Metin Akış Çizelgesi
Geçmiş:
Geleneksel-Öncü İkisemli, Gerçekçi Argümanlar
Şimdi: Richard
Schehner’in Öncülük Tanımları
Gelecek:
Geleneksel-Öncü Poliyalektikleri
Önnot
Bu metindeki
tartışmalar, künyesi aşağıdaki derleme esere dayandırılacaktır:
Estetik ve
Politika, Eleştiri Yayınevi, Eylül 1985, 328 sayfa, derleme. Yazanlar: Ernst
Bloch, Georg Lukacs, Bertolt Brecht, Walter Benjamin, Theodor Adorno.
Arasözler: Rodney Livingstone, Perry Anderson, Francis Mulhern, Fredric
Jameson. Çevirenler: Ünsal Oskay, Taciser Belge.
Klasik Marksist Estetik ve Geleneksel-Öncü İkisemli,
Gerçekçi Argümanlar
Söylem-argümantasyon
düzlemi; öncü-geleneksel, bayağı-yüce, popüler-sınırlı, avam-seçkin, gerçekçi-hayalci,
toplumcu-bireyci ikisemlerinde seyredecek.
Öncü-Geleneksel
Öncü sanat nedir?
Devrimci olması
gereken marksist düşünce, gerçekçilik sözkonusu olduğunda tuhaf bir biçimde
müthiş gelenekçidir. Öyle ki gerçekleri aslında para karşılığı, ‘hayatı roman’
türü bir roman dizisiyle yazan Balzac, marksist estetikçi macar Lukacs
tarafından gerçekçi okulun baştacı sayılır.
Burada ironik bir
durumu anımsayalım: Gerçekçilik; romantizme, sembolizme ve/ya idealizme karşı
üretilip savunulduktan sonra, realistlerin yeterince gerçekçi olmadığı
kanısıyla, naturalizm önesürüldü. Bugünün bakış açısıyla tersi, daha mantıklı
olurdu. Gerçeği ama yalnız gerçeği, realizm söylese gerek, naturalizm değil:
Doğada seraplar olduğunu unutmayalım. Bilgisel açıdan da öyle: Cevher mücevher
yapılmadan önce işlenir.
Bunlara koşut
olarak marksist estetikçiler, herhangi bir sanat dalındaki sanat akımlarının
bütünlüğünü yeterince kavrayamamışlardır, çünkü disiplinlerarası ve
çokdisiplinli değil, uzmandırlar. Bu konuda ıskaladıkları birçok kategorik
eşleniksizlik var:
- Şiirdeki gerçeküstücülükle, resimdeki gerçeküstücülük eşzamanlı ve eşkavramlı olmamış.
- Gerçeküstücülüğü yaratanlarla, yaygınlaştıranlar ve genelleştirenler aynı kişiler olmamış.
- Dışavurumculuk-izlenimcilik karşıtlığı denli, dışavurumculuk-gerçeküstücülük karşıtlığı da olmuş. Yani, ortada triyalektik bir durum baştan beridir var ama gözden kaçmış ki realizmin sembolizme, idealizme ve romantizme karşı durumu da baştan poliyalektikti, zaten diğer üçü de birbirleriyle özdeş değildi.
- Tiyatrodaki dışavurumculukla resimdeki dışavurumculuk birbirini dışlayabilmiş. Biri marksistken biri faşist olmuş.
- Teknik olarak realist resim (örneğin Ingres’in oryantalist resimlerinin üslubu) ne ad olarak, ne de içerik yönelimi olarak gerçekle ilintili olmamış ve sayılmamış. Artı fotoğrafın icadı bu çeşit resmi geçersiz saymış. Artı fotoğraflar cismin suretini aynen vermiyor. Buna da aslında ‘nolektik’ ve/ya ‘alektik’ denebilir.
- Yukarıda sözü geçen eserde bunların hiçbiri tartışılmamıştır. Ana tartışma düzlemi yazınla sınırlı kalmıştır. Daha da önemlisi, o yıllarda bile bilimkurgu roman varken marksist estetikçiler, aslında tüm estetikçiler, bilimkurgunun yüzyıldır hala süregiden yazınsal öncülüğünü algılayamamışlardır. Üstelik SSCB’den Strugatski kardeşler gibi bilimkurguyu epeyi etkilemiş yazarlar çıkmış iken. Bunun yanısıra, Dr. Jivago’nun gerçekçi sayılmaması da ilginç.
Öncü sanat ne işe yarar?
Öncelikle, öncü
sanat eserleri bir işe yarasın diye veya belli bir amaçla yaratılmazlar. Kültür
ortamı içinde bir anlam kazanırlar.
Sonrasında,
sinemadaki sıfıra doğru kısalan anların, fizikte doğrusal olmayan zaman
çeşitleri tasarlatabilmesi gibi, disiplinlerarası bilgi üretiminde işe
yararlar. Kafka gibi, en zor anlarda insanı yaşatabilirler, çünkü boğuntular
normlardan gelir, onları bilinçsiz de olsa aştıran yazar öncüdür. Sonsuz özgür
zihin uçuşu sağlarlar ki öncü sanatı izleyen biri kendi de öncü birşeyler
üretebilir duruma gelir.
Öncü sanatın temel
niteliği, devrimlerin kültürleri değiştirdiğinden daha yüksek bir oranda, bir
sanat dalında bir yerzamandaki koyulu kuralları, paradigmaları, dogmaları,
skolastizmi, alışkanlıkları, normları, toplu bilisizliği, vb yıkmasıdır. Kübizm
figürü parçaladı. Escher perspfektifi parçaladı. Heykele delik sokuldu. Yazında
öykü akışı terkedildi. Müzikte armoni (kontrpuan) anlayışı değiştirildi. Böyle
onlarca örnek var.
Öncü sanat
akımlarına baktığımızda, genelde siyasal açıdan kritik zamanlarda ortaya
çıktıklarını görüyoruz. 20. Yüzyıl’da 9 temel sanat dalında neredeyse yüzlerce
öncü akım yaratıldı ama 2 dünya savaşı da bu dönemde yaşandı. 2. Dünya
Savaşı’ndan sonra öncü akımlar yerine, daha öncekilerin yeniden yorumu denendi.
Bu bir gösterge. Cumuhriyetin kurulması, Rusya ve Çin devrimleri kadar güçlü
bir siyasal dönüşümken 80 yıl boyunca TC’den öncü sanat akımı çıkmadı. Bu da
bir gösterge.
Öncü sanat, amaç
değil, araçtır. Yeni düşünce / duygu araçlarının yaratımına yardımcı olur. Kimi
de dışavurumculuk gibi dekadansa uğrar ve faşistleşir. Tüm araçlar gibi
standart kullanımları yoktur. Ataşla kapı da açabilirsiniz, oğul Fukasaku ile
ABD’yi de açabilirsiniz.
Marksist
estetikçiler tüm bunları ıskaladı ama birşeyi yakaladı: Eser-tarihçe ve
sanatçı-tarihçe arasında, değişik mantıklarda kurulabilen gerçekçi neden-sonuç
ilintileri vardır ve sanatın amacı güzel değildir. Estetikçinin işlevi bunları
saptayabilmektir.
Bayağı-Yüce
Marksistlerin
söylemsel düğümlerinden biri de bu alan: Marksizm’in proleteryanın biricik
ideolojisi olduğunu önesürdükleri için, işçi sınıfına ilişkin hiçbir şeyin
bayağı olamayacağı gibi, onları baştan yanlışlayan bir koyut kullanmışlar. Bu
yanlış onları, fabrika marşları, bizim Atatürk-cumhuriyet heykelleri fecaatini
andıran işçi sınıfı heykelleri, ‘salya sümük çocuk + burum buruş ihtiyar’
fotoları gibi bayağının bayağısı imgelere sürüklemiş.
Alıntı: Adorno Benjamin’e diyor ki: “Eğer nitelikli filmlere karşı ‘kitsch’
filmleri tutuyorsan, benden daha fazla hiç kimse senden yana olamaz. Ancak,
‘sanat için sanat’ın da savunulması gerekir.” (S: 177)
Yorum: İkilem mi? Bence, tümüyle bir geçersizlik. Benjamin, sıradan
insanların mektuplarından oluşturduğu ‘Berlin İnsanları’yla, melodram filmleri
veya duvara asılan acaip bibloları birbirine karıştırıyor. Benjamin zamanında
sanat filmi henüz yoktu, çünkü sinema festivali pazarı yoktu. Adorno ise, ne
yardan ne serden vazgeçemez durumda. Cazı dışlarken, atonal müziği yüceltiyor
ki bunun nedeni burjuva kökeni. Burada şunu düşünelim: Pir Sultan’ın 50
türküsünden ancak 5’i niteliklidir, gerisi ‘Şah da Şah’ döngülüdür. Kültürolog,
tıpkı Benjamin’in mektuplara yaptığı üzere, anlamlı göstergeleri milyonlarca
ham veri tabanı içinden ayıklar. Aslına bakılırsa, Klasik Avrupa Müziği
gerçekten gürültüyü sık sık ihlal eder: Kemanın vıyıltısı, davulun dangırtısı,
zillerin şangırtısı. Bayağı-yüce gergefinde Doğu-Batı ayrımı olmadığını
belirtmek için eklendi.
Popüler-Sınırlı
Bugün hala
tartışılan bir gülünçlük var: Popüler olan bayağı mıdır, yüce midir? Yoksa,
başka bir deyişle Kafka’nın çok az okunması mı onu değerli kılar?
Oğuz Atay,
‘neredesin, ey sevgili okur?’ diye diye öldü. İlk kitabını basacak yayıncı, ilk
ve tek oyununu sahneleyecek bir sahne bulamadı. Bugün, muhafazakarından
post-modernine birçok altkültür dilimi ona hayran ve o şimdi çoksatar. Karısı
ve kızı, onun elyazısı güncesini pazarlamak için uğraştı. Sonunda kitap
müşterisini buldu ama sansürlü yayınlandı. Bu kanıt-ikilem, zorla dayatılan
popüler söylemi değiller.
Cumhuriyet dönemi
Türk klasikleri, okullarda ödev zorlaması kitap okunduğu için milyonlarca satar
ama bu onları değersiz (veya değerli de) yapmaz, keza Sait Faik’i hiç mi hiç.
Ancak, Türkiye’de ilk kez 1 milyon satan Ahmet Altan kalıcı bir yazar değildir,
Barbara Cartland’ın olmadığı gibi. 19. Yüzyıl’ın çok satan yazarları ve Nobel
kazananlar bugün kendi ülkelerinde bile basılmıyor. Burada, Eco’nun az satarken
çok satılanın niteliksiz eser olduğunu söyleyip, ‘Gülün Adı’ ile çok satılınca,
yanıldığını belirtmesi bayağılığını anımsatmakta yarar var. Dönekler yalnızca
bizde çıkmıyor. Bir de ters örnek verelim: Mina Urgan’ın bir ömür boyu
tanınmamış bir akademisyen olarak kalıp, 85 yaşında çoksatar olunca, kendi
niteliksizliğinden kuşkuya düşmesi için bir neden yoktu.
Avam-Seçkin
Sınıfsal ayrımda
kültürolojik bir hata var: Aristokrasi hiçbir zaman soylu bir sınıf olmadı,
önünde sonunda o da köylüydü. İşi alıp satmak olan burjuvazinin ise, kentli de
olsa, öyle olması zaten beklenemezdi, çünkü yaşam ekseni paraydı. Diğer bir
deyişle seçkin sınıflar soylu değildi.
Türkiye’de olduğu
gibi, para ile eğitim aynı sınıflara uğramayabiliyor. Resmi eğitimli
akademisyenlerin soylu olması ise zor, çünkü devletin kapıkulu durumundalar. Ne
de olsa, soylular bağımsız ve özgür olurlar ya da isterlerse olabilirler.
Geriye ne kalıyor?
Proleterya mı? Çalışmaktan uyumaya zaman bulamayan, 6.000 yıllık yazı tarihi
ertesinde ancak devlet zoruyla okuryazar olan, işçi sınıfının ideologu
tarafından paçavralığı saptanmış olan bir sınıftan seçkinlik beklemek zor.
Proleter entellektüel olamayacağı kastedilmiyor, sınıfsal konum kastediliyor.
Gelelim
siyasalbilimsel seçkinlere: Ordu, siyasetçiler, medyatörler, işadamları ve
entellektüeller. Tanımlandıkları dönem olan 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısının tarihi onların bayağılıklarıyla dolu. TC’nin
1960-1997 arasındaki 4 darbelik tarihçesi buna yeterli kanıt oluşturur.
Avam kitledir ama %
98,5 çoğunluk 10’ar yıllık ölçeklerde aynı parametrede birbirine karşıt
görüngüler verebilir. Bizde arabeskin poplaşmasını, Özcan Deniz’in
metroseksüelleşmesini düşünelim. 2 yıl önce olsa adama eşcinsel sıfatı
vurulurdu, şimdi herkes ona özeniyor. Üstelik bu medyanın seçimi değildi.
Üstelik bu Deniz’in, Emrah gibi, Kırmızıgül gibi bir süreliğine de olsa, demode
olmasına neden olacak bir davranış.
Gerçekçi-Hayalci
Bilimkurgu roman
örneğinden hareketle, kimi zaman düşlerin gerçeklerden daha gerçek olabildiğini
biliyoruz. Kuramın eylemden, tasarımın üretimden önce mi, sonra mı geldiği
tartışması baştan geçersizdi.
Hangi toplum ki
hayallerini yitirmiştir, gerçeği faşizm, delilik ve ölümdür. Mayakovski 1930’da
öldü, SSCB 1990’da. Tersi olsa, elimizde ölümsüz birkaç şiir kitabı olurdu hiç
olmazsa. ‘Ex-SSCB’ ölü ülkeler tarihinde soluk bir yaprak oldu bile.
O nedenle
gerçekçiliğin, idealizmi, sembolizmi, hatta romantizmi tümüyle dışladığı sanımasın.
Arakesitleri de var ve olabilecek. Gelecekbilim gerçekçilikse, bilimkurgu
hayalciliktir ve birbirleriyle çelişmezler: Diyalektikten poliyalektiğe,
negatiften pozitife, düzden terse doğaçlama olarak, birçok düşünce dansı
gergefi işlerler. Kaydedilen örüntüler, yeni gerçekçilik normları olabilir,
olmayabilir de.
Alıntı: Brecht Lukacs’a karşı diyor ki: “Lukacs’ın gerçekliğe uzak düştüğünü
sezmemek elde değil... Bu bakımdan burjuvazinin sınıflarının üstüne çıkması
beklenemez. Bunlar kaçınılmaz olarak roman tekniğinde bir çürümenin de
kanıtlarıdır.” (S: 95)
Yorum: Brecht’in kendisi hiçbir zaman gerçekçi olmadı, bunu söylemek ona
düşmez. Epik tiyatro kesinkes gerçekçi değildir. Başlarda ise Brecht o zamanki
dışavurumculuktan etkilenmişti. Aslında yaşanan şudur: Savaşa doğru dörtnala
giden toplumsal değişimlerin, tam da Freudcu anlamda sanatçılarda yarattığı
hezeyanlar vardı. Bunlar gerçekti ama abartılılıkları ve dolaylılıkları absürd
düzeyindeydi. Berlin Alexandr Meydanı’nın hem romanını, hem de filmini düşünürsek,
aradığımız kanıt bulunmuş olur: Faşizm dıgıdak dıgıdak gelir ama kimse,
Hitler’le birlikte bira içen roman başkaharamanı da, felaketin adını koyamaz,
Kafka’nın da koyamadığı ve ayrılmayı başaramadığı gibi. Brecht, Benjamin,
Lukacs ve Adorno 40 yıl boyunca sanatçılıklarıyla ve biyografileriyle bunu
filmleştirmiştir. Brecht Batı Almanya için Doğu Almanya’da tiyatro yaptı.
Benjamin çok absürd bir biçimde öldü. Lukacs SBKP’ne yamandı ama yine de
dışlanmaktan korunamadı. Adorno CİA parasıyla komünist dergi çıkardı. Tam bir
gerçekçi, yani bir gelecekbilimci ya da azıcık sezgili bir sanatçı tüm bunları
önceden ayırsardı, ayırsayıp yazan da oldu. SBKP’nin parti faşizmini Rosa
Luxemburg yazdı. Gelen toplama kamplarını Kafka yazdı, eski sevgilisi Milena
yaşadı, o da yazdırdı. Asimov’un bir saptaması var: Tez ve antitez ne zaman
karşılaşsa ikisi de yok olur ki kastettiği bir tür Sparta-Pers ikilemidir: SSCB
yok oldu ama aslında 2001’den beridir ABD de yok.
Buraya denk
düşmeyebilecek bir argümantasyon: “Roman toplumbilimsel bir çalışma olmamalıdır
veya bilim ve sanat ayrı şeylerdir.” Gerçeği yazmayacaksa, yazar neden roman
yazıyor? En hayalci roman türü olan bilimkurgu gerçeğin tam da kendisini
yazmıştır. Yazınaltı sayılan polisiye türünde Christie’den Connely’ye tüm
polisiye yazarları işlenebilir cinayetler yazmışlardır, aşk romanı türünde
beyaz diziler bile yaşanabilir aşklar yazıyor.
Soru aslında şu:
Gerçek nasıl yazılır? 50 çeşit belgesel olduğunu düşünün. Sanatçı, ister var
olan yollardan birini seçer ya da yeni bir yol yaratır ki onlara ‘öncü’
diyoruz.
Toplumcu-Bireyci
Marksizmin temel
hataları çoktur. Ancak, sanatta birkaç temel hatası vardır:
Bir: Siyasal
marksizmde Marx’tan itibaren ve sonra birçok kuramcı çıkarken, sanatın
kültürbilimi ve siyasalbilimi olarak estetikte yetkin kuramcı çıkışının taa
1930’ları bulması ve bunun 2. Dünya Savaşı’nın büyük yıkımının ardından gelen
toplumsal dönüşümlerle inanılmaz bir biçimsel başkalaşım yaşaması, tarihin
ironlerinden biri olsa gerek. Çünkü Marx, marksizmin insanı insan yapacak
biricik kuram olduğunu savunurken, binyıllarla ölçülen sanatın varlığını
dışlamış (aslında ıskalamış) oluyordu.
İki: Rusya
Devrimi’nden başlayarak marksist siyasetçilerin, yani iktidardaki yöneticilerin
marksist sanatçılara eyledikleri gözönüne alınınca (koskoca Mayakovski’yi
intihara sürükleyebilmek örneği yeter de artar bile), Marx’a inanmak oldukça
zor kaçıyor.
Üç: İkisinin
toplamı bir durum: İrdelenecek marksist estetikçilerin birbirlerine yaptıkları,
aynı egemenlerin onlara yaptıklarına benzemekte, örneğin Adorno’nun Lukacs’a.
Kendilerini marksist sanarken, aslında kökenlerinin bağlı olduğu burjuva
sınıfının değerlerini uyguladılar, örneğin Adorno’nun Klasik Avrupa Müziği’ni
gayet ırkçı biçimde en üstün müzik kültürü olarak empozesi. Balzac gerçekçiydi
ama hiç sosyalist olduğunu önesürmedi. Eisenstein, marksist olduğunu düşündü
ama parti onu burjuva biçemciliğiyle suçladı ve onu suçlayıp mahkum ettiren de
aynı sona uğradı. İroni üstüne ironi.
Sonuç: Toplumcu
burjuva olunabildiği gibi (‘emek kavramını ilk kez Fransa’da papazlar
kullanmış, Henri Lefebvre, Marksizm, Alan Yayınları), bireyci marksist de
olunabiliyor.
Konu, poliyalektik
açılımıyla, bırakılan yerden sürdürülecek.
Richard Schehner’in Geleneksel-Öncü Yorumu
Richard Schechner, beş tür öncü (:
avant-garde) sanat tanımlar (The Twentieth Century Performance Reader, sayfa:
308-326):
1.
Tarihsel ‘avant-garde’, 19. Yüzyıl
boyunca / sonunda Avrupa’da biçimlenmiştir. Sinema ve fotoğraf, yoktan var
edildi. Resimde, modern sanat oluşturuldu ve gerisi geldi: Sembolizm,
empresyonizm, ekspresyonizm, fütürizm, kübizm, dadaizm, sürrealizm, vd. Dansta,
modern dans oluştu. Tiyatroda, İbsen’den Meyerhold’a bir çok yazar, yeni
anlayışlar yarattı. Yazında, naturalizm ve realizm doğdu. Müzikte atonal müzik
icat edildi. Mimaride gökdelenler yaratıldı.
2.
Halihazırdaki ‘avant-garde’, şu an
neler yapıldığına bağlı olarak değişir. 2 yıl önceki artık eskidir. Uzunca bir
süre hep yeni şeyler denenecek ve su er geç durulacak. Halihazırda,
‘video-art’lar moda…
3.
İleriye bakan ‘avant-garde’,
şaşırtıcı ve mahşeri (genelde yıkıcı) bir gelecek görür. İleri teknoloji, hem
sevindirici, hem de korkutucudur. ‘Total Recall’ (: Gerçeğe Çağrı) filmi, bu
tür anlayışa bir örnektir: İç-hayal dünyası ile, dış-gerçek dünya arasındaki
ayrım muğlaktır (ki ‘Matrix’ de, tümüyle bu tema üzerine kuruludur).
4.
Bir gelenek arayan ‘avant-garde’,
tiyatrocu Jerzy Grotowski ve Eugenio Barba’da çok belirgindir. Aslında bu bir
formülasyon arayışıdır ki 1980’lerin ve 1990’ların dünyasında bu imkansızdı. O
yüzden, Grotowski de arayışını tiyatro dışı alanlarda sürdürdü. Bu açmaz,
olduğu gibi 21. Yüzyıl’a taşındı: Sanat
ne yapamaz?
5.
Kültürlerarası ‘avant-garde’:
Epeyi yanlış anlaşıldırılarak kullanılıyor. Özellikle performans grupları, çok
ülkeli olmayı çok sesli olmak sanıyorlar (Atatürk’ün 30 sazlı orkestraya
dediğini anımsayalım). Sinemada ise, çifte açmaz yaşanıyor: Holywood, John
Woo’sundan Bille Auguste’üne, tüm dünyanın avant-garde / farklı yönetmenlerini
yutuyor ve asimile ediyor (: uyruklaştırıyor). Böylelikle, kendi açmazını
globalleştiriyor. Yanısıra, sinema limit sıfır zamanlı filmlere parçalanıyor.
Sentez henüz ufukta görünmüyor.
Schehner 1980-2000
arası için ve bakış açısıyla geçerli saptamalar yapmış. 2000’de Japonya’ya
1945’te ABD tarafından atılmış atom bombalarının mazlumluğunu üstlenmeyen
entellektüeller olduğu için, onun düşüncelerini üzerine temellendirdiği Japon
modern dansı ‘buto’ da değillenmiş oldu. Bunun soğuk savaşın bitişiyle
örtüşmesi bir gösterge. Bunun İsrail karşılığı, toplama kamplarının
mazlumluğunun terki, TC karşılığı ise 1960-1997 arasındaki 4 askeri darbenin
mazlumluğunun terki olurdu. İşbu metin biraz da bunun için çabadır, yazar 1980
darbesi ertesinde işkence görmüş birisidir. Dayak yiyip kendini daha çok haklı
hisseden mürit olmak yerine, TC AB’’ye girmeden, zihince ve kültürce AB’ye
girmiş bir TC’li olmanın sorumluluğunu üstleniyor.
Dolayısıyla,
çokkültürlü öncülük dışında birşeyler 1990’dan beridir var. Henüz tanımlanmadı
ve adı konmadı ama kültürlerde saklı olarak duruyor. Tersine poliyalektik belki
bir panzehir olabilir ama kesin konuşulamaz.
Öncü sanat
tarihçesine baktığımızda, bire on gibi düşük bir oranda beceri görürüz. Buradan
çıkarsamamız, öncü sanatın öncülüğünün, biraz da birebir belirlenemeyen anlık
koşullarla ortaya çıktığıdır. Örneğin, 1995-2005 arasında TC müzik türleri
arasındaki DJ remiksleri, tümüyle başka işlev için uygulansalar da, kırıntı
düzeyinde sentez-novum müzik örnekleri verdi: Kırmızıgül’ün ‘Bebeğim Benim’i,
Tansu Çiller’in nutuklarına montaj-remiks-fanzin parça ve Orhan
Gencebay-İtalyan pop şarkıcısı remiksleri ilginç örnekler. (Dahası, Gencebay’ın
‘Ya Evde Yoksan’ parçası, ‘Neredesin Firuze?’ filmi için 5 ayrı (aslında
şarkıcı olmayan) oyuncunun yorumuyla, ‘a capella’-lineer-remiks-‘jam’
eylenirken, yine Gencebay’ın onca yıl sonra parçayı yeniden yorumlaması grift
örneği var ki aynı anda dekadansa ve senteze vektör veren bir eğer sırtı
geometrisinde ve bu da esnek olmayan kültüre deprem çatlağı getirir, getiriyor
da: AB’den uzağa, AB’ye ve AB’den öteye doğru.) Koşut ama helis-uzak bir örnek
de: Pentagram ile başlayan mehter marşı ‘hard-rock’ yorumları: Bu çabalar kimi
alkışlandı, kimi MHP’lilerden ölüm tehdidi aldı: Almanya’dan ‘Hamgurger
Concerto’ koşut biçimde geleneğe sert biçimde vuran bir örnekti ve Pentagram
mensuplarının onu bilip bilmemesi edimlerini değerini etkiler.
Bu örnekler,
geleceğe yönelik tasarımlar yaparken bize çok yararlı olacak.
‘Post-3-modern’
olarak tanımladığımız kültürel mod, 11 Eylül 2001 sonrası dönem 3 yıl gibi,
kısa bir süredir geçerli. Bu olayla, Hasan Sabbah’tan beridirki, dünya
egemenlerine şiddet yoluyla kafa tutma edimi, yeni bir yorum kazandı.
Sanatçılarsa, bu durumda apaçık olarak tırstılar, sıradan insanlardan daha çok,
sıradan insanlar sevindiklerini saklamadılar bile ama sanatçılar sevindilerse
bile bunu medya korkusuyla gösteremediler. Şeriatın ölüme mahkum ettiği yazar
Salman Rüşdi ABD’ye secde etti. Orhan Pamuk kendini Manhattan’lı ilan etti.
Ancak, kafa
tutanlar da var: Oğul Fukasaku Japon ikiz kulelerini de yıkarak ve ad vererek
ABD’yi suçlayarak ‘Ölüm Oyunu 2’de bunu becerdi. 11 yönetmenin yaptığı
‘11’09”01’ filminde en radikal tavrın ABD’li bir yönetmen olan Sean Penn’den
gelmesi ironiydi. İtfaiye belgeseli çeken 2 sinemacının İkiz Kuleler yıkılırken
naklen çekimi belgesel anlayışına sürpriz bir örnek oluşturdu. Yine ABD’li olan
belgeselci yönetmen Moore’un filmi ise, ciddi-gayrıciddi arasında kaldı.
Şerh: 150 yıllık
kurumsal bir süreç olan İRA hakkındaki filmlerin ancak 1990’larda öncü-gerçekçi
olabildi ve 1990’lardaki eski-Yugoslavya savaşlarını öncü-gerçeküstücü
anlatmayı yaklaşık 20 yönetmenden bir tek Goran Paskalyeviç’in ‘Barut Fıçısı’
(Balkan Cabaret) becermesi örneklerini aklımızda tutmamız yararlı olur.
Tüm bunlar da,
henüz yeni de olsa, geride kaldı. 2001 öncesinde geçerli olan sanatsal /
yaratısal durağanlık geriye dönmekte. Animeler ve buto tıknefes kaldı. Sarı
sinema klasikleri yeniden yorumluyor. Sanat filmi festivalleri enflasyonla
(AB’de her yıl 300 festival, 3.000 ödül) tükendi. Holywood tüm sanat filmi
yönetmenlerini uyruklaştırıyor ve yaratıcıklarını öldürüyor. Plastik sanatlar
aslında 1945’ten beridir tükenmiş durumda. Buto’nun antitezi tanztheater’
Bausch’un matriyarkal faşizme yönelmesi sayesinde sıfırlandı. Popüler (yalnızca
pop değil, ‘rock’ şu bu dahil) müzik tek başına. 20. Yüzyıl’ın öncü tiyatro
akımları gnümüz insanının dertlerine seslenmiyor. Bir tek yazın, daha doğrusu
bilimkurgu roman var ayakta kalan. Hugo veya Nebula öüllerini kazanmış
neredeyse her eser birer başyapıt, insana bakış açımızı kezlerce değiştirdiler.
Diyalektik-Poliyalektik Açılımları
Aristo’nun analitik
diyalektiğinde, bir şey ya erdemlidir, ya da erdemsizdir. Lao Tzu’nun sentetik
diyalektiğinde erdem erdemsizliktir.
Hegel’in (Kant’tan
devralınmış) triyadik diyalektiğinde sentez denli, dekadans da bir olursaldır
(contingency). Marx’ın diyalektik materyalizminde karşıtlar çelişir, çatışır ve
sentezlenir.
Buraya kadar hepsi
pozitif diyalektikti.
Adorno’nun negatif
diyalektiğinde karşıtlıklar ve çelişkiler birbirine karıştırılmadan birarada
tartılır; karşıtlığın iki tarafı diğeri üzerinden dolayımlanmadan, en keskin
ucuna doğru sürüklenir.
Buraya kadar hepsi
düzüne diyalektikti.
Tersine
diyalektikte, karşıtlıklar birbirine yaklaşmaz, mesafeli kalır veya birbirinden
uzaklaşır. (Daima savaş olacak değil ya.) Bu tutarlı değil, geçerli bir
durumdur. Çokkültürlü toplumlarda, örneğin cumhuriyet dönemindeki Türkiye’de,
tüm ayralların birbirine anlayış değil, düşmanlık ve saldırı gösterdiği gözlenir.
1985-2000 arasının en mağdur ayralları sayılan Kürtler’in, bırakın eşcinsellere
veya uyuşturucu bağımlılarına karşı, kendi halkından astlarına karşı bile
sürekli faşistçe davrandığı bilinir. Keza köylülerin zenginkondulaşması,
1983-1998 arasında diğer gecekonduluların mal varlığını tam bir talan ve
yağmaydı. Öyle ki: Anadolu toprağının bu nedenle yüzyıllarca çölleşmesi
gündemde.
Buraya kadar hepsi
diyalektikti.
Ursula K. Le
Guin’in çoğul (üçlü) diyalektiğinde 3 tane karşıt 2’li sav vardır. ‘Mülksüzler’
romanında bunlar çelişir, çatışır ama sentezlenmez. Alana 4. kategori-novum
girer ve öykünün sonu boşlukta kalır. O demez ama biz buna ‘triyalektik’
diyebiliriz.
2’den 3’e yol
varsa, 3’ten 4’e, 4’tan çoka ve/ya sonsuza da gidebiliriz ya da o yolu tanımlayabiliriz.
Konulu tanımlarla, diyalektikten ve 2’den sonrasına ‘poliyalektik’ diyoruz.
Tanım gereği, poliyalektikte ‘n x (n-1)’ adet 2’li karşıtlıklar, yani
diyalektikler koyabiliriz. Şerh: Bir kategorinin kendisiyle çelişkileri,
özdeşlik ilkesinin sorunsalıdır. Diyalektik, Aristo’dan Adorno’ya dek, özdeşlik
ilkesini sorgulamaz. Buradaki parçalarda, Adorno’dan sonrasında sorgular ama o
başka bir metnin konusu olur.
Artı-ekstra çıkma:
Bu karşıtlıklar bir düzlemde 180 derece açılı 2 ışın olarak tanımlıdır. Bunları
90 derece açılı, yani birbirine dik olarak yeniden tanımlarsak ve yeni bir
öğeyi alana sokarsak, birbirine karşıt olan 3 adet 2’li yine olur ama bu durum
biraz daha farklı bir triyalektik / poliyalektik olacaktır. Birim, ters ve
geçersiz işlemler farklı tanımlanacaktır. Karşıtlıklar birbirine tersinmez
işlemlerle dönüşebilir olacaktır ki Le Guin bir bakıma bu tür bir triyalektik
tasarlamış oldu, çünkü Anarres bir bakıma Urras ile, bir bakıma A-İo ile
özdeştir ama hiç biri verili yerzamanda diğerine çevrilemez, başka bir deyişle
en keskin devrim bile %o 5-100 tümel değişim demektir.
Geleneksel-Öncü Poliyalektikleri
Geleneksel-öncü
arasındaki ilintide (Aristo olsun, Lao Tzu olsun) klasik diyalektikten, tersine
poliyalektiğe kadar her çeşitleme olalıdır. Ancak sanat ürünleri, çoğunluk
tümdengelimsel yoldan değil, tümevarımsal yolla, yani yap-boz ve dene-yanıl ile
yaratılır. (Eisenstein gibi, kuram-edim praksisini deneyen ender bir iki örnek
çıkmıştır ama onların da bunu becerdiği pek söylenemez.) Bu nedenle sonuç
anlamsal açıdan biraz gürültülü olur.
Derleme kitabına
bir daha bakalım:
Alıntı: Tarihçi Ernst Bloch Lukacs’a diyor ki: “... Yaratılan herşeyin
klasizmin imgelerine denk düşmesi ya da onlardan yapılmış soyutlamalarla
oluşturulması gerektiği düşüncesiyle öncü sanat üzerine değerlendirme
yapılamaz, yargıda bulunulamaz.”
Yorum: Güzel bir totoloji değillemesi ama kendisi de bir totolojik önerme.
Sanat tarihine
şöyle bir kuş uçuşu bakalım:
Resim:
Orta Çağ’ın
budalalar gemisinde Bosch, Bruegel ve Dürer başyapıt resimler üretti. Bosch
henüz baskının yoğun olduğu yerzamanda yaşadığı için dinsel ama soyut resimler
yaptı, ‘gerçek soyut resimler’ ama insanlık durumunu tümüyle gerçekçi olarak
resmediyorlardı. Bruegel Bosch’un yaptığını başağı çevirdi: Sıradan insanın
gündelik yaşamını resme soktu, Hollanda köylüsünü resmetti. Daha da öteye
geçti, soyut atasözlerinin (ilk kez olarak) çoklu resimlerini yaptı. Dürer, her
ikisinin ustalığı karşısında ezildi. Renkli resim yerine, siyah-beyaz gravüre
yöneldi ve asıl görüntüyü resme geçirmek için geometrik araçlar ve teknikler
icat etti. Yine de ‘Melancholia’ gibi bir soyutlamayı yüzyıllar öncesinde
sanata soktu.
Batı böyleyken Doğu
nasıldı? Bahnamelerin gayet gerçekçi pornografisi vardı. Mehmed Siyahkalem’in
yarıgerçeküstü, yarıgerçekçi minyatürleri vardı. Çin’in eksik boyanan ama
tamamından daha gerçek manzaraları vardı.
Tüm bunları hangi
referansla değerlendireceğiz?
O zamanlar eleştiri
ve estetik yoktu. Bir bakıma ‘gerçekçilik’ diye bir şey yoktu. Öncü sanat da
yoktu. Ancak, Bosch’un gerçeküstücülüğü ve Bruegel’in gerçekçiliği bugün bile
aşılamamış bir öncülükte. Onları öncü kılan şey, konularında sonraki
yerzamanlarda bile ustalıklarına erişelememesi.
Fotoğraf icat
edildi ve resmin Ingres’de belirginleşen fotoğrafsılığının anlamı kalmadı. İlk
kuşak marksist estetikçiler bunu gözden kaçırmış ama ikinci kuşak estetikçi
Berger saptamış (ki kendisini Benjamin’in artçısı sayar). 20. Yüzyıl’da gerçeği
veren ressam var mıydı? Olmalı mıydı? Olamaz mıydı? Bir resmi boyamak 1 ay
alırken 1 saatlık fotoğraf mı yeğlenmeli?
Müzik:
‘New Age’ denilen
müzik türü 1980’lerde öncü ve deneysel bir müzik türü sayılıyordu. Bugün aşırı
basmakalıplaşmış durumda. Arp (Wallenweider) veya fagot gibi çalgıların, klasik
müzik yerine cazda kullanılması yine o yıllarda bir yenilik sayılıyordu ama
bugün o da basmakalıp bir durum. Org-klarinet elektronik geçişimleri (Spyro
Gyra) yine o yıllarda bir ilginçlikti ama bugün tüm eserler çıplak kulakla
algılanamayacak nüanslarda aslından dijital ortama geçirilmiş durumda.
500 yıl öncü kalan
resimlerin üzerine, 20 yıl dayanamayan müzik eserlerini nasıl öncü sayacağız?
Heykel:
Christo’nun
paketlemeleri sanatın ve yaşamın geçiciliğini imlediği için öncü sanat sayıldı
ama on bin yıllık heykeller ve milyar yıllık kozmolojik göktaşı-yontuları var.
Yaşam sanatı geçince ne olacak? Hangisi öncü sayılacak? (Burada sanatçıların
olağan insanlardan daha önde oldukları varsayımı mevcut.)
Keza, tartışma
konusu olan yazarlardan biri olan Zola’yı ne denli gerçekçi sayacağız? Onun
zamanında artık gazeteler yaygındı. Klasik romanlardaki gereksiz ayrıntı
bolluğu o zamanlar henüz gazetenin yaygın olmamasına, dolayısıyla okurun bilgi
eksikliğini doyurma yönelimine atfedilir. Gerçekçilikte melodramın yeri nedir? Kaldı
ki bir roman 1-10 milyon kişilik bir panoramayı vermeye yönelebilir mi? Roman
deyince, nedense hep birey akla geliyor.
Keza, avam konusu
yazına taa Magna Carta zamanında sokulduğuna göre, bunu 19. Yüzyıl’da yapanlar
nasıl öncü olacak?
Genel:
Öncü sanat baştan
tikeldir, hoş hemen tüm sanat eserleri tikeldir, dolayısıyla ‘öncülük
mutlak-tümel olamaz’ denmesin de, ‘biraz zor olur’ densin. Picasso’nun
Guernica’sı Şeker Ahmet Paşa’nın ‘Orman’ı yanında çok klasik kalır. Bu resim, o
denli biriciktir ki ressamının bile ikincisi yoktur, hatta ressamı oldukça
klasiktir, hatta kimi figürü aksatan (bir natürmortu) beceriksizlikte klasik
altıdır. Öncü eser öncü akımdan bağımsız olarak daha ileriye gidebilir,
sanatçısını da geçebilir. Bu da ‘tikelin tikeli’ bir durum demek olur.
Öncü sanat kendi
totolojisini baştan koyar. Picasso’nun kübizmi mavi dönemini dışlar ama
ikincisi birincisinden daha öncüdür. Mavi dönem tekrenklilikle karşıtlıktır,
kübizm defigürizasyonla karşıtlıktır ve Klasik Afrika heykelinde mevcuttur,
dolayısıyla bir alıntıdır yalnızca, oysa Mondrian tekrengi de öncü kılmıştır.
Defigürizasyon tiyatroda şizofrenik, mental regressif yabancılaşma için
kullanıldığından dolayı öncü olamaz. Çok sonraları spastiklerin modern dans
için sahneye çıkarılmasıyla bu açmaz aşılmıştır, aynı zamanda klasik balenin
‘güzellik takınağı çirkinliği’ de. Karşıtlıklar her zaman sentez yaratmadığı
gibi, iki değilleme asıl etmez, bir novum eder ki o epsilon da yalnızca bir
kıvılcımdır. Sanatta bir suda bir kez bile yıkanamazsınız. Öncü sanatta akıp
giden suya yalnızca bakakalırsınız, Benjamin gibi. Kimi cehennemi tek başına
çıplak deriyle hissetmek de öncülüktür, Kafka gibi.
1930’larda klasik
marksist estetikçilerin elinde 3 kuşak sanatçı vardı, bizim elimizde de
onlardan sonraki 3 kuşak sanatçı var. Onlar da benzeri sonuçları
çıkarsayabilirlerdi. Sorun, bizim bizden sonraki 3 kuşak sanatçıyı
çıkarsayabilmemiz ki ‘sanatsal gelecekbilim’ buna deniyor.
+
Alıntı: Brecht Benjamin’e Konfiçyus’un bir tragedya, Lenin’in bir roman yazmış
olması durumunda ne olacağını soruyor ve iki saptamada bulunuyor: Konfüçyus’un
tragedya yazdığını öğrenmek, mesellerinin değerini azaltmaz. Bir romanı
Lenin’in yazdığını öğrenmek romanın değerini azaltır.
Çok güzel bir
artı-değer düşünce-problematik. Gerçekten böyle midir?
Herşeyden önce,
Konfüçyus’un dengi Lao Tzu’nun kendi kitabını yazıp yazmadığı kesin değildir.
Yine ikisinin dengi, Aristo’nun düşünceleri başkaları tarafından ama kesinkes
onun çizdiği çizgide tamamlanmıştır. Bunlar, ‘Yüce Aklın Erdemi’nin veya
‘Metafizik’in değerini azaltır mı? Kesinkes hayır. Ha tek yazar, ha anonim
yazar. Kutsal kitaplar için kimse ‘tek kişi yazdı mı?’ diye soruyor mu?
Başka örnek: Vaclav
Havel değerli (öncü ve absürd) bir oyun yazarı sayıldı. Çek cumhurbaşkanı
olunca, yazar olarak değeri azaldı mı? İnsan olarak değeri kesin azaldı ama
oyunları o öldükten sonra da okunuyor ve oynanıyor değerde kalacak. Hatta o
oyunları ondan nefret edenler sahneleyecek.
Çıkış noktasını
belirledik. Devam edelim.
Koestler, SSCB
aleyhindeki kitabı nedeniyle, Stalin’in emriyle Benjamin’i öldürmüş olabilir.
Zaten öldürdü ama bunu birlikte intihar etmek için değil de, cinayet için yaptı
diyelim. Bunu zaten biliyoruz. Peki öyleyse, ‘13. Kabile’ değersiz mi olur?
Brecht’in
kadınlardan düşünce çaldığını biliyoruz. Eserler değersiz mi oluyor? Onun
olmuyor yalnızca, eserleri anonimleşiyor.
Benjamin öldü. Bu
onu değerli mi yaptı? Kesinkes hayır. Kafka gibi, ‘libido kifayetsiz’ yaptı
yalnızca.
Bir duralım:
Öncülüğün vektör
momentleri hakkında, öncü eserler vermiş, öncü biyografili yazarlar bile yanlış
düşüncelere sahip olabiliyor, tıpkı deha hakkında dahilerin yanlış düşüncelere
sahip olması gibi. Örneğin, Planck’ın dehanın deha olduğunu belirtmeyeceğini
belirtip, kendisinin deha olduğunu dolaylı yoldan belirtmesi ve diğer dehaları
kıskandığını ortaya koyması gibi.
Buradan dehaların
ve öncülerin durumları hakkında bilinçsiz olması gerektiği sonucu çıkmıyor. 20.
Yüzyıl, sanatçıların artık neden ve nasıl sanat eylediklerinin de hesabını verdikleri
bir dönem oldu. 21. Yüzyıl ise, öncü sanatın kültürolojisini yazmak
aracılığıyla, öncü sanatın yolunu açık tutmak bile öncülük olabilecek. Oldu
bile.
+
Başka bir
kanaldan açılım:
Bilimkurgu zamanı
‘geçmiş-şimdi-gelecek’ olarak, kayan veri tabanlı bir triyalektikte irdeler.
Şimdi hemencecik geçmiş olur. Hayırlar evetlenir, evetler hayırlanır. Uzak
yakınlaşır, bugün aya yolculuk bir bilimkurgu romanı konusu değildir. Yakın
uzaklaşır, ışık hızından hızlı yolculuk için gerekli denklem ipuçları 1905’te
vardı ama denklem yalnızca Einstein’ın inadı yüzünden 2005’te bile hala
bilimkurgunun konusu durumunda.
Yanısıra,
yazarların biyografilerinin yerzaman koordinatları onları neredeyse birebir
belirler. Örneğin Ray Bradbury, ‘Fahrenheit 451’i ancak ve ancak McCarthy
döneminde ABD’de yazabildi. Örneğin, İsaac Asimov’un ‘Robot+Vakıf’ 12’lemesinin
ilk bölümleri ancak ve ancak 2. Dünya Savaşı öncesinde yazılabilirdi, 40 yıl
sonra yazılanlar ona hiç yakışmayacak bir biçimde aşkın metinlerdi, hatta öyle
ki kendisi metinlerinin gelecek için öngördüklerini kabullenmekte zorlanacak
denli geçmişe ait biriydi.
Gelelim asıl
sorularımıza:
Geleneksel olan,
avam, bayağı, popüler midir? Yüce olan sınırlı mı kalacaktır? Böyledir veya
tersidir diyelim. Peki, geleneksel olan gerçekçi midir, hayalci mi?
İkisemler burada ve
şimdi geçersiz. Yüce sanat da, avam, bayağı ve popüler olabilir. Eşit eğilimde
hayalci de olabilir, gerçekçi de. (Bizde emekli öğretmenlerin sürekli devlet
konserlerine gidişini bir düşünün: O müzikten zevk aldıklarını veya
anladıklarını sanıyor musunuz?)
Nereden mi
biliyoruz?
Astor Piazzolla’nın
kerhane dansı olan tangonun müziğinden aşkın bir müzik dalı
yaratabilmesinden... 1977’de İsviçre’de Arkadaş müzik grubunun, 1 Türk ve 5
yabancı cazcıyla icra edilmiş geleneksel türkülerle, caz emprevizasyonunu ve/ya
‘velvele+karabatak’ alaturka sentezini başarabilmesinden ya da bir deyişle tek
çalgının ormanın içinde hem orman, hem de hür bir ağaç olabilmesinden ya da
ezginin armoni ve ritmle sonsuz kez yeniden yoğrulabilmesinden ama ancak bir
veya birkaç novum sonuç bulunabilmesinden... Ravi Shankar’ın Sitar
Konçertosu’ndan. Dollar Brand Quartet’in Kuran üzerine daha 1970’lerde cesurca
caz yapabilmesinden... Benzerini Talking Heads’in ‘My Life in the Bush of Ghosts’
albümünde ‘Jezebel’ ile becerebilmesinden. Al di Meola’nın ‘İstanbul’unun
İstanbul’u ıskalamasından... (Negasyonsuz aşkınlık olmaz.)
Geçelim fütürolojik
praksis tasarımlara:
Tüm sanat
dallarında kadın sentezi gelebilir. Belki kadın-erkek sentezi de gelir. Sorun,
erkek kategorilerinin neredeyse tamamının değillenecek olmasında.
Dansta kadın-erkek
mesafeliliğinin, helis dansının mümkünlüğü olabilir.
Fassbinder’in
Kafka’ya tecavüz ettiği bir klip-dans (veya dans kısa filmi) olabilir,
‘Karamazov Kardeşler’de püriten Alyoşa’nın votka içip salam yediği plandaki
duyguküre ile.
Kızkardeşler Duygu
Aykal ile Sevgi Soysal’ın ‘pas de deux’ü olabilir, Aykal erkek ve balet giysisi
ile. Sürekli ayakları takılıp düşerlerdi, arada birer birer memeleri de
düşerdi.
Ayrallıkların
birbirlerine şiddet gösterdiği danslar olabilir.
Müzikte orgdan daha
dolu bir seste ezgi-armoni-ritm sentezi olabilir.
Saura’nın
tangosunda faşist tango oldu, Trier’ın Europe’undan hareketle neo-AB’nin
faşizmi tangosu olabilir.
Yazında bilimkurgu-gelecekbilim
sentezi olabilir.
Eğer durağan
kültürden / dönemden söz edersek, Mars Üçlemesi’nin birinci cildi (çok yakın
tarihli gerçekçi bilimkurgu) olabilir.
Sinemada fizik için
doğrusal olmayan zaman tasarımları oldu. Yüzlerce olasılıktan birkaçının
filmini yapmak olabilir.
Aristo-Lao Tzu
animesi olabilir: Lao Tzu 21’in Güneş Sistemi dışına yolculuğu ve Aristo the
Neo’nun oğul Bush’a Yunanistan’ı bombalattırması olabilir.
Oğul Fukasaku’nun
TC’de film çekmesi olabilir.
Hitler’in
‘Kavgam’ının klibi olabilir.
Pentagram’ın
‘Mehter Marşı’ kilibi kesinkes olur.
Çıkış : Hermenötik
Hermenötik
yorumbilimdir, metinleri birincil anlamkürelerinin dışında da yorumlar. Bu
anlamıyla bu metnin tamamı hermenötikti. Herşeyden önce, dünya dillerinin
hiçbirinde henüz ‘poliyalektik’ diye bir sözcük yok, internet öyle diyor.
‘Triyalektik’ benim kullandığım anlamıyla olmasa da, internette var ama
‘poliyalektik’ yok. Bir bakıma bu, bilimkurgu romanda ‘siberuzay’ sözcüğünü
icat etmek gibi birşey. 1984’te hiçbir dünya dilinde böyle bir sözcük yoktu,
2004’te Türkçe dahil birçok dilde ve sözlükte var, 1994’te yaratılan internet
de bir siberuzay. Keza, bildiğim kadarıyla ‘post-post modern’ yeni yeni
kullanılıyor ama ‘post-3-modern’ veya diğer bir deyişle ‘post-post-post modern’
de yok. Bu durumda eylediğim, sürekli devrim gibi eleştirel bir sürekli öncülük
oluyor ki bu tam anlamıyla kişisel bir yorumdur, çünkü eylemimin ikinci bir
kişi referansı henüz yok.
Gerisi pek
eleştirel öncülük sayılmaz. Gerçek değişse de, gerçeği tanımlama çabası
gerçekçi, dolayısıyla çokça geleneksel kalıyor. Gerçeği anlatmanın ve/ya yeni
bir gerçek yaratmanın yeni bir yolunu bulmak kolay değil. Yani: Gerçekçiyim;
hem bireyci gerçekçi, hem de toplumsal gerçekçi; hem zihinsel gerçekçi, hem de
kültürel gerçekçi; hem fizik gerçekçi, hem de metafizik gerçekçi (sanırım henüz
var olmayan 3 kavram daha kullandım). Yeni diller arayışı nedeniyle, örneğin
delilerin metinleri özel antolojilerde toplanıyor ki bir deli dili sözlüğü
derlensin ve bu akıllıların dilini geliştirsin. Benim aşkın-yorumbilimsel
olarak yaptığım, gelecekbilimi tam bilim kılmak için bilimkurgunun
olanaklarından yararlanmak ve bunu bilimkurgunun var olduğu yazın ve sinema
dışındaki diğer sanat dallarına ötedillemek, araç olarak da dil alaşımlama
tekniklerinden yararlanmak.
Biyografi tarihçe
içiçeliği nedeniyle, öznel-nesnel eleştiri de içiçedir. Köksüz bir gerçekçi
olarak, hiçbir ideolojinin tutsağı olmaksızın ama onların uslamlama araçlarını
kullanarak, duygularımla düşüncelerimi eleştiri aracılığıyla
bireşimleyebilirim. Okur, duvarı geleceğe doğru geçeceği merdiven-metinlerimi
sırtında taşımak zorunda değildir.
Uzun oldu. Gerisi
bir başka bahara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder