlanmalı.
Bu silme dalgasının üzerine yeni yaratılıp baki kılınacaklar.
3-5 sanat odağı. 3-5 kültür-sanat yayın odağı. İnternet yayın odakları.
AFL’ye girebilecek düzeydeki henüz doğmamışların, aileleriyle bağlantısının baştan kesilmesi gerekli. Kampüsler gerekli.
Sonuç mu?:
80 milyon feda, 80-800 kişi kurtarılsa gerek. 80’in 8’i ilk ve doğrudan yok oluşa sürülmeli, savaşın ön cephesi gibi.
25 yıl mayalanma. 10 yıl restorasyon ve reformasyon. 2050 belki düz, belki yamuk.

(27 Eylül 2017)

Bahçeli'den Kerkük mesajı: En az beş bin gönüllü ülkücü hazır

Vah vah vah.
Geçti o günler.
O Ülkücüler, 5 dakkada ızgara olur savaş alanında.
Ulu manitu ne demiş ona bakalım bir:
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, IKBY'de yapılan referandum ile ilgili "Irak’ın Kuzeyinde Yapılan 25 Eylül (Tarihli) Korsan Referandum" başlığıyla yaptığı basın açıklamasında, “en az beş bin Ülkücü gönüllü, başta Kerkük olmak üzere, Türkmenler’in yaşadığı Türk kentlerindeki varlık, birlik ve dirlik mücadelesine katılmak üzere hazır beklemektedir." dedi.
Adam daha Türkçe bilmiyor.
O Ülkücüler, Tophane’de nasıl Çinli diye, Türkistanlı dövdüyse, Irak’ta da Kürt diye Türkmen kellesi alır ve sonra ‘ay pardon’ der.
Kuzey Irak’ta IŞİD militanları var, İran Şii militanları var, peşmergeler var, kadın savaşçılar bile var. Bizim ülkücüler, assolist olarak da dönebilir oralardan.
Bu arada, 5 bin kişi 5 milyon kişiyle nasıl baş edecek düşünememiş bizim ulu manitu.
Bizim için Yeşilçam senaryosu şöyle olabilir.
“Ülkücüler Irak’ta:
Bin hadım, bin paralı asker, bin teslim, bin ölü, bin dost ateşi sakatı.”
Mutsuz son.
The End.

(27 Eylül 2017)

SONAR'dan Saray'ın keyfini kaçıracak 2019 anketi: Meclis'te 5 parti olacak

Bu Cumhuriyet beni öldürüyor.
Başlığa bak, alıntıya bak:
“Araştırma notunda ise, şöyle deniliyor: “Araştırma sonuçları 5 partili bir meclisi gösteriyor olmasına rağmen, hata payı göz önünde bulundurulduğunda, 2 partili bir meclis ihtimali de, diğer partiler açısından bir risk olarak kabul edilebilir.”
3 parti de % 10-10,5 arasında çünkü.
CHP 1999’da, DYP 2002’de % 9 küsurla meclisdışı kalmıştı, bu unutulmasın. Aradaki fark, kağıt üzerinde bilinir nasıl olsa.
Buna, CHP’nin de, AKP’nin de razı olduğunu daha önce yazdık.
Sorun, bunun 2002’de işe yararken, 2017-2021’de işe yaramaz olmasında. Her tür muhalefet, doğrudan sokağa iner o zaman çünkü. Bu AKM ise, hem dağılır gider, hem aşırı zulmeder.
Bizim genel panorama tezimiz şu:
Seçimin sonucu ne olursa olsun, politik gidişi seçimler (yerel, genel, cumhurbaşkanı) ve onun sonuçları belirlemeyecek. Hem ayaktakımı, hem asıl minik-çekirdek muhalefet sistemden umudunu kesti çünkü. Bu ülkenin eşkiyalık geleneği çok güçlü çünkü. Sağı da, solu da bunu kullandı hep.
He, bir de tarihteki çöküş döneminde geçerli kılınmış olan genel barbarlık çağı var ki biz Türkler, 1.500 yıldır bunu hep sevmişizdir genelde: Hobarey hobarey. Bin beş yüz yılda kazandığımız uygarlığı, bin beş yüz saniyede siler atarız biz.
Ben dahil…

(27 Eylül 2017)

Fark Noke, Negasyon Çoke: Şivan Perwer'den 'Megri Megri' açıklaması: Pişmanım

‘Pişmanım’ sözü bana, eski gazetelerdeki gözü bantlı gençkız fotoğraflarını anımsattı.
Pişmanım, beni kandırdılar.
Yine de iyi tabii. Ağustos 2014’te Erdoğan’ı mecliste ayakta alkışlana ve içeri atılan Demirtaş, hele ‘pişmanım’ demedi, diyemedi.
Gelelim habere:
“Perwer, Diyarbakır’da katıldığı ve “Megri megri”yi söylediği konserle ilgili de “pişman olduğunu” dile getirdi. Şivan Perwer şu ifadeleri kullandı:
“Demek ki işin içinde oyun varmış. Biz çok inançlı bir şekilde, güvenli bir şekilde istediğimiz bir şeydir. Savaş bitsin, olmasın toplumlar arasında dostluk oluşsun, toplumlar kabul edilsin. Toplumlar birbirine saygıyla sevgiyle yaklaşsın. Yıllarca Türk halkının gözünde Kürtler düşürülmüştü…
Elbette pişmanım. Oraya gittiğimde çok acayip şeylerle karşılaştım. Bende sevgi duygusu oluşmadı, tam tersine biraz nefret oluştu. Benim gördüklerim beni çok üzdü. Toplumda saygı sevgi yok.”
Neden nefret ettiğini söylememiş ama.
Üzme kendini Perver.
Siz, Kürt oldukça, siz kendinizi ezdirdikçe, size semer vuracak çook çıkar daha.
Siz, ikindi vakti gölgesini görünce azan padişah cüceleri oldukça, kelleniz çook gider daha.

(27 Eylül 2017)

Cuma, Eylül 29, 2017

Dedikodu: Erdoğan Gidecek, Babacan Gelecek

Küllüm mafiş bir tez.
Gül varken, Arınç varken, Babacan’a bir şey düşmez.
Babacan yargılanacak ayrıca.
Gelelim Ankara dedikodularına:
“Abdullah Gül'ün taraftarları 2 seçenekli bir yol haritasının izleneceğini anlatıyor. Şöyle:
1- Abdullah Gül'ün dava arkadaşlığından yola çıkarak Erdoğan'ı çekilmeye ikna etmesi... Vee!.. Yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Ali Babacan'ın aday gösterilmesi ve böylece partinin bölünmesinin önüne geçilmesi.
2- Erdoğan’ün bu formüle ikna edilmemesi halinde, hazırda tutulan yeni partileşmenin raftan indirilmesi ve Ali Babacan'ın Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilmesi.”
Burada boşta kalan konu, Babacan’ın imajının kirliyken, Gül’ünkinin temiz olması ve 2’sinin aynı kapta yer alması.
Ne olursa olsun, asıl başkan seçimi olan 2019 Ağustos’a kadar Türkiye bile kalmayabilir. AKP ve Erdoğan hiç kalmayacak zaten.
Ki bu da, savaş nedeniyle seçim ertelenmesi / iptali demek. Erdoğan bu şıkkı uysa da kullanır, uymasa da.
Önümüzde 22 ay kaldı. 1-2 ayı kampanya, 20-21 ay kaldı. Mart 2019 yerel seçim, 18-19 ay kaldı.
Savaş var, kriz var, AKP sallantısı var.
Tüsiad yok, medya yok, ordu yok, sol parti yok, entellektüel yok. Ünlü çok ama.
Yargı yok, polis yok, vd, vb.
Devlet yok yani.
2013 sonundan beridir böyle yani.
Ayaktakımı çok boşta kaldı yani.
AKP’nin % 50’si, kendi içinde dağılıp gitti yani. 15 Temmuz’da 1 şehit 1 yaralı veren 1 ailenin, aile içi meclis kararıyla herşeyden çıkma uygulamasını gördüm bizzat kendim.
Kaos var yani.
Yanılmış devlet var yani.
Erdoğan seçilemeyebilir yani.
Seçilse de, kendi sürüsünü yönetemeyebilir yani.
Sürü, kendini çoktan uçurumdan attı yani.
Dipnot:
Gelecekbilimci olarak, son 16-17 yılda (yani 21. Yüzyıl’da) tüm felaket senaryolarımın gerçekleştiğini gördüm. Bunların bazılarına ağlasam mı, gülsem mi hala bilemiyorum.
Filmlerdeki koyun sürüsünün kendini topluca uçurumdan aşağı atması sahnesinin, koskoca 10-50 milyonluk bir insan sürüsü için aynen yaşandığını izlemek, bana aynı hissi veriyor:
Ağlasam mı, gülsem mi?
Bu hislerin yerine, felaket yönetiminin düşüncesini kullanıyorum ve uyguluyorum. Tekne kazıntısı / eski toprak tipler olarak, iş artık başta yani.

(27 Eylül 2017)

Tuna Bekleviç Negasyonu

Her devrin adamıdır.
Öyle işine yaradığını düşündüğü için, ilk önce tekno-liberal, sonra AKP milletvekili, en son da cumhurbaşkanı adayı olmuş (bunu kendi kendine gelin güvey olarak yapmış, yoksa abileri onu cırk yapar).
“AKP'den milletvekili adayı da olan Tuna Bekleviç, Cumhuriyetin 100. yıl kutlamalarını kuracağı uzay üssünde yapacağı vaadinde bulunarak Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıkladı.”
Aklıma Alphan Manas geliyor nedense. Bir çobanı dahi niyetine keşfetmişti. Teknoloji Holding’in sahibiydi. Patent yerine, uygulanabilir gelişmeler yarattı, örneğin deniz taksisi. Sonra da iflas etti.
Tarihin çöküş dönemlerinin böyle yanları da var:
Ortalıkta koyun kalmayınca, değil keçi, civciv bile Abdurrahman Çelebi ayağına ortalıkta dolanır, padişah cüceleri ikindi vakti gölgelerini görünce, kendini adam sanır oldu.
Bu da, böyle bir öykü işte.

(27 Eylül 2017)

Tersine İşleyen Verhulst Denklemi

Verhulst, nüfus artışını sağlayan parametrelerin birbirini azaltabileceği türünden bir çıkarsama yapmış.
Biz de, bunu tersini gördük:
Nüfusun azalışını sağlayan parametrelerin birbirini azaltabileceği türünden bir çıkarsama.
Bunu Bill Gates’in Afrikalı kadınlara mikro kredi açarak, onlara ekonomik özgürlük sağlayarak, onları bilinçlendirerek ve onları eğiterek, onların çocuk sayısını ve dolayısıyla da nüfus artışını azaltacağım derken, ilaçlar yoluyla çok hızlı bir ortalama yaşam süresi artışı sağlayarak da, nüfusun bir önceki momenttekinden daha çoğa artmasına neden olmak.
Artı: Bangladeş’te de, ekonomik durum düzelince, çocuk sayısında azalış değil, kısa süreli de olsa artış gözlenmiş. Bunun, manevi-kültürel değerlerin öyle işlemesine bağladılar (bunun nedeni sırf islam değil, çünkü benzer kültürel koşullar Afrika’da da var, dolayısıyla asıl neden sıcak iklim, dense daha mantıklı olur).
Politikada da 2 örnek var:
Üst düzey politikacıların ülkeyi askeri, iktisadi, siyasi olarak yükselteceğim derken, düşürmesi.
En-üst hegemon ülkelerin daha hegemon olacağım derken, kendi hegemonluğunu batırması ki tarihte aşağı yukarı tüm hegemonlar aynı yoldan kendini batırmış.
Bunun başta türlü söylenişi de bizim gelecekbilim anlayışımızda var:
Tarihe o denli çok müdahale olmuş ve bunlar atmamış zemberek pimi gibi, o kadar çok etki birikimi yapmış ki, tarihte en çok etkiyi, hiçbirşey yapmamak sağlar olmuş. Çünkü, siz hiçbirşey yapmazsanız ve o zemberek pimlerini yönetirseniz, istediğiniz etkiyi ve sonucu, kılınızı kıpırdatmadan ve hiçbir iz bırakmadan sağlar oluyorsunuz.
Yazarak ama metinlerimi pratiğe hiç dökmeyerek ki makro gelecekbilim ideolojim, bu biçimde / yoldan işlemişe benzer. Çünkü çok açıkseçik olarak gördüm ki geleceği çoktan büktüm / bükmüşüm. Ama aslına bakılırsa, hiçbirşey yapmadım; düşmanlarım, rakiplerim, karşıtlarım yaptı ama. Ben de onların yaptıklarını kullandım, yönlendirdim.

(27 Eylül 2017)

Aforizma: Piazzolla ve Tango

Piazzolla, tangoyu önce söylenir ve dans edilir olmaktan yükseltgemiş.
Sonra, salt hissedilir olana dönüştürmüş.
Durmamış, devam etmiş ve tangoyu bir şey daha yapmış ama onun adını bilmiyorum.
Oblivion, ona yakın bir momentte.
Zirvede, kırılgan, ötelenmiş, ötelerde.
O denli saf-saf kan kalınmış ki tüm safkanların derdi olan (soyu) tükenmek ile yüzleştirilmiş.
Sonra, birileri hala durmamışlar. Oblivion’u da taşımışlar. Çeşitlemişler.
Bana en yakın Oblivion’un biri Woodward çizgifilmindeki.
Ek: Bu kümemel-öetliği Piazzolla her zaman yakalayamamış. Zaman içinde hep yukarıya doğru giden bir grafik izlese de, aralarda düşmüş de. Yaşamının son zamanlarına yakın ise, müzik-ruh yorgunluğuna yakalanmış. İnişteymiş yani.
Ancak bu, tümüyle bakınca muazzam bir panorama.
Dipnot.
Oblivion bence en iyi obua ile icra ediliyor. İnternette epeyi örneği var. Verim, % 33 veya daha düşük.

(27 Eylül 2017)

15 yıl bitkisel hayatta kalan hastanın bilinci geri döndürüldü

Politikacılar her zamanki gibi tarihi ve Dünya’yı batırmakla meşguller, bilimciler ise her zaman bir şeyler icat etmeyi sürdürüyorlar, bu koşullarda bile hala…
Bir haber:
“Futurism’in haberine göre, yeni metot Fransa’nın Lyon kentinde bulunan ISC Marc Jeannerod’tan araştırmacılar tarafından ilk kez uygulandı. Bu bilim insanları, bitkisel hayatta geçirdiği 15 yılın ardından bilinç kaybı yaşayan 35 yaşındaki bir erkek hastayı “Vagus Nerve Stimulation (VNS), (Vagus Siniri Canlandırma)” adı verilen yöntemle tedavi etti.
Epilepsi ya da depresyon tedavilerinde, hastanın nöbet geçirmesini engellemek için kullanılan VNS, elektrik enerjisini belli aralıklarla ve hafif atışlarla Vagus siniri aracılığıyla beyne iletiyor. Bu noktada elektriğin Vagus sinirinden geçmesinin önemi ise bu sinirin, vücudun birçok bölümü ile beyin arasındaki iletimi sağlıyor olması. Kafatasına ait en uzun sinir olan bu yapı vücudun, yürümek ya da hızlı hareket etmek gibi fonksiyonları gerçekleştirmesi için de kritik önem taşıyor.
Yeni yöntem, Vagus sinirini harekete geçiren cihazın, geçirdiği trafik kazası sebepli bitkisel hayatta olan hastanın göğüs kafesine implant yolu kullanılarak yerleştirilmesiyle gerçekleşti. Jacques Luauté ve ekibi tarafından yönetilen operasyon başarı ile gerçekleştirildi.”
Bu durumda, bitkisel yaşamdakilere ötanazi, ortadan kaldırılmak zorunda demektir.
Bu yapılan iş, organik-siborg’laştırma olmaktadır. Yani, bedene takılan organik bir protezle, başka veya aynı organın gördüğü görev yerine getirlemektedir.
Dolayısıyla da, ölümsüzlük yoluna şu ya bu açıdan yeni bir katkı demek olmaktadır.
Ellerine sağlık.
Bakarsın, bir gün benim de işime yarar.

(26 Eylül 2017)

AfD'de Adolf İstifa Etti!

Bu Adolf, bildiğiniz gibi, Hitler’in adı. AfD’nin bir milletvekili adayına bu lakap verilmiş. Seçimi kazanmış. İlk iş olarak da, partisinden istifa etmiş:
“Almanya’nın Saksonya eyaletinde birinci oy seçim bölgesi milletvekilliğini kazanan Petry, parti içindeki fikir ayrılıklarını eleştirerek, “Üzerine dikkatlice düşündükten sonra, parlamentoya AfD ile değil, bağımsız bir vekil olarak girme kararı aldım” dedi.
‘AfD’yi anarşist bir parti olarak görmek istemediğini’ vurgulayan Petry, istifasıyla ilgili soru kabul etmedi. Petry, meslektaşları Jörg Meuthen, Alexander Gauland ve Alice Weidel’e teşekkür ederek toplantıdan ayrıldı. Partinin bir diğer eş başkanı Jörg Meuthen, Petry adına özür dileyerek, ‘bu istifa kararından haberleri olmadığını’ belirtti.”
Sondan başlayalım.
Sana ne len. Çalıya da taktırır, gelene de baktırır. Bir milletvekilinin seçildiği partide kalma zorunluluğu yoktur.
Asıl konumuza gelelim:
AfD anarşist eğilimli bir parti gibi ama özünde değil biçimde. Yani, kendi kargaşayı savunmasa da, reel politikada bu sonucu yaratabilir, büyük olasılık yaratacak da.
Komik olan şey, en başından beri faşistlerin anarşistlerden hazzetmemesi ama her zaman onlardan daha büyük kaoslar yaratması ve yaratabilirliği. Ki hala öyle.
Ama bu kez, ecel gelmiş cihane, başağrısı bahane, durumunda. Kim, nasıl, ne zaman, nerede kaos başlatmış önemli değil. Aslolan kaos, artık bir süreliğine, epeyi bir süreliğine ama.
Almanya’nın kaosçuları da, Korsanlar değil, anarşistler değil, Alternatif’çiler oldu bu kezinde.
Hitler zamanında; sosyalistler, komünistler ve faşistler orji yapmıştı da, kaos çıkmıştı.
Eh, bu da bir tür orji, bir tür politik orji, bir tür tersine politik orji: Merkel’inki gibi, Macron’unki gibi.
Bu neo-Adolf da bir hoş;
Dakka sıfır, gol bir ile kendi kalesine gol attı.
Tarihte 3 vakte kadar kinizm mi desem, agnostizm mi desem, toplu abuksama hezeyanı nöbeti mi?
Ööle bir şey geldi de girdi bile…
Kaos, kapıyı kırınca durumu, yani…

(26 Eylül 2017)

Çarşamba, Eylül 27, 2017

Negasyon dö la Akif Beki: Barzani çökerse, Türkiye'nin bölgedeki en sağlam kalesi gitmiş olacak, ortada bir savaş sebebi yok

Epeyi uzun bir saptama dizisi.
Önsavımız:
Doğru savları, yanlış insanlar savunursa, arada epeyi yanlış da, dezenformasyon da arada kitleye kakalanır.
Biz bugüne kadar Beki’nin herhangi bir doğru tezine raslayamadık. Önkabülümüz budur.
+
Gelelim onun ne dediklerine:
"Neden Barzani'yi İsrail ve Rusya'ya teslim olmaya itiyoruz?"
Barzani sanki onlarla kucak kucağa değilmiş de, biz onları öyle yapıyormuşuz gibi yazmış. Yok öyle bir şey.
Bölgede kimin eli kimin cebinde belli değil. Kimin neyi Barzani’nin neresinde o da belli değil. Adam, aynı anda Rusya’ya ve ABD’ye göz kırpıp, ikisini de dellendirmeyi başardı.
Bölgedeki fluluk durumu, TC’de de var. TC de, Rusya ve İsrail ile halvet halinde. Beki öyle diyorsa, 2 ülke aynı 2 ülkenin kucağında buluşur olur.
+
“Denilenler yapılırsa, kurban halktan başkası olmayacak.”
Ne zamandan beridir Beki, halkı düşünüyor? Ne zamandan beridir, savaş koşullarında herhangi bir kimse halkı düşünüyor?
+
“Barzani çökerse Türkiye’nin bölgedeki en sağlam kalesi de çökmüş olacak…”
Barzani sağlam değil bir, oynağın teki. TC’nin kalesi hiç olmadı iki. TC’nin bölgedeki kalesi, kendi kurduğu Katar’daki üs. Arkadan dolanıp puan alınmış bir durum bu. TC’nin ayrıca 2 üssü daha var, Kuzey Suriye’de ve Kuzey Irak’ta. Ki zaten bu 2 ülkeye dakka bir gol bir habire girip çıkıyor.
Sonuç mu?:
TC emperyalistçilik oynuyor, becerir beceremez ayrı konu.
Kartlar da, hegemonlar sağolsun, TC’nin lehine.
AKP de, savaş çıkarmazsa başta kalamayacağını Haziran 2015’ten beridir biliyor.
Bunları Beki de biliyor ama batan geminin faresinin paniğine kapıldı bir kez, gemiyi terkedecek de, boğulmadan tüymek istiyor yalnızca. Bunu da, kendince muhalefet yaparak eyliyor. Erdoğan’ın Topbaş’a neler yaptığını da görmezden geliyor.
+
“Neden Barzani’yi İran ve kuklası Bağdat’a karşı himaye etmek yerine, onlara mahkum ve mecbur ediyor… ?”
Haydaa, yak burdan.
Bağdat ve Ankara’nınbirlikte tatbikat yaptığı gün, bunlar söylenir mi yahu?
Tahran da, referandumu savaş nedeni sayacağını zaten açıkladı.
Beki, kendi görmek istediklerini sayıyor, olanları değil.
+
“Katar dirençli çıktı, yılmadı ve ambargoyu laçkalaştırarak kazandı.”
E, Barzani, bunu nasıl yapacak?
Katar’ın karşısında kendi gibi Araplar vardı. Aralarında da birlik yoktu. Sonuçta, hepsi de ABD’den silah aldı ki oyunun asıl nedeni buydu.
Peki, Kuzey Irak ne yapacak, ne yapabilecek?
Ambargoyu nasıl delebilecek?
İsrail ile sınırı mı var?
Daha IŞİD’i atamadılar kendi topraklarından.
+
“ABD ile AB ve BM’nin de sessizce izlemesi beklenebilir mi?”
Sessizce izlemeyecekler, tavşana kaç tazıya tut, diyecekler.
+
“İran toplarıyla Erbil eteklerini dövüyor, Bağdat asker yollayıp tepesine binmekle tehdit ediyor, Türkiye ağır yaptırım bombardımanına tutuyor…”
E, biz ne dedik?
Barzani, bunun böyle olacağını baştan bilmiyor mu?
Yalnızca, ABD’ye ve Rusya’ya fazlaca güvendi.
+
“Suriye’nin kuzeyi gibi, Irak’ın kuzeyinde de boşluğu PKK doldurmaya kalkışacak…”
Oof of, of ki ne of.
PKK, 20 yıldır Kuzey Suriye’de, 30 küsur yıldır Kuzey Irak’ta.
TC de son 2-3 yıldır öyle.
Herkes Japon kale maç yapıyor.
Suriye’de 150, ırak’ta 15 grup daha var Beki’nin adını anmadığı. Durum, şu an Libya’da süren kabile savaşlarına doğru gidiyor.
+
Sonuç mu?:
Kuşkusuz kaos.
Dünya’da 3. Dünya Savaşı yerine, 3. Dünya Savaşçıkları olmakta; bu 2 ülkede de, bunun muadili olarak, kabile savaşları olacak işte, o kadar.
Anadolu beylikleri dönemi, 1100-1500 arasında 4 yüzyıl sürdü, bunu unutmayın, tarihten öğrenin.
TC, bundan karlı da çıkabilir, zararlı da.
Bizce, hem karlı çıkacak, emperyalist olacak; hem zararlı çıkacak, onyıllarca istikrarsız kalacak: Neo-liberalizmin 1,5 trilyon dolar borcu, öyle ha deyince ödenemez, alacaklılar da, üçte biri de olsa, bir şeyleri muhakkak alır, olmadı neo-kapitülasyon yapar.
+
Feci çuvallamış Beki.
Eee, sonu gelen köşe yazarı, nereye karşı yazarmış?
Ya da:
Cehalet insanı söyletmiş.
Sorun şu ama:
Bu adam hep böyleydi.
Onu tepeye çıkarırken de, bunu bilmeleri gerekirdi. O nedenle, bugün onu dibe yollayanların da sorumluluğu var, onun da.

(26 Eylül 2017)

16 Personalities

16 kişilik türü şu sayfada:
4 harf sırasıyla 2’şer çeşitleme.
Bir: I ve E.
İki: N ve S.
Üç: T ve F.
Dört: J ve P.
4 tire sonrasında Beş: A ve T.
Böylelikle 32 ediyor aslında.
Zaten 5 başlık var.
I Introvert, E Extrovert onu çıkardım. Diğerleri de, İngilizce olarak diğer seçeneklermiş.
Bu durumda, her seçenek için seçilen başlık simgesi tümüyle uymamış gibi. Örneğin Judging, Logician’da daha çoktur, Architect’te değil. Debater yerine, Coordinator daha iyi, Commander’in alternatifi o çünkü gerçek yaşamda.
Her dala % 6-7 olasılık düşüyor ama Ekşi Sözlük’te bazı şıklar hiç yok, gerçek yaşamda Street/ Social Worker olabilecek Consul tipi gibi. Artı, epeyi tip % 2-3 dağılımlı gösterilmiş, benim Mimar gibi.
Gerçekçi açıdan bakarsak, bu tiplerden olanlarla olmasına gereksinilenler arasında eşleme yapmak gerek.
Tabii, bir de bu tiplemelerin sıradanlıkları hiç içermemesi ama toplumun % 99’unun sıradan olması gibi bir durum da var ortada. Testi Dünya’da 95 milyon kişi yapmış ki bunların çoğu üniversite mezunu ve zaten İngilizce biliyor olmak durumunda ki onlar da toplamın içinde % 1-5 orandalar.
Tipleme testi, daha çok kuram içeriyor, yani tutum, uygulama veya davranış değil: ‘Şu durumda ne yaparsınız?’ gibi yani.
Bu testin, kendi zekamı sınıflandırdığım ve daralttığım kuramcı, tasarımcı, içedönük, sentetik, vb, vd zeka türlerinin seçilmesi için de yapsalardı, kendimi sıfatlandırmalarımın geçerliliğini sınardım.
Çünkü sonradan düşününce, el kullanımına ve uygulamaya yönelik (elektrik tamiri veya dikiş gibi) epeyi yetimin olduğunu ama Nalan’ın 19 yıllık psikolojik işkenceleri ertesinde bunları yok saydığımı da gördüm.
Bir de, 18 yaşımdaki uluslararası karikatür yarışması düzenlemesi projesi uygulaması, 1984 bir derginin herşeyini yönetme uygulaması gibi epeyi büyük işler var biyografimde. Hiç hazırlamadıysam, 10 tam sergi hazırladım. Münadilik yaptım. Müzayede kataloğu tasarladım ve uyguladım.
Sonuçta, son 4 yılımda tüm felaketlerime karşın dönüştüm de demek bu test.


(25 Eylül 2017)

Whatsapp ve Facebook sonunda birleşiyor!

Aha ah ah ah…
Amerikan gülüşü yani.
Ben demiştim yani.
Facebook’un ve Zuckerberg’in poposuna kaçtı yani. Adam kendi eliyle kendi şirketini batırdı yani.
Gelelim habere:
“Facebook; Instagram, Messenger, Facebook ve Whatsapp'ı bir araya getirmeyi planlıyor.”
Peki, 10 yılın sorusu:
Google; neden Youtube’u, Google’ı, Blogspot’u birleştirmiyor sizce pek sayın Zickerberg kardeşimiz?
Bir bildiği olabilir mi acaba, belki de sizin bilmediğiniz veya anlamak istemediğiniz?
Apple’dan Microsoft’una, Nokia’sından Google’ına tüm teknoloji devleri, artık peşpeşe ekonomik planlama ve uygulama hataları döktürmeye başladı son 2-3 yılda…
Herhangi biri, en büyük 10-30 projesini sayıyor, belki 1’i 2’si anlamlı.
Gözlük ne oldu?
Kaput.
Saat ne oldu?
Kaput.
O zaman da, oldu tüm giyilebilir bilgisayarlar kaput.
Kaç milyar dolarlar gitti o projelere?
Bir de, iş yatırımı açısından verimsiz olmayan ama uzay veya askeri teknoloji gibi ana konuyla ilgisiz olan yatırım ayrılmaları var bu neo-elektronik dönemden…
Kaç milyar dolarlar gitti o projelere?
Bir de yazılım tasarımı açısından soru şu:
Bugün en çok kullanılan hangi projeleri 20 yıl öncesinin devleri tasarlayabildi?
Youtube’dan başla, Instagram’dan çık.
Hiçbiri, teknolojik devlerinin özgün üretimi değil.
Üzerine tüy dikercesine, orada Wikipedia aslanlar gibi yoluna devam ediyor.
Dolayısıyla bencesi şu:
2020-2030 için, en büyük teknolojik 10 dev, tarihe 0-10 mağlup oldu çoktan.
Blackberry ve Ericcson gibi silinip gidecek onlar da…
Ha, bunun vadesi daha uzun olabilirdi belki ama onlar kendi elleriyle kendi boğazlarını sıktılar ve vadelerini kısalttılar.
Tıpkı ABD’nin kendi sonunu kendisinin hızlandırması gibi…
Buna, üstünlük kompleksi ile aşağılık kompleksinin aslında aynı şeyler olması, deniyor…

(25 Eylül 2017)

Angela Merkel'in en kötü zaferi

Peşpeşe 2 haber:
“Bu seçim, 2 nedenden ötürü tarih kitaplarına geçecek: Angela Merkel'in bir yandan 4. defa seçim kazanırken, diğer yandan da en kötü sonucunu alması ve sağcı milliyetçilerin Alman müesses nizamının bir parçası haline gelmesi.”
“CDU / CSU: 220
SPD: 137
AfD: 87
Hür Demokrat: 67
Yeşiller: 61
Sol Parti: 59”
SPD, koalisyona girmeyeceğini belirttiği için, 3 partili bir koalisyon gerekecek. Geriye Yeşiller ve Hür Demokrat Parti kalıyor. Koalisyonunun kurulamama olasılığı da var yani.
Not: AfD’nın Neo-Naziler denli faşist olduğunu düşünmüyoruz. Bu konu saptırılıyor bizce. Göçmenlere karşı olmak değil faşizm, sağcılık kanıtı bile sayılmaz. Kendi işçisini, yabancı işçinin önüne almak anlamını taşır: Macron’un Fransa işçisinin emeklilik ve mesai haklarını geri alması, bizce daha faşistçe: Kimse, ona faşist (Krupp faşisti) demedi ama…
Sağ çökerken, sol yok ortada.
Yeni politik durum bu.
Çünkü sol, tam 37 yıl gıkını bile çıkarmadı neo-liberalizme. Macron’u Fransa’da politikaya sokan, sosyalist parti. Merkel’in koalisyon ortağı yine sosyal demokratlar.
Sol seçmen, bunlara neden oy versin ki?
Not: Bizde de, CHP sağ parti.
Eh, o zaman AfD’nin yaptığını, başka partiler de yapacak ve yeni, marjinal, küçük, farklı partiler girecek devreye…
Korsanlar yapamadı ama.
Bir zamanlar yapmış gibi görünen Yeşiller asimile oldu ama…
Sıra, ayrı ayrı olarak (belki sonradan birleşirler), ateist ve anarşist partilerde artık…
Dipnot:
Uç Katolikler, Papa’yı kafir ilan etti. O nedenle, AB’ye artık ateist parti(ler) gerekli, özellikle de ABP’na…

(25 Eylül 2017)

Macron Senato Seçimlerinde Yenildi

Bir haber:
“Macron, 348 senatörün yarısını yenilemek için yapılan seçimlerde yalnızca 28 senatör çıkarabildi. Seçimleri, 159 sandalye almayı başaran, dağılmanın eşiğindeki sağ parti Cumhuriyetçiler (LR) kazandı. Macron ise, Senato'da anayasayı değiştirme çoğunluğunu da kaybetti.”
Haberin çevirisinde yanlış var gibi: 159 + 28 = 187 > 174 = ½ x 348. Haberin kendisinde de eksiklik var. Eski durumla, yeni durum içiçe verilmiş. Kim ne kazandı, ne kaybetti, belli değil.
Sonuç kesin ama:
Macron, bir sıçradı, bir düştü.

(25 Eylül 2017)

Mimar Zihin Tipim, İkiz Kuleler, Tersine Felaket Yönetimi

Bir testten zihinsel tipim mimar çıktı.
Bir mimar ne yapar?:
Tasarlar, kurar, onu bozar, yeniden tasarlar.
Bu, bir bina veya gelecek olabilir.
İkiz Kuleler’in mimar(lar)ına şunları bilip bilmediği, düşünüp düşünmediği hiç soruldu mu acaba?
O binaları tasarlarken, dış çelik iskeletin, 800 derecede eriyip çökeceğini…
1 binanın çöküşünün diğerini de çökerteceği ve zamansal sıranın önemli olmadığı…
Dikine süreksiz inişlerin sorun yaratacağı… (Bir itfaiyeci, oranın yangın tuzağı olduğunu 30 yıl önce söylemiş. Bakınız 102 Dakika, Goa Yayınları.)
Tersine felaket yönetimi de bu soruları sormak ve yanıtlarını aramak oluyor işte…
Bu türden tersine felaket yönetimi de, yine mimar tipi zihnin işi oluyor. Geleceği yap-boz’layan biri, geçmişi de öyle yapabilir. Tüm gelecekbilimciler veya mimar tipli zihinliler bunu yapamayabilir ama…
Geçmişi yap-boz’lamak, ‘eğer öyle olsaydı / olmasaydı’ türü tarih kitabı yazımı gibi de olabilir, böyle de.
Mimar zihin tipli birinin, yıkılmış gerçek mimari bir binanın ‘eğer’lerini tartması önemli.
Tüm bu eğer’ler ile İkiz Kuleler konusunda vardığım çok ironik çıkarsamalar var:
Yıkılmamasını sağlaması gerekenler, o binaların yıkılmasına neden oldu: Mimarlar gibi, politikacılar gibi…
O binaları yıkmak isteyenler o binaları yıkamadı: İçeriden bomba koyanlar gibi…
Bu 2 durum çelişik değil. Mimar tipli zihinler bu durumu görebiliyor ve tasarlayabiliyor, çünkü onların zihinleri, su gibi 2 ters yöne birden aynı anda akabiliyor.
Gelecembilimcilik açısından bakınca ise:
Bir anarşist ve devletinden işkence görmüş biri olarak ben, TC’nin parçalanmasına tarafsız kalabilecekken, parçalanmaması için, irade ve davranış beyanında bulunuyorum. Onu koruması gereken iktidarlar ise, onu çoktan yıktı bile.
Epeyi eğlenceli bir durum bu.
Tam Şeytan esprisi.
Benim küçük-kişisel şeytanımın daha büyüğünün 7 milyara yaptığı bu.
Dipnot:
İşte bu öyküyü, Neil Gaiman tarzı yazıp çizdirmeliyim:
Gelecekbilimci Lucifer’in yap-boz’ları ve eğer’leri olarak.
Babil Kulesi – İkiz Kuleler ikili-eşlenik metaforu ile…
Yeryüzü’ndeki cehennem ve yerin dibindeki cennet ironisi ile…
İnsanların Tanrı’yı öldürüp onun yerini aldığı, Şeytan’ı huzurevine kapayıp emekli ettiği, süper kahramanların ve koşut olarak Dünya liderlerinin  ve koşut olarak dünya devrimi liderlerinin hayaletlerinin triyalektik iç savaşı alegorisi ile…

(25 Eylül 2017)

16personalities Testi

100 soru ve 100 yanıtım.
Sonuç (%):
Zihin: 33 dışadönük, 67 içedönük.
Enerji: 88 sezgisel, 12 gözlemci (rasyonel?).
Mizaç doğası: 69 düşünme, 31 duygu.
Taktik: 71 yargılama (deneyim / önyargı), 29 arama (sorgulama).
Kimlik: 40 iddialı / özgüvenli / kesin, 60 türbülant.
+
Yorumlarım:
Sonuç, genelde kabulümdür.
Eğer geçerli kabul edersem:
Enerji için % 88 sezgisel çok yüksek, % 67-50 derdim. Bunun anlamı da şu: Yönelimim (oryentasyon) da sezgisel demek ki zaten öyle ve artı işin içine / hesaba o daha çok katılmış demek.
Taktik için % 71 çok yüksek, % 67 derdim ki çok da fark sayılmaz belki.
Başlıklar, ikili mantıkla 2 üzeri 5 = 32 çeşitleme olmakta, 16 = 2 üzeri 4 değil.
Sonuçta; içedönük, sezgisel, düşünceci > duygucu, (anlık yargılamacı yerine, bilgi birikimli yargılamacı) ) deneyimci, türbülant (bence dinamik kaotik) olduğumu zaten biliyordum ama dışarıdan da bu kadar açıkça göründüğünü bilmiyordum. Çünkü  bakmayı bilen biri, bunları davranışlarımda kolayca görür.
Yalnız bunlar, 50 yaş üstü özellikleri: Gençken, deneyimci yerine, daha sorgulayıcı idim örneğin.
Test, 100 soru gibi uzun olsa da, gördüğüm en sağduyulu, en bilgi içerikli ve en doğru geçerli zihinsel test oldu.
İşin tuhafı, bildiğim epeyi dahi, bu testte epeyi farklı sonuçlar alırdı. Yani durumun böyleliliği, dahiliğimle mizacım birebir çakışmıyor ve/ya birbirini birebir gerektirmiyor, oluyor.
Bence, asıl önemli olan, işte bu dolaylı sonuç.
+
Sonucu e-postama istedim. Üstüne şu özet geldi:
“Personality type: “The Architect” (INTJ-T)
Role: Analyst
Strategy: Constant Improvement”
Çevirisi:
“Kişilik tipi: Mimar.
Rolü: Analizci.
Stratejisi: Sürekli geliştirici.”
Yorumlarım:
İşte buna bravo.
Ve ah, ah ki ne ah.
Demek ki bu testi 14 yaşımda yapaymışım, o dertleri çekmezmişim. Tabii ki o dertleri çekmeseydim de, bu tipe varamazdım.
Anekdotvari bir biçimde, tam da bugün 3-4 saat önce, bunun benzerini bir biçimde, ‘MİT’in bana feci gereksinimi’ olduğu biçiminde birine söyledim.
Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. Gerçekten dışarıdan görünüyormuşum. Demek ki salak olan gerçekten Türkiyeliler imiş.
Demek ki ben artık proje geliştiricisi ve uygulayıcısı olmak durumundayım. Yoksa kimse, o projeleri önümüzdeki 25 yıl içinde gerçekleştirmez.
+
Ek:
Buraları kaçırmışım:
yükseklerde yalnız yaşamak, az rastlanır olmak ve kişilik özelliği olarak en stratejik kapasiteyi bulundurmak; bunların hepsi mimarların çok iyi bildiği özelliklerdir. Mimarlar, toplumun % 2’sini oluşturur ve bu kişilik tipinin kadınları, % 0,8’lik bir oranla, özelikle az rastlanır cinstendir; kendilerine benzeyen ve entelektüel birikim ile satrancı andıran manevralarına ayak uyduracak bireyleri bulmak, onlar için çoğunlukla zorludur. mimar kişilik özelliği taşıyan insanlar, bir yandan hem hayalperest hem de kararlı, öte yandan hem hırslı hem de kendilerine özeldirler; şaşırtıcı derecede meraklı olmalarına rağmen, enerjilerini israf etmezler. doğru tavrı, amacına ulaşmaktan hiçbir şey alıkoyamaz. daha hayatlarının ilk dönemlerinde bilgiye doğal bir susuzluk hisseden mimarlar, çocukluklarında çoğunlukla “kitap kurdu” olarak nitelendirilirler. bu ifade, çevrelerindeki kişiler tarafından onları aşağılamak için kullanılsa da, bu ifadeyi içselleştirirler ve hatta bununla gurur duyup, geniş ve derin bilgi dağarcıklarının tadını çıkarırlar. mimarlar ne biliyorlarsa, bunu paylaşmaktan hoşlanırlar ve kendi seçtikleri konular üzerindeki ustalıkları konusunda kendinden emindirler, ancak bu kişilikler dedikodu gibi “ilgi çekici olmayan” ve dikkat dağıtıcı meseleler üzerine fikir beyan etmektense, kendi alanları dahilinde zekice bir plan tasarlamayı ve hayata geçirmeyi tercih ederler.”
Daha ne diyebilirim ki?
Diyeyim bari:
Sorun, 1 mimar erkek ile 1 mimar kadının anlaşıp anlaşamayacağında. 2,5 mimar erkeğe 1 mimar kadın düşüyormuş, eğer 1 mimar kadınla karşılaşırsam, ötekileri şeyttiririm ben.
Diğer bir sorun da, cinsiyete bağlı olmadan yaşlı 1 mimarla genç 1 mimarın iletişimde anlaşıp anlaşamayacağında.
Diğer bir sorun da, 1 mimar tasarlarken, o 1 mimarın uygulamada birlikte çalışabilmek için, en iyi hangi zihinsel türle, hangi cinsle, hangi yaşla birlikte daha iyi çalışabileceğinde. Her 2 taraf için de, üst kültürel küme koyutu, zorunlu gibi görünüyor.
İşte bu son sorun-soru, benim kalan 25 yılımda kimlerle hangi işleri birlikte yapabileceğimin rotasını çizecek. Tabii ondan önce de, yapılacak tüm işlerin tasarlanması, çizilmesi, dilimlenmesi ve işbirliği-işbölümü dağlımının yapılması gerekli. Süre, maliyet, küme sayısı, vd, vb de dahil.
Eğer bunların hiçbir olmazsa, tek başıma saltık tasarıma devam edeceğim.
+
Mimar çıkan ünlüler:
“vladimir putin
elon musk
walter white
gandalf
nietzsche”
Nietzsche’ye katılmam. Musk’a ve Putin’e katılırım. Gandalf’ı pas geç. White’ı tanımıyorum (Breaking Bad kahramınıymış, pas geç).
Atatürk’ün bir yönü, tümden mimar tipiydi.
Tasarımcı mimarları Batı Dünyası’nda bulmak zor, çünkü tümüyle pratiğe dayalı bir uygarlıkları var. Rohmer, Verhulst ve Kaluza, kendilerine o Dünya’da birer mimar olarak yer bulamadı örneğin.
2 dünya devriminin liderleri de (3 + 1 kişi) birer mimardı tanım olarak.
Sun Tzu bir mimar değildi. Kuramcı veya uygulamacı mimar savaşçı tipi tanımıyorum tarihte.
Bence, en büyük mimar Flechtheim idi ama Asimov değil.
+
Dahası da var:
“birçok gözlemciye göre mimarlarla ilgili paradoks; onların aslında en azından saf mantıksal perspektif açısından, mükemmel derecede mantıklı olup, birbirine ters çelişkilerle (birlikte) yaşama becerileridir. örneğin, mimarlar aynı zamanda en ayağı yere basmayan idealistler ve en katı kuşkucular olabilirler. bu, görünürde (ikisinin birlikte var olması) imkansız bir çatışmadır (ve çelişmedir) ama bunun sebebi, mimar kişilik tipine sahip insanların gayret, zeka ve izan ile hiçbirşeyin imkansız olmadığını düşünmeye meyilli olmasıdır; aynı zamanda da, insanların bu fantastik sonuçları gerçekten başarmak için çok tembel, dar görüşlü ve benmerkezci olduklarına inanırlar. yine de, gerçeğe dair bu kuşkucu bakış açısı, ilgi duyan bir mimarın ilişkili olduğunu düşündüğü bir sonuca ulaşmasına engel olamaz.
mimarlar, kendine güven ve gizem aura’sı ile ışıldarlar, içgörü dolu gözlemleri, orijinal fikirleri ve ihtişamlı mantıkları, onları büsbütün irade ve kişilik gücüne dayanan değişim için zorlamaya ehil kılar. zaman zaman, mimarların karşılaştıkları her fikri ve sistemi parçalarına ayırma ve yeniden inşa etme işlerine yönelik mükemmeliyetçilik ve hatta (bir tür mesleki) ahlak duygusu ile meyilli oldukları gözlenecektir. mimarların süreçlerine ayak uydurma becerisi olmayan ya da daha beteri, bunların anlamını göremeyen herhangi bir kimse, muhtemelen onların saygısını hemen ve tamamen kaybeder.
kurallar, kısıtlamalar ve gelenekler, mimar kişilik tipi için lanetlidir; onlar için her şey sorgulanmaya ve yeniden ele almaya açık olmalıdır ve bir yolunu bulurlarsa, mimarlar teknik olarak üstün, bazen hassasiyetsiz ve neredeyse her zaman gelenek-dışı yöntem ve fikirlerini yürürlüğe koymak için, çoğu zaman tek taraflı davranacaktır.
bu, düşüncesizlik şeklinde yanlış anlaşılmamalıdır; mimarlar, sondaki hedef ne kadar çekici olursa olsun, mantıklı kalmak için uğraşırlar ve ister içsel olarak üretilmiş olsun, ister dış dünyadan içeriye doğru çekilmiş olsun her fikir, gaddar ve hep mevcut olan “bu işe yarayacak mı?” filtresinden geçmelidir. bu mekanizma her zaman, her şeye ve her insana uygulanır ve burası, mimar kişilik tiplerinin çoğunlukla başlarını belaya soktukları yerdir.
özdeyiş: bir kişi yalnız seyahat ederken daha çok şey yansıtır.
mimarlar, anlamak için zaman ayırdıkları bilginin bütününde zekilerdir ve özgüvenleri yüksektir, ama ne yazık ki sosyal uyuşmanın bu konulardan biri olması muhtemel değildir. beyaz yalanlar ve hoşbeş, gerçeğin yanında derinlik için kıvranan bir tip açısından halihazırda yeteri kadar zordur, ama mimarlar haddinden fazla ileriye giderek, birçok toplum geleneğini aleni ahmaklık olarak görürler. ne tuhaftır ki, mimarlar için bildikleriyle çalışmanın, onların işaret ışığı olduğu, ortak çıkar paylaştıkları benzer huylu insanları, duygusal olarak veya başka türlü çektikleri, doğal özgüvenlerinin mevcut bulunduğu yerde (ilgi merkezinin dışında) kalmak en iyisidir.
mimarlar; hayatın tamamına, parçaların her daim ama düşünerek ve zeka ile yer değiştirdiği, sürekli yeni taktikler, stratejiler ve acil kaçış planlarının gözden geçirildiği, rakiplere bir durum üzerinde kontrolü korumak için üstünlük sağlandığı ve aynı zamanda hareket edebilme özgürlüklerinin en üst seviyeye çekildiği devasa bir satranç tahtası olarak bakmaya dair eğilimleri ile tanımlanırlar. bu, mimarların vicdansızca hareket ettiği anlamına gelmez, ancak birçok tip için, mimarların duygular üzerinden hareket etmeye yönelik tiksintileri, bu şekilde görünmelerine neden olabilir ve bu da, birçok kurgusal kötü adamın (veya yanlış anlaşılmış kahramanın) neden bu kişilik tipi üzerinden modellendiklerini açıklar.”
Kalın-harf’lemeler ve ayraçiçi’lemeler benim.
Şerh: Ayrıntılara inildikçe, başka tiplerin alanlarına veya herhangi ikisinin arakesitlerine de girildiği kanısındayım. Yani bu, ayrıntıların aynı anda 2 tip için de (değişen veya aynı oranda) geçerli olduğu kanısına vardım ki kuram açısından bakınca da, öyle olması olağan.
Beni en çok ilgilendiren son paragraf oldu. Çünkü benim için mimar, ‘gelecek inşaları tasarlayan (ve bozan da)’ demek. Bir savaş kuramcısı ve Sun Tzu ardılı olmak demek. Yani, gelecek tasarımı tüm ideolojilerin savaş alanıdır, demek ve tam da öyle zaten.

(25 Eylül 2017)