İnsanların
tamamına yakını; standart biyografilerin içine doğarlar, onları sorgulamazlar,
olduğu kabul ederler, verileni yaşarlar, ot gelip sap gitmeden ölürler.
Dünya’nın
tüm kültürel modlarının, tüm yerlerinin, tüm zamanlarının, tüm ideolojilerinin
yarattığı standart biyografiler için geçerlidir bu. Ölmüş, ölüyor, ölecek 100
milyar insan için geçerlidir bu.
Ancak, %
1 diyelim, %o 1 diyelim, bir bölüm insan, bu standart biyografilerin
yörüngelerinin dışına fırlatılırlar veya çıkarlar, Toplumbilimde bunlara
deviant veya marjinal denir.
Keşler,
alkolikler, deliler, şu bu ayrallardır hep.
Yazarlar
da öyledir. Yazmaya başladığın an, kendi standart biyografinin dışına
fırlatılırsın.
Bir
yazar olarak yörüngedışılıkta sürersen, entellektüel olursun, yeniden
yörüngelere geri dönmeye çabalarsan veya dönersen, entelejensiya olursun.
Sorun,
bizim ilk 200 yazarımızın entellektüel değil, entelejensiya oluşunda.
Eskiden
beridir, ilkin ve en çok devlete bağlanırlar, 1960-1980 dönemi yazınında da
kitleye bağlanmışlardır ama yine de devlet memurluğundan emekli olmaktan da
geri kalmamışlardır.
Oysa:
İnsansal
bir kesime bağlanırsan, doğruları yazamazsın ama doğrular hep sırıtır,
doğruları birileri hep yazar yine de.
Toplumcu
gerçekçi anlayış da; halka, kitleye, vatana, millette, Sakarya’ya, şuya buya
bağlanmayı doğrular, savunur ve över.
Yazarların
böyleliliğini eleştirmek ve/ya saptamak, eleştirmenlerin işidir ama onlar da
bir yerlere bağlanırlar hep.
O
nedenle, ülke sınırları içinde pek sevilen ve övülen 2 yazarımızı, Sevgi
Soysal’ı ve Oğuz Atay’ı eleştirdmek, 2 yabancı eleştirmene kalmıştır.
Her 2
eleştiri metninin ana düşüncesi de; bir: bağlanmanın yazarı entelejensiya
yaptığı, iki: Türk yazarın da isyan duygusunun eksik değil, hiç olmadığı ki
Sait Faik buna ironik olarak, ‘kravatı sola kayınca, kendini solcu sanmak’
diyor.
Kovulduğu yörünge evine bacadan
geri dönmenin asıl
adı, kapıkulu olma oluyor.
Bizim
yazarlarımız da, Kafka gibi ayrılmanın zorunluluğunu bilip, ayrılmazlar değil,
ayrılmayı hayal bile edemezler. Soysal’ınki ise, ayrılmak değil, bildiğimiz düz
ihanettir, evladına bile ihanet. Özlü ise, çook gecikmeli olarak ayrılmış ve
akabinde vefat etmiştir: ayrılmaya ömrü vefa etmemiştir yani.
2013-2018
momentiyle süregiden durum da, sağcısıyla solcusuyla Türk yazarının, batmış Cumhuriyet’in yörünge evine hala
dönmeye çabalamalarıdır.
Her
zamanki soru şu:
Gemi batacak,
batıyor, battı: Yazar ne yapacak?
İnsan olarak,
cins olarak, kendi olarak, yazar olarak, entellektüel olarak…
Romanlarını
veya öykülerini okuduğum ve bildiğim 100-150 Türk yazarı içinde, yörünge
evinden uzaklaşan tek bir yazar yok.
Sait
Faik, Buket Uzuner, Perihan Mağden, hep hep uzağa ve yurtdışına gidip, orada
rüşdünü kanıtlayamayıp, kös kös yurda geri dönmüştür. Enis Batur’unki biraz
daha ironik: Tüm kitapları Fransa’da Fransızca basıldıktan sonra bile, orada
kalmadı.
Tilkinin
dönüp dolaşıp geri döndüğü yer kürkçü dakkanı galiba…
‘Bir Kadın
Düşmanı’ndaki saptamayı abartarak ve ters döndürerek söyleyelim:
Roma’da
ikinci olmaktansa, Çemişgezek’te onuncu olmak, evladır: Bizim alaturka
yazarlara göre yani…
(10 Ağustos 2018)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder