Acaiplikte üzerime olmadığı için, sergiye gitmem de acaip bir biçimde başladı. 16 Ocak günü Kasımpaşa’dan yayan yola koyuldum.Yolda aklıma, müzelerin ve galerilerin pazartesi günleri kapalı olabileceği geldi. Aklıma gelen başıma geldi. Hüsranla yine yayan geriye döndüm.
Ertesi günü yine yayan yola koyuldum. Galeriye vardım.
Bu arada, memleketimin kentlerine kağ yağmakta ve ortalık Kerbela’ya dönmekte idi. Kardan çok, kaya tuzu patinajı yaptım. Bankalar Caddesi, bazı yerlerde 3 sıra araba ile dolu idi.
Behzat Ç.’nin koruma görevlileri için söylediğinin geçerli olduğunu düşündürtebilecek bir biçimde, tuhaf bir yol tarifi ile içeri girdim.
İlk genel izlenimim şu oldu: Hani, küçücük bir hediyeyi kat kat kağıtlara sararlar da, kocaman bir paket olur ya, bina öyle bir yer işte.
Merdivenlerin en ve boy ayarı yok, ya da bizim yaşadığımız zamanların tasarımı değil. Öyle, çünkü bina yüzyıl öncesinden kalma. Yürüme biçiminizi değiştirtiyor ya da tökezliyorsunuz.
Tuhaf olan şu: Bina içinde yazılı veya görsel hiçbir yönerge yok. Merdivenlerin lokasyonu da standart değil. Yani, bir felaket durumunda, orada çalışanlar bile dışarı çıkana kadar, bina çöker.
Sürreel lavabo muhteşemdi: Giriş katında, dipte sağdaki erkek tuvaletinde. Tarif etmeyeyim, tadı kaçar.
Neyse, danışmayı buldum. Onlar da beni, serginin olduğu 3. kata yönlendirdiler. Metrolarda olduğu türden, önden binilip, arkadan inilen bir asansörle yukarı çıktım. Yine, yönerge yoktu. Önümdeki kapı açılmayınca, çevremde dönenmem gerekti.
Kare ‘U’ biçimi, 3 çeperli, 30 metrelik bir tur atıp, salona girdim.
Serginin tasarımı:
3 ekran var. 1’i dışarı ses veriyor, 2’si kulaklıklı. 1.’si kulaklık taksan bile, diğer ikisinden duyulacak denli güçlü olarak yayında. Yayınlar döngülü ve baş-son açıklaması yok.
‘Açık arşiv’ ile ne düşünülmüş bilmiyorum ama negatiflerin kutularının özgünlerinin oraya konması da, kopyaların oraya konması da anlamsız / sakil kalmış.
Tabii, ortada negatif yok. Yine, labirentperver birinin tasarımı olan bir biçimde, bir karanlık odaya girip, 40x10 = 400 gibi bir görüntü dizisini 10-10 birarada izliyorsunuz. Şekil yapmışlar, gruplamışlar ama yine yazı yok.
Bundan sonrası küçük bir skeç:
2 ekranlı salonun arasındaki salonda 3 sandalye ve 3 ekran var. Bilgisayarlarda, fotorafları pozitif olarak izleyebiliyorsunuz.
Önce, 2 yanımda 2 kişi vardı. Biri sağıma, diğerinin yanına geçti. 1’i babasının, dayısının ve annesinin fotoğrafını buldu. Üstelik, fotoğraflar etiketlenmişt, yani biri onlara doğru ad iliştirmişti.
55-60 yaşında oldukları için, konuyu anlamaları mümkün olmadı. Elimden geldiğince, kendi anladığım bilgileri onlara aktardım.
Bu arada vazifeşinas bir görevli gelip, biraz açıklamada bulundu.
Yine bu arada, bir çift geldi. Diğer 2 kişiye açıklamalarımı dinlerken, bana bazı sorular sordular.
Sonuçta, kısa ve güzel sohbet oldu.
Ancak sorun şu:
Kimse orada kendi kendine yol bulamaz. Özellikle de, bu fotoğraflara meraklı olabilecek, nostaljifilik ama teknofobik 50 yaş üstü kuşağı.
Tüm bunlar sunumla ilgili kişi olan ve geçmişte hocam da olmuş olan Vasıf Kortun’a ait olan bu tasarımmlar, ona epeyi eksi puan yazdırdı. Bu arada müzecilk lisansüstümü okurken, bunları da mı düşünemeyecek eksiklikte mi olunabileceğini düşündüğümden daha eksikçe, bilgisizdi sergiyi gezenler. Özellikle, karanlık odada duran 2 genç çift, sergiden hiçbirşey anlamadan sıkılıp gittiler.
Gelelim içeriğe:
10 üzerinden 11.
Eskiden yılda 100 sergi gezerdim. Yeni moda, gecikmiş post-modernist, şeyselleşmiş yığmaları görmekten gına geldiği için, yılda 10 sergiye düştüm. Ancak son 25 yılda, epistemolojik, kognitif, informatik açıdan bu denli yoğun birikimli bir sergiyi görmedim.
Neden böyle?
Çünkü orada sıradan insanlar var. Hani, Benjamin’in marksist-sosyalist estetiğe kattığı, gündelik yaşamın kültürolojisi olarak proleter-popüler-banal kültürün doğrudan ürünleri.
Sergiden önümüzdeki 100 yıl içinde, 1.000 kitap çıkarılabilir. Kastettiğim, tek başına fotoğraflar değil, onları okuma sonucu elde edilecek eserler. Bir olasılık, eğer hepsi internete konursa, 10 tanesini ben yazacağım.
25 yıllık seyyar kitapçılık yaşamımda milyonlarca kare fotoğrafı beynime kaydettim. Bu konuda 2012 itibarıyla tekim. Tek olduğum başka bir durum var: Disiplinlerarasıyım. Yani, o negatiflerin tekniğini, fotoğrafların konularını, asıl önemlisi fotoğraf konusu olan insanları, kanlı canlı olarak, görsel, işitsel veya yazılı olarak tanımam ve bunlardan sentezler ve praksisler üretebilmemin mümkünlüğü.
Sergi bu nedenle biricik örnek.
Arada, sergi sırasında aldığım notlarımı özetleyeyim:
Aras Yayıncılık’taki konuyla ilgili kişi, aşırı azınlıkperver, kimlik faşizminden habersiz, o fotoğraflardan çıkarılacak bilgileri bilse, o arşivi yok edecek biri. İnanılmaz tarih bilinçsiz biri. Yani yanlış insanlar, doğru işler yapabiliyor.
Bu işi yapması gerekenlerden bri olan Gültekin Çizgen, acaba kendi arşivini bu denli titiz koruyabildi mi?
Nasıl ki 2.000 sözcük bir dile başlamak için temel tabansa, 2.000 fotoğraf da fotoğraf okuması için temel taban. Bu sergide böyle en az 100 tane taban var.
Bu kadar eşcinsel erkek fotoğrafı olması, hele bazı pozlar inanılmaz. 2012’de bile, bir fotoğrafçıda o pozları veremeyecek çok eşcinsel erkek tanıyorum.
Fotoğraflar her demografik gruptan örnek taşıyor.
Videolardaki teknik işleri yöneten de, foto-realist işler yapan da, sanat ve tarih bilinci taşımıyor. Denizdeki balık denli denizden habersizler.
Dönelim sonraki çıkarsamalarımıza:
Ayna yansıması dışında, daha önce başka yerlerdde gördüğüm fotoğraflardan çok farklı grup örnekler yoktu. Grup içi çeşitlilik çok yüksek yalnızca.
Benim daha önce elime geçen ve dağınık olarak sattığım biçimde, aynı kişinin 3-5 yılda birlik portreler dizisi yoktu.
Fotoğraf dizilerinde daha önce çalışılmamış bir konu olan, kadınların ağda biçimi, bu negatiflerden çıkabilir. Bu denli ayrıntılı çalışma yapılabilecek mi, bilmiyorum.
Son olarak:
Bu metni bana yazdıran 20 kişiye ve emeklerine teşekkürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder